Nazan Bekiroğlu'ndan Kehribar Geçidi: İrkilmezsek ruhumuz çürür

Nazan Bekiroğlu ile Timaş Yayınları tarafından yayımlanan romanı, 'Kehribar Geçidi'ni konuştuk. Bekiroğlu, "Yazdığınız roman okumak istediğiniz romandır" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Yazar ve akademisyen Nazan Bekiroğlu'nun yeni romanı 'Kehribar Geçidi', Timaş Yayınları tarafından yayımlandı. 1997 yılından beri hikâye, deneme, roman ve incelemelerini yayımlayan Bekiroğlu, 2006 yılında 'Cam Irmağı, Taş Gemi' adlı hikâyesiyle Türk Yazarlar Birliği hikâye ödülünü aldı. 

Bekiroğlu ile okuyucularını Forum’un, Colosseum’un, Senato’nun, Tiber ırmağının, Şifa Tapınağı’nın, sonradan kaybedilmiş veya hiç edinilmemiş özgürlüklerin, hitabetin, yazmaların, lâhitlerin, şifalı otların, kurtların kuşların, dağların, en dehşetli dövüşlerin, toga picta’nın ve dikenli deniz salyangozlarının arasında uzun bir yolculuğa davet ettiği romanını konuştuk. 

Uzun yıllardır güçlü bir edebiyatçı olarak Türkiyeli okura farklı perspektifler sunan eserler yazdınız. İlk eserlerinizde geleneksel anlatıları, mitolojiyi ve tarihsel kişileri zamanın ruhuyla yeniden ele aldığınızı söylemek mümkün. 'Kehribar Geçidi'yle edebi anlayışınıza yeni bir katman kattığınızı düşünüyorum: Tanıklık. Usta bir edebiyatçının anlatısını tarihselleştirmesi, hatta tarihin tekerrür etmesi fikriyle birleştirerek zamana tanıklık etmesi olarak değerlendiriyorum romanı. Edebiyatın bu yanını, tanıklık ve geleceğe bırakacakları üzerine fikrinizi sorarak başlamak isterim... Bu romanı günümüze dair de yazılmış bir anlatı olarak okumak, okurken de geçmişle olduğu kadar bugünle de yüzleşmek mümkün. Yüzleştiğimizin de “güçten zehirlenmek” olduğunu düşünüyorum. Bu romanı kaleme alırken “tanıklık, yüzleşme, geleceğe kayıt düşme” motivasyonlarınız var mıydı?

Bugünü anlamak için bakılacak en uygun yerin dün olduğunu, yarını anlamak için de bugüne bakmak gerektiğini düşünürüm. Çünkü tarih kendisini sürekli tekrarlar ve bundan en temel ama en kabadayı ilke çıkar. Kınayan, kınadığının yerine nasıl geçer? Bu, her zamanın tanıklığını içerir. Zaten 21. yüzyıl Türkiye’sinde erken Hıristiyanların hikâyesi kimi ilgilendirir diye düşünmeden, bana yazma arzusu veren şey bu temel ilkenin katmanlı zenginliğine duyduğum güvendi.

'YAZDIĞINIZ ROMAN, OKUMAK İSTEDİĞİNİZ ROMANDIR'

İyi edebiyat görüneni olduğu gibi anlatmaktan çok, anlatma yollarını bulmaya dayanıyor. Göstermek değil, hissettirmek; bağ kur(dur)mak ve okurda bir uyanış, aydınlanma yaratmak da bunun parçası. Romanınızın gelecekte “bugüne” dair bir anlatı olarak değerlendirileceğini ve bu noktada edebiyatınızda bir değişim olduğunu düşünüyorum. Elbette sizce de öyleyse değişen nedir?

'Nar Ağacı'ndan bu yana bu değişimi taşıyorum. Aslında bir romana başlarken bu kadar ince hesaplar yapamıyorsunuz, öngörünüz kısıtlı ve buna ihtiyaç da duymuyorsunuz. Sadece anlatmak istiyorsunuz. Yazdığınız roman okumak istediğiniz romandır sonuçta. Yazma sürecindeki bütün fark edişlerime rağmen 'Kehribar Geçidi'nde ortaya ne çıktığını henüz almaya başladığım dönütler üzerinden ben de yeni yeni fark etmeye başlıyorum.

Son dönem dünya edebiyatında oldukça yaygın bir yazım tekniği olarak karşımıza çıkan bir yöntem var: “Rewriting” (yeniden yazım). Sizin zaten aşina olduğunuz bir kavram. Yusuf ile Züleyha’da çok yetkin bir örneğini vermiştiniz. Kehribar Geçidi için düşünmeye başladığınızda Yedi Uyurlar’a yaslanmak nereden aklınıza geldi? Bu menkabenin (anlatının) sizin dünyanızda özel bir yeri mi var? Bu anlatıyı bugüne taşıma nedeninizi biraz açar mısınız?

Beni Yedi Uyurlar’ın daha çok toplumsal yanı ilgilendirdi. Bu yüzden Batı versiyonunu tercih ettim. Çünkü bir imparatorluk olarak Roma bu işleyişe çok müsaitti. Diğer yandan zamanlar arası geçişlerin büyüsüne kapılmış biri için uyanışın travması çok cazipti. Nitekim ilk taslaklarda hikâye, ağırlıklı olarak büyük uykudan önceki dönem üzerinden ilerliyordu ve kahramanların uyanmaları, akçelerinin geçersiz olduğunu fark etmeleriyle bitiyordu. Fakat anlattıkça ağırlık merkezi uyanıştan sonraki toplumsal ve bireysel sarsıntılara kaydı.

Yedi Uyurlar’ın mesajının bugün de geçerli olduğunu düşünüyor musunuz? Bu bağlamda, geleneksel anlatıların günümüzde yeni bir biçimle anlatılmasının “insanın da pek çok açıdan değişmediğini” düşündürmesi mümkün mü? Siz de böyle mi düşündünüz?

Elbette. Geleneksel anlatılar çok kıymetli, kıymetleri her toplumda her zamanda ortak olan ilkeleri, bireysel ve toplumsal davranış kalıplarını vermelerinden kaynaklanıyor. Bu yüzden yeniden üretime çok müsaitler. Yedi Uyurlar da edebi anlamda her yeniden üretilişinde dönemsel olarak “güncelleniyor”. Nitekim Özlem Sert, 'Umudun Tarihine Yolculuk' adlı etkileyici çalışmasında bu metnin farklı dillerde, dinlerde, mezheplerde benimsenip yeniden üretildiğine dikkat çekerek “Yedi Uyurlar efsanesinin yeniden üretildiği her metin, resim ya da muska, dönemin toplumsal yapısı ve siyasi dengelerinin izlerini taşır” diyor.

 

'TÜRCÜ DEĞİLİM, VARLIĞI BİR BÜTÜN OLARAK KAVRAMAK İSTERİM'

Romandaki “erdemli köpek” için de için özel bir sorum var; romandaki adıyla “Kehribar” elbette Yedi Uyurlar’la birlikte uyuyan “Kıtmir”. Ve romandaki “uykusuz”lardan. Üstelik roman insan merkezli bir anlatı olmaktan da çıkıyor Kehribar sayesinde. Kehribar’ın yoldaşlığı çobanın iç dünyasına çok şey katıyor. Kehribar’la çobanın dostluğu hem Kıtmir’i hem de sizin hayvanlarla ilişkinizi düşündürüyor. Bir hayvanı anlatmak sizin için zor olmasa gerek. Efsanedeki işlevini ve romandaki karşılığını düşünerek soruyorum: Kehribar’ın anlatıdaki işlevini ve yerini biraz anlatır mısınız?

Anlatının Batı versiyonunda köpek fazla önemsenmiş gibi görünmüyor. Müslüman dünyada kendisine daha itibarlı bir yer buluyor. Gerçi edebi düzlemde, köpeğin taşlandığı hatta ayağının sakatlandığı anlatılar da var fakat bunlar azınlıkta. Hele halk arasında Ashab-ı Kehf’le birlikte Kıtmir’in isminin uykusuzluk, korku, endişe, hastalık gibi durumlardaki olumlu etkisine inanılıyor, bu tür levhalar ve muskalar gemicilerin koruyucusu sayılıyor ve böyle pek çok şey. Benim en sevdiğim ise, korkulan bir köpeğin kulağına eğilip “Kıtmir’in sana selamı var” dendiğinde onun sakinleşeceğine duyulan inanç. Bu da romana girdi zaten. Kehribar’a gelince, bu romanın sekiz yıl önce yazılan ilk sahnesi kahramanlardan birinin onunla karşılaşması anıdır ve bu benden beklenilesi bir şeydir. Türcü değilim. Varlığı bir bütün olarak kavramak isterim. Hem doğuda hem batıda geleneksel dönemlerde insanın evrendeki egemenliği meselesinin ağır bir deformasyona uğrayarak yorumlanageldiğini zannediyorum. Modernite de üzerine tüy dikmiş. Oysa azatlı kölenin ve çobanın düşünceleri benim de düşüncelerimdir ve köpek köpek olmadan, kurt kurt olmadan, insan katil olmadan önce; panterin ceylana saldırmadığı kutlu bir zaman bu dünyada olmasa da mutlaka vardır. Bu yüzden çöle düşen Mecnun’un, yüzünde sırlı bir tebessümle ve kucağında kaplan ve ceylanı bir arada tuttuğu o minyatür benim için çok değerlidir. Cinnet ve cennetin birleştiği nokta.

Felsefi metinleri de anmak gerekir; kimi felsefi yorumların da etkisini görüyoruz romanda. Bu izlek sizin tüm eserlerinizde mevcut zaten. Bu kez neler keşfettiniz bu metinleri yeniden okurken?

Ruhun ölümsüzlüğü, bedende kendini hapishanede hissettiği, ölümün gerçek yaşamın başlangıcı olduğu, yaşayanların asıl ölüler olduğu; bilmenin hatırlama, aşkın da ruhlar âlemindeki tanışını hatırlama olduğu gibi pek çok izlek -dediğiniz gibi bunlar benim daha önce de sahiplendiğim çok tanıdık ilkelerdi- bu kez romanın dünyasına uygun olarak Platon’daki yorumuyla Pythagorasçı ve Orpheusçu gelenek üzerinden geldi. Cicero’da da çıktı karşıma Seneca’da da. Bildiğim şeyi onlarda da bulmaktan memnun kaldım ve sahiplendiğim gerçeklerin bu erken yorumlarına dört elle sarıldım. Gerçeğin tekliği, ona giden yolların ortak kaynağı ruhumu kamaştırdı. Scipio’nun Düşü’nde Mevlâna’nın kozmik bakış noktasını buldum.

Romanı ilk okuduğumda (henüz yayımlanmadan okuyan şanslılardan olduğumu gizlemeyeceğim) notlarıma “alışkanlık yarası”nı büyük harflerle yazmışım. “Bundan irkilmemek ruhun çürüdüğü anlamına gelir” diyorsunuz devamında. Alışkanlıklar, inançlar ve doğrularımız zamanla değişiyor. 'Kehribar Geçidi' ise körü körüne inanmanın zalimliğe varabileceğini hatırlatıyor. İnsan zalim olan yanını nasıl keşfeder? Keşfettiğiyle nasıl baş eder?

“Alışkanlık yarası”nı Colosseum vahşetine hazla koşan güruh için kullanmıştım. Augustinus, 'İtiraflar'ında bir arkadaşında gözlemlediği sapmayı anlatır. Önce isteksiz olan genç bir kez seyrettikten sonra gladyatör oyunlarının tiryakisi olmuştur. Daha eskilerden Seneca 'Mektuplar'ında, bir infaz işlevi gördüğü anda dahi bu seyirliğin, seyredenin ruhunda oluşturacağı aşınmaya dikkat çeker: “Hadi o adam birini öldürdüğü için cezayı hak etti; peki sen zavallı adam, sen ne yaptın da bunu izliyorsun?” Kişi kendi keşfini nasıl yapar, bununla nasıl baş eder? Dostoyevski bununla çok uğraşmıştı. Bense tekrar Seneca’ya döneyim. O, bundan irkilmemeyi bir ahlak bozukluğu olarak değerlendirir ve ona göre “Ahlakın böylesine bozulduğu bir yerde nasırlaşmış kötülüklere, alışılmıştan daha şiddetli bir tokat, bir ceza istenir.” Colosseum’daki yıldırım sahnesi, ahlakın bu kadar bozulduğu yerde, ilahi adaletin bu dünyada da tecelli ettiğini görmek isteyen birinin sayfalarıdır.

'BEN 'KEŞKE'LERİ ÇOK FAZLA OLAN BİRİYİM VE SÜREKLİ 'İYİ Kİ YAPMIŞIM' DENMESİNDEN DE İRKİLİRİM'

“Kusurlu sikke” romandaki taşıyıcılardan biri. O dolaştıkça hikâye açılıyor, onun girip çıktığı yerlerde hakikat beliriyor sanki. Romanın başında da vurguluyorsunuz zaten. “... pırıl pırıl sikkelerin arasına kusurlu bir tanesi karıştı. Fark eden olmadı, eden de ses çıkarmadı. Tanrı bilir niye? Ta ki kusurlu sikke heybeden heybeye, keseden keseye, kasadan çekmeceye girip çıkarak bütün Roma’yı dolaşsın; hikâyeyi hikâyeye, uykusuzluğu uykuya, yolcuyu yola, rüyayı rüyete ve erdemli bir köpeği yedi kişiye eklesin diye.”

“Kusur” kavramının romanda çok önemli olduğunu düşünüyorum. İnsanların zayıflıkları, farkında olmayışları ve bunun üstünü kapatmak için uğraşmaları. “Kusurlu sikke” belki de bu nedenle var oldukça kusurların kapanmayacağını gösteren bir araç. Sizce insan zaten kusurlu değil midir? Kendimizi kusursuz sanmak ya da kendimizi kusursuz göstermeye çalışmak romandaki karakterlerin bazılarında ortaya koyduğunuz gibi insanı kibre mi sürüklüyor?

Kusur kaçınılmaz, insan neticede ruh ile iki dirhem et arasında biçimlenmiş. Bunun sebeplerini düşünmeyi, mahiyetini anlamaya çalışmayı çoktandır bıraktım bu yüzden, daha çok sonuçları üzerinde durmayı yeğliyorum. O da kusurun -götürdüklerinden çok- hayatımıza ne kattığıyla ilgili. Daha doğrusu bu katkıyı fark etmekle ilgili. Bir kusur bilinci geliştirmek yani. İçimizden, hiç kimseyi ağlatmadım diyebilecek bir kişi çıkar mı? O zaman meşhur klişeyi yabana atmamak lazım. “Keşke mi iyi ki mi?” Ben “keşke”leri çok fazla olan biriyim ve sürekli “iyi ki yapmışım” denmesinden de irkilirim. Başka türlü hem bireysel hem toplumsal anlamda gelişme, arınma, ilerleme nasıl sağlanır?

'Kehribar Geçidi'nde, mağdurdan mağrura dönüşen insanların olumlu olmayan değişimini anbean okuyoruz. Siz de bu zulme tanıklık etmemizi sağlıyorsunuz. Bu kadar hacimli bir anlatı kurarken ve aslında geçmişi bugüne tanıklık ettiğini, bugünün de yarını anlatacağını bilirken taraf tutmamak mümkün mü?

Taraf olmak meselesi üzerinde durmak isterim. Tarihin olaylarını aktarırken soğukkanlı ve tarafsız olmam gerektiğini, onları bugünün kavram ve terimleriyle yargılamamam gerektiğini en fazla akademisyen yanımla biliyorum. Eski insanların algılarıyla bugünküler bir değildir. Kurumları da algılar yaratır. Amenna. Ama ben tarihçi değil romancıyım ve açıkça taraflıyım. Çünkü her zamanda, mekânda ve toplumda geçerli olan bir insanlık ülküsüne ve doğruluk ilkesine inanıyorum. Bu romanın onca meselesi arasında asıl söylemek istediği budur. Geçmişin vahşetlerine bugün duyduğumuz tepki bazılarının iddia ettiği gibi modern zamanların kişisel hak ve özgürlükler kavramlarını bugünkü manasıyla tanımayan bir topluma giydirmek, onları o kavramlar adına yargılamak anlamına gelmez. Çünkü bunlar modernitenin kavramsallaştırdığı haliyle değilse de evrensel mahiyetleriyle o zaman da vardı.

Tarihi bilgiyi tarih biliminin yöntemleri doğrultusunda değerlendirmek akademinin işidir. Ancak onu evrensel insani değerler adına yargılamak sanatçının işidir ve bu yargı insanlığın ilerlemesi için gereklidir. Zamanın şartları tarihi olayları anlamamızı sağlayabilir ama onaylamamızı şart koşamaz. Bilimle sanat, tarihle roman burada ayırır yollarını. Ve bunun günümüz dünyasına yapacağı katkı çok değerlidir. Örneğin gladyatör oyunlarının spor mu kanlı bir vahşet mi olduğunu tartışmak bile bence vahşetin ta kendisidir (günümüzde av da öyle). Bunu anlamaya çalışmam. Üstelik yalnız da değilim. Örgütlü şiddeti kendi dönemlerinde de tepkiyle karşılayanlar vardı. Bunu anlamak için Seneca’ya, erken dönem kilise yazarlarının Roma zulmüne dair yazdıklarına ve “cadı avı” sürerken bir yandan da kimi rahip olan yazarların itiraz ve eleştirilerine bakmak yeterli. Neticede onlar da bugünün değil o zamanın insanlarıydı ama dayanamamışlardı.

'ROMANCI ABARTMAYI SEVİYOR, AKADEMİSYEN İSE MAKUL, GRİ ALANLARI SAYGILI'

Akademiye de vurgu yaptığınız için buradan devam edeyim. Tarihi roman yazarlarının “akademik bilgiyle” ve “anakroni”yle gerilimli bir ilişkileri vardır. – Olması gerektiğini de düşünüyorum- Bu gerilimi nasıl aştınız?

Bir romancı olarak, ilgilendiğiniz alandan bir akademisyenle karşılaşmanız çoğu zaman tedirgin edici. Romancı abartmayı seviyor çünkü çatışma peşinde. Bu da siyahları daha siyah, beyazları daha beyaz vurgulama hevesi doğuruyor. Akademisyen ise makul, gri alanlara saygılı. Roma’nın bir gecede çöküşü, “barbarlarca” bir gecede yağmalanması, yakılması; Büyük Takibat’ta Hıristiyanların hepsinin diri diri yakılması; Hristiyan egemenliğinde bu kez tapınakların tümünün yıkılması, paganların takibata uğraması romancı olarak işinize geliyor. Ama öyle değil işte ve akademisyen bunun böyle olmadığını biliyor. Hele de akademisyen bir romancı için durum iyice sıkıcı. O zaman anakroni ya da seçme yapmanız gerekiyor, bilinçli sapma. Ya da yeni bir tez, romanı tehdit ediyor. Belki de karşılaştığım asıl zorluk buydu. Breisach, “Yaşam iyi bir dramın kurallarına uymaz, çünkü büyük değişimler kısa zaman aralıklarıyla meydana gelmez” diyor. Tarihi roman yazanları anakroniye zorlayan şey -ideolojik sapmaların dışında- bence tam olarak bu.

Romanın “halka”lardan oluşan yapısı üzerine konuşalım isterim. Bunun zamanın döngüselliğine yaptığı vurgunun yanı sıra insanların arasındaki görünmeyen bağlara ama daha çok da eylemlerimizin birbirimizi dalga dalga etkilediğine anlatmak için çok iyi bir yol olduğunu fark ediyoruz. Üstelik bunda da biraz geleneksel anlatıların çerçeveli yapısı kendini hissettiriyor. Romanın bu anlatım tekniğine nasıl karar verdiniz?

Bu hacimli romanda -ki binlerce sayfadan geliyorum- teorik açıdan pek çok kavram ve terimin bir problem olarak daha en baştan karşıma dikildiğinin farkındaydım. Halledilmesi gereken olay vardı, hikâye vardı, kurgu vardı, kompozisyon vardı, denge ve ritim vardı. Olay ve hikâye en kolay olan kısmıydı, onlar su gibi akarak geldi zaten. Hatta fazlasıyla geldi ve romanla anlatmayı ayırdığım yerde pek çoğunu budamak zorunda kaldım. Ama kurgu ve kompozisyon için biraz düşünmem gerekti. Kurguyu kusurlu sikkenin yolculuğuyla sağladım, kompozisyonu Michalengelo’nun bir tablosundaki piramidal yapıdan esinlenerek kurdum. Ama hepsinin ötesinde bu girift akıştaki fiziksel bölümlenmeyi sağlamak da gerekliydi. Bunu sağlarken baş belirleyici zaman ama o zamanın içindeki ritim de oldu. Ben romanı da bir iç ritim işi olarak görürüm. Roman da inişleri çıkışları, tepeleri vadileri olan bir akıştır ve bunların da nihai bir dengesi, katharsisi var. Sizin değindiğiniz dalga hareketleri. Bunu da kısım ya da bölümden daha çok “halka” sözcüğü karşılayabildi. Bu yüzden örneğin MS 302-303 ayrı bir halka oluştururken yine 303 başka bir halkanın içinde kaldı.

'BENİMSEDİĞİM ROMANIN BİR GEOMETRİSİ VAR'

Yazmak ve anlatmak biraz ayrışıyor sanki...

Romanın, en azından benim benimsediğim romanın bir geometrisi var. Bütün içinde bir yeri olmayan her şeyi çıkarıp atmak gerekiyor acımadan. Anlatmak ise böyle bir baskı hissettirmiyor. Örnekse; roman, bir Tiber tezgâhındaki baharatlardan en karakteristik olan üç-beşinin adını sayarak geri kalanını ima etmeyi gerektirir. Anlatmada ise istediğiniz kadarını sayabilirsiniz. Ben bir ruh kamaşmasıyla, abartılı bir ihtirasla o zamanları öylesine görmek istedim ki rastladığım her ayrıntıyı, gözümün önünde canlanan her sahneyi bu romana yığmak yani “anlatmak” istedim. Müsveddelerimdeki binlerce sayfanın sebebi bu. Fakat sonra, yazdığımın bir roman olduğunu hatırladım. O zaman budama işlemi başladı. Mamafih aksi keçinin, dört kurt yavrusunun hikâyeleri, bunları çıkarmayı da çok düşündüm ama kıyamadım. Kalsınlar dedim, ne olursa. Yine de gerisi tufan deyip tezgâhtaki kırk çeşit baharatın adını sayarak anlatmayı dilerdim. İşte bu yüzden müsveddelere talip olan okuyucu önemlidir.

Siz her zaman çok titiz bir dil işçisi oldunuz. Her sözcüğü, her cümleyi ince ince düşünen, eleyen bir yazar olduğunuzu biliyorum. 'Kehribar Geçidi', eserleriniz içinde bana kalırsa en yalın romanınız olmakla birlikte, anlatı gücünüzün en parlak olduğu roman. Yalınlaşmak üzerine konuşalım mı? Yalınlaşmak, sözü fazlalıktan arındırmak özgürlük ve rahatlık kazandırdı mı size?  

Benim yazı serüvenim 'Mimoza Sürgünü'ndeki “Ben artık düz cümleler kurmak istiyorum” cümlesinden sonra çok ciddi bir dönüşüm geçirdi. Bunu göze almak kolay değildi ama başka türlüsü de mümkün değildi. Bu yüzden edebi hayatımın 'Nar Ağacı'ndan önce ve sonra olmak üzere iki döneme ayrılması gerektiğinin farkındayım. 'Nar Ağacı'nda beliren bu dil, bir “ara roman” saydığım 'Mücellâ'da kendisini bir daha sınadı ve 'Kehribar Geçidi'nde artık geri dönülemeyecek noktaya geldi. Arkada bıraktığım ve bazen “süslü” olmakla itham edilen dile elbette vefa borçluyum, çünkü hayır süs için değildi, öyle hissediyordum. Ama zaman ve olgunlaşma, taşkın akan ırmağın durulmasına ve berraklaşmasına sebebiyet verdi ve bundan memnunum.

Sorularımda geleneksel anlatılara çok değindim; ama bu romanın başka kaynakları olduğu da aşikâr. Hacimli eserlerin ve araştırmaların kitaplığınıza yerleştiğini ve sizin de uzun ve detaylı okumalarla çalıştığınızı düşünüyorum. Etkilendiğiniz, beslendiğiniz eserlerden bahseder misiniz?

Romanda dipnot düşmek mümkün değil ama izniniz olursa burada telif ya da çeviri muhtelif eserlerinden çokça beslendiğim, biri hariç hiçbiriyle tanışmadığım birkaç akademisyeni ve yazarı zikretmek ve gıyaplarında kendilerine teşekkür etmek isterim. Turhan Kaçar, Çiğdem Dürüşken, Bedia Demiriş, Efrumiye Ertekin, İlhami Tekin Cinemre, Erkan İznik, Fikret Yegül, Kemal Bakır, Haydar Akın, Tuğçe Ünver aklıma ilk gelenler. Tabii ihtişamlı eseriyle Edward Gibbon’u ve onunkine karşıt teziyle Peter Brown’u da sayısız kaynağım arasında ilk sıralarda anmam gerekir. R. H. Barrow ve T. D. Barnes’in de süreçteki yerleri ayrı. Son olarak mutlaka fark edilecektir, bu roman Dostoyevski’ye, özellikle 'Karamazov Kardeşler'e de çok şey borçlu. Rüyetteki başyargıcı doğrudan Karamazovlar’daki Büyük Engizisyoncu’ya bağlanır. Bir de, bir ara “Saramago’nun Köpekleri” diye bir yazı yazmayı düşünmüştüm, bilirsiniz onda da köpekler önemlidir ve değerlidir. “Erdemli köpek” tabiri doğrudan Saramago’dan gelmektedir, bunu da burada beyan etmiş olayım.

'HÂLÂ KALEMLE, DEFTERLERE YAZIYORUM'

Sizin çalışma, yazma biçiminizi tanımak / tanıtmak için birkaç sorum daha var. Bence her ne olursa olsun, ortaya çıkan eser belirleyicidir ama yazarların çalışma yöntemleri hem okurlara hem de yazmaya başlayanlara ilginç ipuçları veriyor. Nasıl yazıyorsunuz?

Hâlâ kalemle, defterlere yazıyorum. Sonra bilgisayara geçiriyor ve asıl düzenlemelere başlıyorum. Roman, o zaman romana dönüşüyor. İlk haliyle benim defterlerim birinin eline geçse kimse onlardan bir roman çıkaramaz. Ve bu, içimde apayrı bir roman konusu olarak duruyor. Aynı yapbozun biri romancının zihninde diğeri ele geçirenin elindeki parçalarından çıkacak iki “aynı” romanın birbirinden ne kadar farklı olabileceği.

Bu nedenle başka yazarlarda da beni en çok “yazma” anları ilgilendiriyor. Deftere kalemle yazmalarını, defterlerini görmek isterdim ve hâlâ romanların kendisinden çok yazarlarıyla yapılan söyleşileri seviyorum.

Sizin için uzun bir çalışmanın okur için de uzun bir bekleyişin sonunda 'Kehribar Geçidi'yle buluştuk. Sekiz yıl uzun bir zaman, çok şey olmuş olmalı. Bu süreçten sizde kalan, bizimle paylaşacağınız ilginç anlar, anılar vardır. Çalışma yönteminizi de biraz aralayacağı için kıymetli buluyorum bu tür anıları... Birkaçını anlatır mısınız?

Antik dünyada morun nasıl üretildiğine dair okurken beni güldüren bir şey de oldu. Bir makalede deniz salyangozunun hypobrankial bezinin salgısından bahsediliyordu. Küçük kızım biyomühendis. Ona yazdım, “Bunu biliyor musun?” diye. Okuduğum sayfanın görüntüsünü de gönderdim. Formüllerle dolu, epey teknik bir makaleydi. Az sonra bir mesaj geldi: “Anne sen ne okuyorsun?”

En tuhaf anılarımdan biri de Roma Hukuku ders kitaplarını hatmedip hızımı alamayınca internette karşılaştığım bir vize sınavını cevaplamam olmuştu. Geçer not da aldım. Sanırım bir roman yazarken yaptığım abartılı akademik araştırmanın ihmal edilmiş akademik ihtiyaçlarımla bir ilgisi var. Yazmak kadar araştırma serüvenini de seviyorum. Ve bugünlerde ortak reflekslerine bakarak, akademisyen romancılar diye bir damardan söz etmenin mümkün olup olmadığını düşünüyorum.