Ne büyük isyan susmak: 'Travma Terapi'

Enderemiroğlu’nun yaklaşık on sekiz yıl sonra yayımlanan şiir kitabı 'Travma Terapi' Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı.

Google Haberlere Abone ol

Enderemiroğlu 1973 Trabzon doğumlu. İlk şiirleri 1992 yılında Sombahar dergisinde yayımlanan yazarın adı 97 yılında Hürriyet Gösteri dergisinin “90’lı Yılların Şairleri” dosyasında yer aldı. Çeşitli gazete ve dergilerde düzeltmenlik, çevirmenlik ve muhabirlik yapan şairin ilk şiir kitabı kararan 1999 yılında, ikinci şiir kitabı lâ havle ve lâ kuvvete! ise 2004 yılında yayımlandı. Aynı zamanda şiirleri farklı dillere de çevrilen yazarın on sekiz yıl sonra yayımlanan yeni şiir kitabı “Travma Terapi” ise felsefi derinliğiyle öne çıkıyor.

Travma Terapi, Enderemiroğlu, 140 syf., Ayrıntı Yayınları, 2022. 

140 sayfaya yakın, şiir türü için hacimli olan kitabın bütün ayrıntılarına temas etmek tabii olarak bu yazının boyutunu aşacaktır. Bu bağlamda Emiroğlu şiirlerinin genel hatlarına ve ayırt edici özelliklerine değinmekte fayda var. İlkin, karşımızda hem dîvan şiirini hem halk şiirini hem de modern şiiri iyi bilen bir şair olduğunu söylemeli. Eski gelenekten etkilenen günümüz şairleri ilk ikisinden genellikle sadece içerik yönünden beslenirken teknik konusunda modern şiirden faydalanırlar. Emiroğlu ise eski geleneğin biçim-içerik özelliklerini -söz sanatları dahil- modern biçem içerisinde eritmeyi tercih etmiş. Örnek vermek gerekirse “canânın gönlünde bir ben olsaydım” mısrası Erzurumlu Emrah’ın “Beyaz gerdanında bir ben gerek” deyişini anımsatmaktadır. Başka bir örnek ise “kurur yazı ama kumu hiç dağıtmazdım” mısrası. Bu mısrada ise dîvân şairlerinin pek sevdiği, benzetme unsuru olarak yararlandığı bir eylem söz konusu: Mürekkebin kuruması için üstüne kum (rîg, gubar) dökmek. Hatta içlerinden varlıklı olanlar bu kuma mücevher tozu da dökerlermiş. Modern hususta ise sözdizimini deforme eden, kelimeleri istediği gibi bölen, onlarla oynayan, dipnot gibi unsurları da şiirine dahil eden, kısaca dilin olanaklarını zorlayan bir şair söz konusu.

Bunların yanında dervişâne bir edası var Emiroğlu’nun. Şiirlerinde tabiat unsurlarına sıkça yer vermekle birlikte bu unsurlarla insanın hemhâl oluşunu konu ediniyor. Bu unsurlardan en çok tekrar edileni su olsa gerek. Metinlerde, “suyun hafızası, suya yazmak” gibi ifadeler karşımıza çıkmakta. su hafızadır. saklar. kollar. Bilindiği üzere felsefedeki temel madde sorunsalına “su” yanıtını veren ilk filozof Thales’tir. Modern bilim de ilk canlıların suda türeyen mikro-organizmalar olduğuna işaret eder. Öte yandan, Japon bilim insanı Dr. Masaru Emoto ise yaptığı deneylerle suyun kristal yapısının bilgiyi sakladığını, insan bilincinin suda saklı olduğunu iddia eden çalışmalar ortaya koymuştur. Bunların yanında, dîvân şiirine geri dönersek, su-anlam ilişkisinin sıklıkla kullanıldığını, şairin çoğu zaman anlam denizindeki inciyi çıkarmaya çalışan bir dalgıca benzetildiğini görmek mümkün. İşte, Emiroğlu şiirine tam da bu noktadan bakmak istiyorum zira anlam ile derdi olan, anlamın peşinde bir şair söz konusu.

   anlam bir buğu gibi geçicisin

   dünyadan geçmiş olduk bu dünyaya gelmiş bulunduk

   sen insan dünyada mültecisin

Evet, anlamın geçici olduğu, dünyaya dair şeylerin asli bir anlama sahip olmadıkları çoğu defa vurgulanır. Buradan hareketle de eskilerin dediği gibi, “efrâdını câmi, ağyarını mâni” yöntemiyle insan tanımlanır. İnsan mecazidir, surettir, yansımadır, özne olamaz, sıfat olamaz, cümle olamaz. O bir mültecidir çünkü dünya üzerinde mülkiyet hakkı yoktur. Böylelikle anlamsız bir dünyaya anlamsız bir varlık olarak atılmıştır fakat anlama ulaşamasa da anlamayı başarabilir. Bunu başarması için de suya, toprağa, taşa, ağaca, çiçeğe dönmeli ve tefekkür/meditasyon aşamasına geçmelidir:

   çiçeği anlamak için çiçek olmalı çiçekle hemhâl olmalı

   çiçeğe dışardan bakmak yetmez çiçekle bahar olmalı

Böylece iki felsefi eylemin bir aradalığı göze çarpar: İlki, Husserl’in paranteze almak şeklinde adlandırdığı eylem. Kabaca, bir varlığın, zihinde o varlığa ilişkin bütün bilgilerden sıyrılarak fenomenine/cevherine ulaşma gayreti. İkincisi ise Gazâlî’nin sezgiciliği. Filozofa göre duyuların üstünde akıl, aklın üstünde de sezgi bulunur. Gerçi, sezgi yerine “nur” kavramını kullanır fakat kavram ne olursa olsun insan aklının kesin bilgiye ulaşamayacağı, bu bilgiye ancak ve ancak Allah’ın lütfuyla erişebileceği söz konusudur.

   ben sadece senin helâline niyetliyim benden yansır

   cemalinin izindeyim

   olsam olsam sadece senin zikirlerini ezberlerim senin

   bil dediklerini bilirim

   gerisi riyâ gerisi yalnızca üzerimizdeki kocaman siyah

   bilya

Böylece, varlığın birliği, vahdet-i vücut felsefesine varmaktayız. Yaşadığı evreni paranteze almaya çalışan mülksüzlüğünün bilincindeki insanın tek bir varlığa sezgiyle ulaşma çabasını da yine bu minvalde görmek mümkün. İnsanın bu çabasını da şiirlerden hareketle yola, yolculuğa benzetmek sanırım yanlış olmaz. Ki, bu yolculukta yazma eylemi de yer alır. Harf, ses, söz, şiir, susan yolcunun (ne büyük isyan susmak) dünyayla konuşma yöntemidir. Zira, insanlıktan ümidini kesmiştir. İnsanı sıklıkla “anomali” olarak nitelendirir. Tabiattan uzak betonarme şehirlerde kapitalist düzene uyumlanmış insanlar kaybolmuş varlıklardır çünkü anlamın peşinde değillerdir. Mülkiyet ve iktidar üzerine asırlardır savaşan insan türü medeniyetin değil barbarlığın tarihini yazmıştır. Asıl medeni olan ise özüne dönerek anlamın peşine düşmelidir:

   insan hayvanlaştıkça insan olacaktı

   harfi yazdım harfte anlam aradım

   suya baktım yüzünde anlam aradım

Yazının başında da belirtildiği üzere geniş hacimli bir şiir kitabını tek bir yazıda ele almak mümkün olmasa da bahsedilen özellikleriyle “Travma Terapi”nin bilhassa felsefi açılımlarıyla ön plana çıkan, okuru derinlere çeken özgün üsluplu metinlerden oluşan bir kitap olduğunu söyleyebiliriz.

   sussam isyan dünyayla yazarak konuşuyorum

   boşluğa bakıyor ben boşlukla doluyorum