Nâzım Hikmet, Tevfik Fikret ve Nâmık Kemal’den Şarkiyatçılığa itiraz yazıları: Avrupa Şark’ı Bilmez
Zeynep Çelik'in 'Avrupa Şark'ı Bilmez' çalışması Koç Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlandı. Çelik'le 'Avrupa Şark'ı Bilmez'i konuştuk.
Hakan Güngör
DUVAR - 'Avrupa Şark’ı bilmez.' Bu itirazı, tam da bu haliyle yapan Nâmık Kemal’di. Nâmık Kemal 1872’de bu tepkiyi verdiğinde, aslında karşı çıktığı şey elbette ki Şarkiyatçılık idi.
Edward Said meşhur eseri 'Şarkiyatçılık'ı yazana dek, bu konuyu ele alan, tartışmaya açan, bu yaklaşıma karşı çıkan çok sayıda yazı yazılmıştı. Ancak yazılar bazen öfke, bazen sitem, bazen polemik boyutundaydı. Batı, Doğu’yu gerçeklikten uzak, abartılı, saptırılmış şekilde aktarırken bu tutuma karşı çıkılıyordu ancak sistematik bir çalışma yapılması uzun yıllar mümkün olmadı.
Zeynep Çelik, Koç Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan 'Avrupa Şark’ı Bilmez: Eleştirel Bir Söylem' adlı kitabında, 1872-1932 arasında Şarkiyatçılık anlayışına karşı çıkılan yazıları derliyor. Nâmık Kemal, Tevfik Fikret, Halid Ziya, Nâzım Hikmet gibi isimlerin yazı ve şiirlerinin yer aldığı, bu kapsamlı ve ilgi çekici kitabı, Zeynep Çelik’le konuştuk.
Öncelikle çalışmanın ön hazırlık sürecinden bahsedebilir misiniz?
Kırk yıl öncesine gitmem gerekiyor. Edward Said’in 'Orientalism' kitabı, Kaliforniya Üniversitesi’nde (Berkeley) doktoramı yazdığım sıralarda basıldı ve akademik çevrelerde büyük bir fırtına kopardı. Bu kitap zaten duyarlılığımız olan konulara bilimsel, kritik ve sistematik bir bakış getiriyordu ve benim gibi kimselerin etkilenmemesi pek mümkün değildi. Nitekim, şu veya bu şekilde bütün çalışmalarımın teorik temelinde Said etkisi vardır. 'Orientalism', çeşitli yönlerden eleştirilmiş bir kitaptır ve bu yönlerden bir tanesi de Said’in kendisinin de açıkça ifade ettiği gibi, sadece “Batı”ya odaklanmasıdır. Herhalde bu eksikliğe tepki olarak, ben de öğrencilik yıllarımda bir dosya açmıştım ve Osmanlı literatüründe Şarkiyatçılık eleştirisiyle ilgili yazıları rasgele bir şekilde toplamaya başlamıştım. İlk olarak, “Türk evi” konusunda bir küçük bir ödev hazırlarken dosyama Halid Ziya’nın 'Aşk-ı Memnu' romanından bir bölüm atmıştım. Dosyam zamanla büyüdü ve 'Avrupa Şark’ı Bilmez'e temel oldu.
Daha direkt olarak, 'Orientalism'in basımının kırkıncı yılında (2018) “Journal of the Society of Architectural Historians”dan gelen bir talep üzerine, Said’in ve onu izleyen “postcolonial” kritiğin mimarlık tarihi alanına etkisi üzerine bir yazı yazdım. 'Avrupa Şark’ı Bilmez' bu yazının devamıdır. Makale yayımlandığı sıralarda, İstanbul’da ANAMED’de verdiğim bir konuşmada aldığım olumlu tepkinin projeye atılmamdaki rolünün altını çizmek isterim. O günden başlayarak, Koç Üniversitesi Yayınları’nın ilgisi ve bana tanıdığı imkânlar kitabın ortaya çıkmasında önemli rol oynadı. 2018 yazında, ANAMED mekânında, mükemmel bir ekiple birlikte çalışmaya başladık. Bu çalışmanın ne kadar karmaşık olduğunu burada özetleyebilmem mümkün değil. Kitabın Türkçe baskısının önsözünde nasıl bir iş birliğine giriştiğimizi anlattım. Şubat ayında çıkacak İngilizce basımda göreceğiniz gibi, bu sürece bir de çeviri meselesi girince, geriye baktığımda kitap üretmenin doruğuna eriştiğimizi düşünüyorum.
'NÂMIK KEMAL'İN MAKALESİNİN BAŞLIĞI, KİTABIN BAŞLIĞI OLMAYA RAKİPSİZ ADAYDI'
Kitabın adı da dikkat çekici. Nâmık Kemal’in bir yazısının başlığı aynı zamanda. Kitabın adına nasıl karar verdiniz?
Kitap adları her zaman beni zorlar, aylarca gidip gelirim, etrafımdaki insanlara danışır, onları usandırırım. Bu başlık için de kıvranırken, olmadık bir zamanda en bariz çözüm aklıma geldi. Sorunuz beni şahsi hayatıma değinmeye zorluyor: Hemen hemen her gün yüzmeye giderim ve havuza girerken aklımda parça parça üzerinde çalıştığım projeler olur. Günün birinde yüzerken ve Nâmık Kemal’in 1872 yılında “İbret”te çıkan yazısını düşünürken, jeton düştü. Nâmık Kemal’in makalesinin başlığı, 'Avrupa Şark’ı Bilmez', kitabın içeriğini güzel özetliyordu, aynı zamanda yazarın öfkesini de iletiyordu. Ayrıca bu konuda tespit edebildiğim en eski yazıydı. Kısacası, başlık olmaya rakipsiz adaydı.
Batı’nın kendini dünyanın ve tarihin merkezi olarak konumlandırması bu bakış açısının kurulmasında etkili oldu. Bu yaklaşıma tepkiler de vardı ancak neden sistematik bir çalışma yapılmadı, yapılamadı uzun yıllar boyunca?
Tabii ki bu meselenin bilincinde olan pek çok kimse var ve bu konuda ciddi analizler yapıldı, yapılıyor. Bunlar arasında Dücane Cündioğlu ve Hanife Özer’in önemli makalelerini sayabiliriz. Ama dediğiniz gibi, sistematik bir çalışmaya girilmemiş. Bunun çeşitli nedenleri arasında bence bezginlik başta geliyor. Duymaktan usandığımız, hâlâ karşımızda capcanlı duran Şarkiyatçı söylemle uğraşmak vakit kaybı olarak görülebilir. Diğer taraftan, işin zahmeti de var. Metinlerin toplanması ve okura ulaşabilir hale getirilmesi büyük çaba gerektirdiğinden, yalnız başına bir insanın sınırlarını zorlar. Daha önce de belirttiğim gibi, şansım Koç Üniversitesi Yayınları’nın tanıdığı imkânlar ve ekip arkadaşlarım...
'Avrupa Şark’i Bilmez' türünden çalışmaların eksikliği Batı’da da hissediliyor. Bunu projeye başladığım sıralar bana yakın konularda çalışan meslektaşlarımdan çok duydum. Tek tük yazılıp çizilmeye de başlandı. Örneğin, “New York Review of Books”un 19 Kasım 2020 sayısında Pankaj Mishra, Batı’nin narsisizmi üzerine kaleme aldığı önemli makalede Batı’nın politik, ekonomik ve kültürel duruşlarına karşı, Cemaleddin Afgani’den Frantz Fanon’a çeşitli tarihi ve coğrafi konumlardan düşünürlerin perspektiflerinin anlaşılmasının aciliyetini belirtiyor. Elinin altında derlememizdeki metinler olsaydı, bunlardan da eklerdi her halde. 'Avrupa Şark’ı Bilmez'i İngilizce olarak da yayımlamamızın başlıca nedeni Osmanlı’dan gelen Şarkiyat eleştirilerini geniş bir okur kitlesine eriştirmek.
Tevfik Fikret’ten Nâmık Kemal’e, Nâzım Hikmet’ten Halid Ziya’ya pek çok ismin bu konuda hassasiyet gösterdiğini görüyoruz. Ancak yazılar genel olarak reaksiyoner, başta öfke olmak üzere belli bir duygusallıkla yazılmış. Bu metinlerin genel tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
İnsanlık hali mi desek acaba? Düşünürlerimizde izlediğimiz öfke ve duygusallığı maruz kaldıkları saldırıların kişisel boyuta kadar inen bir neticesi olarak görüyorum. Tevfik Fikret bu durumu gayet güzel iletiyor: “Hatta şekil ve şemailimizi tefrik edenler nadirdir. Setre pantolon giymiş olduğunuz halde sizi görseler, mademki başınızda kavuk, arkanızda aba, belinizde yatağan yoktur; Türk olduğunuza bir türlü ihtimal vermezler. Hele sarışın iseniz on şahit getirseniz mümkün değil Türklüğünüze inandıramazsınız; onlar için siyah veya esmer olmayan Türk olamaz. Bir mecliste Türk olduğum anlaşılınca bana öyle sualler irat edenler olur ki zehab-ı sahiflerine [boş fikirlerine] bakıp da gülmemek kabil olmaz fakat bazen de hiddetimden ağlayacağım gelir.”
Bu tür duyguları hâlâ yaşayabiliyoruz. Ama aradan geçen bir asır sakinleşmemizi, Şarkiyatçılık söylemine belirli bir mesafeden bakmamızı sağlıyor sanıyorum. Zaman kitaba dahil ettiğim yazarların öfkesini, duygusallığını anlayışla karşılamamıza da sebep oluyor, onları bugünün değerleriyle yargılamamızı önlüyor.
Piyer Loti ayrıca tartışılmayı hak ediyor. Anlatım gücü yüksek ve bazı övgülerinde oldukça cömert. Ancak tasvir ettiği toplum ve kendini konumlandırması yine oryantalizmin üretilmesinden farklı değil. Bir yandan Nâzım Hikmet ve Tevfik Fikret gibi isimlerin eleştirileri var, bir yandan da övgülerin cazibesine kapılıp alkış tutanlar. Piyer Loti’ye ve yaklaşımına dair siz neler söylemek istersiniz?
Piyer Loti’ye kitapta özel bir bölüm vermemin nedeni de birbirine zıt ikili yaklaşım. Loti’nin Oryantalizm’i tartışılmaz. Tevfik Fikret’ten Nâzım Hikmet’e kadar aldığı sert tepkilerin kaynağı hep Oryantalizm. Fakat Nazım Hikmet dışındaki diğer yazarlarımızın Loti’de takdir ettikleri bir nokta var: Dilinin güzelliği. Loti’yi yerden yere vuran Tevfik Fikret üslubu önünde saygıyla duruyor: “Bu yanlış, bu yalancı sahifeler kalemle değil sanki bir peri kanadından koparılmış tüyle yazılmıştır; o kadar hoş, o kadar latif, o kadar esîri [hafiftir]. İşte sihr-i beyan [anlatının büyüsü]!” Hatta bu ustalığa “Loti size istemediğiniz, inanmadığınız, adeta hiddetlendiğiniz bir kitabı zorla okutuyor, seve seve okutuyor,” diyerek kızıyor bile…
Osmanlı tarihinin çok kritik bir döneminde Loti’nin “Türk dostluğu”, bizde sevgi ile benimsenmesinin en büyük sebebi. 1913 yılında yayınlanan 'La Turquie agonisante' (aynı yıl Türkçesi 'Can Çekişen Türkiye' olarak çevrilmiştir) başlıklı, Loti’nin “bir dostunun ölümüne ağlıyor gibi” yazdığı bu kitap, “bütün dünya”nın bize düşman olduğu bir sırada arkamızda durmasının” belgesidir. 'Avrupa Şark’i Bilmez'in giriş yazısında ayrıntılı bir şekilde tartıştığım “Şehbal” dergisinin Osmanlı aydınları arasında aynı yıl yaptığı bir anket Loti’ye toplu bir teşekkürdür.
Oryantalizmde kadına bakış en temel sorunlu yanlardan olsa gerek. Batı aslında çok da görmediği, tanımadığı Doğu kadınını nasıl tasvir ediyor?
Bu konuda doğrudan Ahmet Midhat’a başvuracağım. Ahmed Midhat 'Avrupa’da Bir Cevelan' başlıklı kitabında, Batı’nın Şarklı kadınları tipik temsilini çarpıcı bir şekilde özetliyor: “Bunların tasavvur ve tasvirlerine göre Şark nisvanı, bir sedir üzerine gelişigüzel uzanıvermiş bir mahbubedir [sevgilidir] ki çıplak ayaklarına giydiği incili terliklerin birisi yerde ve diğeri parmakları ucundadır. Libası ise tesettürden ziyade tezeyyün için yapıldığından, sedirden aşağı uzattığı bacakları yarı çıplak bir halde bulunduğu misillü karnı ve sinesi de hayal gibi ince ve şeffaf tüller ile nim-mesturdur [yarı örtülüdür]. Perişan saçları çıplak omuzlarıyla sedirden aşağı uzatıvermiş olduğu kolu üzerine doğru büklüm büklüm dağılmıştır. Kendisinden birkaç metre uzağa konulmuş bir murassa [mücevherle süslü] nargilenin yılan gibi kıvrımlı marpucu elinde ve onun da murassa ve kehrübali [kehribar] ağızlığı ağzına karib [yakın] bir vaziyettedir. Birkaç sedefli dolap ve iskemle ve rahle ile tavana asılmış fanuslar odanın ziyneti olup kaimen [ayakta] bir zenci cariye rengârenk tavus tüyünden memul yelpaze ile mirvaha-zendir [yelpaze] sallamaktadır.”
'Avrupa Şark’ı Bilmez'de izleyebildiğimiz gibi, Doğu kadınının tasviri meselesi Osmanlı aydınları tarafından çok tartışılmıştır. Fatma Aliye Hanım, bu konudaki yanlışları düzeltebilmek üzere bir kitap bile yazmıştır. 'Nisvan-ı İslam', Avrupalı kadınlarla yapılan bir dizi hayali sohbeti içerir. Tartışılan konular dini inanıştan çok eşliliğe, ev hayatına, cariyelere, tesettüre, modaya ve müziğe kadar yayılır ve yazar sabırla, tek tek, Batı’nın geliştirdiği klişelerin hatalarını gösterir.
Oryantalizmin günümüze nasıl bir etkisi oldu sizce? Örneğin toplumsal hayatta hâlâ bir tür “Batıya rezil olduk” yaklaşımı görülebiliyor. Köklerini burada bulmak mümkün olsa gerek. Tüm bunların sonunda kalan bir öfke ya da “mahcubiyet” hissi mi oldu?
Kitaba yazdığım giriş metninde, 1872 ile 1932 yılları arasında gelişen anti-Oryantalist söylemin günümüzle ilgili sorular dürtüklediğini, fakat acele cevaplarla yaklaşmanın sorumsuzluk olacağını belirtmiştim. Duruşumu koruyarak, bu tür yorumların ciddi araştırma gerektirdiğini tekrarlamak isterim. Kısaca, şu sıra “Beni aşar” diyorum. Yine de değinmek istediğim bir iki husus var. Tabii ki hâlâ “Batı’ya rezil olduk” tavrı sürebiliyor, ama köprünün altından çok sular aktı. Türkiye çok değişti ve eziklik hissini üzerimizden epeyce attık. Genellemek tabii ki doğru değil ama şimdilerdeki sorun sanki daha çok geçirilen değişimleri Batı’nın anlamakta zorlanması ve Şarkiyatçılığı yeni biçimlerle hortlatması. Yine de altını tekrar çiziyorum: Sonuca varmak istemem, aklımda sadece sorular var. Bir meslektaşımla birlikte bu tür güncel konuları sorgulayan yeni bir araştırma projesine başlıyoruz. Nereye gideceğimizi ben de merakla bekliyorum.