YAZARLAR

Nasıl çalışır? • “Dış güçler”

Eğer şeytan sahiden varsa, galiba tek bir dokunuşla her şeyi halletmiş: İnsanın ruhuna şu kendini bilmezliği zerk edip çekilmiş, işine bakmış. Ulan, sen bir yandan Rönesans’lara kalkışırken öbür tarafta cadı avlayan bir şuursuzsun!

 

Bugün başımıza gelen ya da kullandığımız her şey yeni icat değil. Biz de, 20. yüzyılın hepimize bahşettiği “olmuşluk”-mükemmellik duyguları, kibir ve insanlık tarihinin âdetâ bize ulaşmak üzere yükselerek geliştiği yanılsamalarının ilham ettiğinin aksine, o kadar özgün ve muhteşem yaratıklar değiliz. Yalnız para değerindeki oynamayla ne hallere düştüğümüze veya haysiyetimizi ayaklar altına alan iktidarlar altında onyıllar geçirişimize bakarak biraz daha alçakgönüllü olabilirdik belki. Ne gezer… Üstelik, günün kudretlilerinin çoğunlukları bastırmak, sindirmek, kandırmak için kullandığı araçlar da pek o kadar yeni ve özgün sayılmaz. Bizzat beyinlerimizi “hack’leme” imkânını -insanlık tarihinde ilk olarak- sunan, ama henüz ortamı belirleyecek kadar yaygınlaşmamış, derinleşmemiz algoritmalar ile yapay zekâ araçları dışında.

Duvar’da yayımlanan son yazımda, bugünün kullanışlı manipülasyon ve baskı aracı “terörist” kavramını konu etmiş, kavramın “cadı” sûretinde olgunlaştırıldığı zamanlardan bahsetmiştim. Matthew Kneale’in bilgi kaynağı olarak kullandığım kitabında (Bir Ateistin İnanç Tarihçesi, çeviren Şahika Tokel, İletişim Yayınları, İstanbul 2015) mevzunun devamı da var; bugünün bıktırıcı, seviyesiz iktidar dümenlerinde faydalanılan başka bir aracının da modern dönemin orijinal icadı olmadığını ortaya koyan.

Matbaa Avrupa toplum hayatına girmiş, kitaplar çoğaltılıp yayılabilmeye başlamıştı. Duvar’daki yazımı okuyanlar hatırlar, daha sonra zimmetine para geçirmekle suçlanacak bir Alman Dominiken Engizisyon Mahkemesi üyesi, Heinrich Kramer, her yeni buluşun insanlığın ille de hayrına olmayacağını kanıtlayarak, cadılar üzerine kitap yazdı ve bu kitap yayıldı. Kneale şöyle anlatıyor: “Halk, cadıların yaşamının her ayrıntısından haberdar oldu ve komşularındaki emareleri gözleme imkânına kavuştu.” Yani şu şaibeli din adamı, yalnız cinayet, linç ve katliamları meşrulaştırmakla, teşvik etmekle kalmamış, mekânı ve gündelik yaşamı paylaştığı ötekilere karşı insanları şüpheye, korkuya, velhâsıl toplumu tekinsizliğe sürüklemiş, muhbirliğin yaygınlaşmasına, ahlâk düşkünlüğüne yolaçmış. Genellikle dine dayalı bu tip marifetlerin yolaçtığı, bugün artık hepimizin pek iyi bildiği gibi. Cadılar hakkındaki “bilgi”nin ve sürek avının yaygınlaşması, halkın, kaynağı yanıbaşında, aynı evin içinde bile olabilecek ve ne zaman nasıl ortaya çıkacağı belirsiz tehlikelerle yüzyüze bulunduğunu sanmaktan duyduğu sürekli korku içerisinde, bir nevi sosyal paranoya halinde yaşaması, apaçık bir dehşet = “terör” hali. Yani bugün olduğu gibi, avlanmaya çalışılanlar değil avcılar, gerçekte bu işleri icat edenler, yürütenler teröristti. Başta muktedirler ve genellikle hakim oldukları devletler.

1400’lerin sonlarında cadı avı sistematik hale geldiğinde, kimi Engizisyon üyeleri cadılıkla suçlayıp işkence ederek öldürdükleri insanların malına mülküne de elkoyarak, yaydıkları terör dalgasının kendilerine sağladığı iktidar gücünü maddiyata dönüştürmeyi de ihmal etmiyorlardı. Etrafta ne kadar çok cadı bulunursa Engizisyon ve muktedirlerin asıp kesmesi o kadar meşrulaşıyor, kirli oyun bir yandan ideolojisini de geliştiriyor, yerleştiriyordu. İşkence edilen insan masumsa tanrının onun yardımına gelmesi gerekirdi; gelmiyorsa “şüpheli” belli ki cadıydı! İşin kötüsü, suçlananların bir kısmı da bu havaya girmişti: tanrı niçin onları kurtarmaya gelmiyordu? Beklentinin boşa çıkışının yarattığı moral çöküntüsü ve katlanılması çok zor işkencelerin verdiği acı ve azap içerisinde, şeytanla cinsel ilişkiye girdiklerini, çocukları kızartıp yediklerini itiraf etmeye, etraflarındaki “başka cadıları” sayıp dökmeye girişiyorlardı.

İhbar şarttı. Zira cadılar “gruplar halinde çalışıyor”lardı ve köklerini kurutmadan bu iş hallolmayacaktı. Avlanacak canlılar avcıların arzusuna göre istendiği gibi çoğaltılabildiğinden, herhangi bir sınır yoktu.

İşte geldik, “tehlike” yaygınlaştırıldıkça belki de kaçınılmaz olan geniş ufka: “Daha çok cadı keşfedildikçe doğal olarak Avrupa’nın istila edildiği varsayımı güçlendi. Bu tehditle baş edebilmek için daha enerjik mücadelelere yönelik talep doğdu ve bu da sonunda daha çok kişinin cadı olduğunu itiraf etmesine yolaçtı.” Yazar, “Bu çılgınlık,” diyor, “kendi ivmesini geliştirmişti.

Hep böyle olmaz mı? Toplumsal meselenin kaynağı, bulunup imha edilirlerse her şeyin hallolacağı birtakım gizli musibetler olarak tanımlanmayagörsün, bu musibetler her yerde aranmaya ve bulunmaya başlanmaz mı? “Terörist” böyle bir musibettir. Lâkin kendi başına ıssız yaylalarda, kuytu ormanlarda, erişilmesi zor dağbaşlarında dolaşmaz. Onu bir üreten, büyüten, besleyen ve işe koşan bulunmalıdır. Ve kendini “temizleme” peşindeki toplumun -aslında onun bir kısmını imha ederek öbür kısmını tutsak etme peşindeki muktedirlerin- durup dururken kendi içinden bünyeyi çürütücü, öldürücü mikroplar üretiyor olması da tatsız senaryodur.

Dolayısıyla, dışarıdan birileri bu işe el atmış olmalıdır: “Bu çılgınlık”, cadı avı zamanı, “Kuzeybatı Almanya’da başlayıp yavaş yavaş her yöne yayılmıştı. (…) [C]adılar sadece yerel bir sorun olarak değil, ‘Hıristiyanlara yönelik muazzam komplonun bir parçası’ olarak görülmekteydi.

15. yüzyıldan sözediyoruz ama ne kadar tanıdık sularda yüzüyoruz! Yazarımız, siyasete batmış bizim gibilerin genellikle hakkını vermediği bir vahim meseleye getiriyor sözü, “Kimdi bu talihsizler?” diye sorarak. Ve kimlerin, hangi sıradışı özelliklerinden ötürü cadılıkla suçlanıp işkenceyle öldürüldüğünü sıralıyor. Şöyle diyor: “Dilencilerden, sarhoşlardan, tuhaf, aksi ya da cinsel açıdan farklı olanlara dek kalabalığın dışında duran herkes bir gün suçlanabilirdi” (vurgu benim -ük). Devamı daha da ilginç: “…[S]on derece ilginç biçimde kurbanların arasında fazla iyi olanlar da vardı: Öğretmenler ve yargıçlar gibi belki de rahatsız edici biçimde olağanüstü erdemli olanlar vardı. En güvenlisi basitçe sıradan olmaktı. Ya da -bu hiç şaşırtıcı değildir- güçlü” (vurgular yazarın).

Böylece çemberi tamamlayabiliyoruz: İktidara kesin olarak boyun eğmiş birörnek tebâ meydana getirmeyi engelleyenler, yok edilmesi gereken cadılardır ve onları üreten bizim temiz bünyemiz değil, çok dışarılardaki bir kötücül kudret sahibinin -şeytanın- yönettiği, az dışarıdaki birileridir. Bütün musibetin yöneticisi olarak tek başına şeytan yetmez. Çünkü o yeni yeni eylemleriyle ahalinin hep yeni baştan kendisine karşı kışkırtılabileceği, somut zarar verilebilecek yaratık değildir. Ayrıca insanlar da -en sofuları dahil-, iş ciddîye bindiğinde, sanıldığından çok daha gerçekçidir.

Şu kanlı akıntılara kapılıp kendini başarılı yüzücü sananlara inat, akıntıya karşı durabilenlere moral olsun diye, Kneale’in şahane kitabından bir paragrafı aktararak bitireceğim: “Neden kimsenin sağduyu çağrısı yapmadığını sorabiliriz. Yeni düşünce çağında neden hiç kimse Avrupa’nın gökyüzün[ün] süpürgelere binmiş giden, çocuk katili şeytana tapanlarla dolu olmasının mümkün olmadığını söyleyip itiraz etmedi? Bazıları bunu yaptı ama sayıları fazla değildi. 1563’te cadı çılgınlığının zirvesinde Hollandalı bilim adamı Johann Weyer (…) en çok cadı olmakla itham edilenlerin melankoliden ya da zihinsel hastalıktan mustarip kadınlar olduğunu ileri sürdü. Emekleri karşılığında bizzat Weyer de cadılıkla itham edilmişti. Bu denli güçlü bir panik akıntısını yargılamak ve karşı çıkmak tehlikeliydi.”

Eğer şeytan sahiden varsa, galiba tek bir dokunuşla her şeyi halletmiş: İnsanın ruhuna şu kendini bilmezliği zerk edip çekilmiş, işine bakmış. Ulan, sen bir yandan Rönesans’lara kalkışırken öbür tarafta cadı avlayan bir şuursuzsun! Radara yakalanmayan uçağıyla, kıtalararası füzesiyle, İHA’sıyla, SİHA’sıyla, akıllı mermisiyle bilmemnesiyle övünen zamâne muktediri, sen de aha şu cadı avcılığından bir adım ileri gidememiş bencil ve zalim dangalağın tekisin! Ne şişiniyoruz ki?..