'Ne çok isterdim şimdi burada olmanı…'
O yıllarda dışarıdaki ve cezaevindeki bütün cunta mağdurları Cüneyt Canver’den medet umardı. İşkence vakalarını, her türden insan hakkı ihlalini ağır bir sansüre rağmen takip eden gazeteciler onun duvarlarında Pink Floyd posterleri olan ofisine başvururdu. Cüneyt Canver’in 50 yaşındayken biten ömrünün uzunca bir kısmı, özellikle de siyasi kariyeri bir Türkiye vakasıdır. Bir Türkiye durumu. Bu ülkenin insanından, hatta siyasetçisinden umut kestirmeyen zor ama güzel bir durum.
Darbeler toplumları çocuklaştırır. Toplumsal erginliği, reşitliği kesintiye uğratır, engeller.
Her yaptığına müdahale ederek, toplumu sakarlaştırır.
Yetişkinler çocuklaşınca da, umut yeniyetmelerdedir artık.
O da işte, çocuk yaşta olmasa da, çok gençti daha. (Göreceli.)
Onun esas çocukluğu, çocuksuluğu ise, siyaset tarzındaydı, siyasi tavrında. Masumiyetinde. Hınzırlığında.
Darbe yıllarının siyasi çadır tiyatrosundaki göstermelik demokrasi vodvilinde oynamayı reddeden bir trajedi kahramanıydı o.
Siyasetin onurlu acemisi kaldı ama hayatın, işkencenin ve ölümün tanığı oldu.
Bir şarkısı oldu onun, kendisinin çok sevdiği, ama köy yollarında mağdurların, dört duvar ardında mahpusların ve onu hâlâ özleyenlerin ağzına yakışacak bir şarkı: “Burada olmanı ne çok isterdim…”
Darbe disiplin kurulunun elinden, cuntalı demokrasi sirkinin terbiyesinden kaçan bir enfant sauvage… Vahşi çocuktu o…
Enfant perdu… Kayıp çocuk…
“Burada olmanı ne çok isterdim…”
Şarkı başlasın öyleyse:
“Öyle mi sanıyorsun yani,
cennete cehennemden bir şeyler anlatabileceğini mi,
mavi gökyüzüne acıdan bir şeyler?
Yeşil bir tarlaya soğuk çelik raylardan bir şeyler
Anlatabilir misin?
Bir gülümsemeye bir peçeden bir şeyler?
Gerçekten bir şeyler anlatabileceğini mi sanıyorsun?
Kahramanlarını hayaletler karşılığında takas etmeye
İkna mı ettiler seni?
Sıcak külleri ağaçlar karşılığında?
Sıcak havayı serin bir yel karşılığında?
Soğuk bir rahatlığı bozuk para karşılığında?
Savaşta kısa bir rolü kafeste bir başrole mi değiştin?
Ne çok isterdim, ne çok isterdim,
Şimdi burada olmanı.
Biz seneler ve seneler boyunca bir japon balığı kavanozunda yüzen
İki kayıp ruhuz sadece.
Aynı eski toprağın üzerinde koşarak
ne bulduk ki biz?
Aynı eski korkuları!“
Cüneyt Canver, Pink Floyd’un müziğini, şarkılarını hep çok sevmişti. Öldüğünde vasiyeti üzerine Pink Floyd’un Dark Side of the Moon albümünün cd’si ile gömüldü. Bir keresinde Meclis kürsüsünde konuşurken fonda Pink Floyd çalınmasını istemiş, böyle daha yaratıcı olacağını söylemişti.
Ölümünden bir ay sonra üniversite öğrencisi oğulları Mithat ve Cevdet, bir festivalde babalarının anısına Pink Floyd şarkılarından oluşan bir konser verdiler.
Cüneyt Canver, TBMM 17’nci ve 18’nci dönem Adana milletvekiliydi. Bu iki yasama dönemi 12 Eylül 1980 cunta yönetiminin hemen sonrasına denk gelen özel ve özgün yasama dönemleriydi.
Cüneyt Canver, işte bu iki yasama döneminde, toplumun; bir yandan sokakta, diğer yandan da parlamentoda cuntanın giydirdiği deli gömleğini el yordamıyla yırtmaya çalıştığı bir süreçte, Meclis’teki demokrasi mücadelesinin en aktif isimlerinden biri, belki de en aktifiydi.
1983’te kendi önündeki adayların Seçim Kurulu tarafından veto edilmesi üzerine Halkçı Parti’den milletvekili seçilen, partisi; SODEP (Sosyal Demokrasi Partisi) ile birleşip SHP (Sosyaldemokrat Halkçı Parti) adını alınca SHP’li olan ve bu partide MYK’ya kadar yükselen Canver, cunta baskısının tüm şiddetiyle sürdüğü bir dönemde, Meclis’ten yükselen güçlü bir muhalif ses, insan hakları mücadelesinin parlamentodaki öncüsü oldu, cunta ve cunta sonrasının işkence sistematiğini takip etti, deşifre etti ve bu mekaniğin tekerine çomak soktu.
O yıllarda dışarıdaki ve cezaevindeki bütün cunta mağdurları Cüneyt Canver’den medet umardı. İşkence vakalarını, her türden insan hakkı ihlalini ağır bir sansüre rağmen takip eden gazeteciler onun duvarlarında Pink Floyd posterleri olan ofisine başvururdu.
Uzak köylerde yolunu gözleyenlerin de, mahkeme salonlarında gözü onu arayanların da diline ne çok dolanırdı yukarıda sözlerini çevirdiğim Pink Floyd şarkısındaki o cümle:
“Ne çok isterdim şimdi burada olmanı…”
Evet, ne çok isterdik.
Cüneyt Canver’i düşününce, ilk onun, ülke yakın tarihinin en dehşet verici işkence örneklerinden, unutulmayacak utanç sayfalarından biri olan ‘Yeşilyurt köylülerine dışkı yedirme’ skandalını kamuoyu gündemine taşımak için verdiği mücadele hatırlanır.
Ocak 1989’da Cizre’nin Yeşilyurt köyünde gerçekleşen bu korkunç olay, eğer Cüneyt Canver, haberi araştırmak isteyen ama gelen tehditler üzerine köye gitmesi engellenen gazeteci Celal Başlangıç’a yönelik bu güvenlik riskini bertaraf etmek için onunla birlikte köye gitmeseydi, belki de gündeme gelmeyecek, haber olmayacaktı. Başlangıç ve Canver’in çabalarıyla haber Cumhuriyet Gazetesi’ne manşet oldu, siyasetin gündemine oturdu ve Türkiye kamuoyu 1990’ların eşiğinde muhalefeti ve zoraki de olsa iktidarıyla işkenceyi konuşmaya başladı.
Her ne kadar olayın gerçekliği kimi iktidar odaklarınca uzun süre inkâr edilse de, sonrasında AİHM’de açılan davayı Yeşilyurt köylüleri kazandı.
Cüneyt Canver’in 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında başlayan cılız normalleşme sürecindeki enerjik mücadelesine dair daha birçok örnek verilebilir.
12 Eylül 1980 darbesinin Milli Güvenlik Konseyi üyesi ve Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya hakkında uçak alımında rüşvet kabul ettiği ve dünyanın en zengin komutanları arasında sayıldığı yolundaki iddiaları, 1986 yılında bir soru önergesiyle ilk kez Canver, Meclis’in gündemine taşımıştı. Ancak o sırada 12 Eylül komutanlarına dokunulmazlık sağlayan geçici 15. Madde halen yürürlükteydi ve Canver, bu soru önergesinden bir sonuç alamamıştı.
‘Cino’ lakabı verilmiş Cüneyt Canver, 30’lu yaşlarının başında girdiği Meclis’in her dem yaramaz çocuğu oldu. O yüzden bütün dillerde Fransızcası kullanılan şu ‘enfant sauvage’ (vahşi çocuk) kavramını ben de onun için kullandım. Tayvan Parlamentosu’ndakileri aratmayacak Meclis kavgalarından birinde iktidar kanadından bir milletvekiline Cantonavari bir uçan tekme atmıştı Cino.
Ne tuhaf, Eric Cantona da futbol sahalarının enfant sauvage’ıdır ve o da anaakım futbol gündeminin dışında kalmış insan hakları ve ırkçılık meselelerini gündeme taşır, taşımaktadır hâlâ.
Bu hınzır tavırlar, bu enfant sauvage imajı, anaakım ya da resmi ortamlarda sıra dışı bir mücadele veren insanlara bir çeşit koruma şemsiyesi de sağlıyor olabilir.
Ki dönemin şartlarında, işkencede ölen ama kaçarken vurulduğu iddia edilen öğretmen Sıddık Bilgin’in elleri bağlı cesedini karakol bahçesinde bulup çıkaran ve olayı Meclis gündemine taşıyan Cüneyt Canver’e, her halükârda bir koruma şemsiyesi gerekmiş olmalı.
O da bu korunmayı neşede, hınzırlıkta, Meclis’in ciddiyetine halel getirecek bazı kürsü konuşmalarında, yeri geldiğinde yaptığı argo şakalarda bulmuş olmalı. Böylesi bir sempati ya da ilgi zırhında.
Bütün bu neşeli, dalgacı tarafının yanı sıra çok da ilkeliydi ama Cüneyt Canver. Demokratikleşme konusunda samimi ve kararlıydı. Beklemeye de tahammülü yoktu.
Kasım 1989’da, 7 Kürt milletvekilinin SHP’den ihracının ardından partinin sol kanadının oluşturan milletvekilleri Abdullah Baştürk, Fehmi Işıklar, Mehmet Kahraman, Arif Sağ ve İlhami Binici ile beraber partisinden istifa etti.
Onun hakkında çok eğlenceli anekdotlar anlatılır… Bazıları birer şehir, Ankara, Meclis efsanesi de olabilir elbette.
Yine de gündeme getirdiği acı ve dehşet verici olayların arasına serpiştirildiğinde, bir yaşama sevinci yelini de hissettiriyor bu anekdotlar yakın tarihin sayfaları arasında.
Şöyle mesela:
1985’te bütçe görüşmelerinin sürdüğü günlerden birinde akşam yemeği için ara veriliyor. Cüneyt Canver ve onun gibi yine Meclis’in hızlı ve hınzırlarından olan SHP milletvekili Ali İhsan Elgin, Washington Restaurant'a giderek viski ısmarlıyorlar. O sırada Meclis’te oturumu yöneten ANAP'lı Meclis Başkanvekili Halim Aras da lokantaya giriyor. Aras'ın içkiyi sevdiğini bilen iki kafadar Aras’a beraber içmeyi teklif diyorlar. ‘‘Ben yüce Meclis'i yönetiyorum, beni sarhoş mu edeceksiniz?’’ diye soran Aras, ısrar üzerine oturup birkaç duble içiyor. Döndüklerinde Aras kürsüden muhalefetin hoşuna gitmeyecek bir söz sarf ettiğinde de, Canver ve Elgin hemen oturdukları yerden sesleniyorlar: ‘‘Sayın üyeler, Başkan Aras sarhoş, muayeneden geçirilsin.’’
Daha mı eğlenceliymiş, eğlenceliydi o zamanlar Meclis acaba? Gerçi o kadar da ilgilenmezdik bu Meclis kulisindeki erkek muhabbetleriyle. Her (ağırlıklı olarak) erkek ortamında, erkek meclisinde olur bu, bütün ayrılıklara, farklılıklara rağmen birleştirici, bir araya getirici, bu arada erkekliği de kutlayıcı, erkeğin kendisine erkekliği bir ayrıcalık olarak hissettirici kapalı devre ağır erkek şakaları, yarenlik ritüelleri, geyik muhabbetleri…
Ama bir yandan da o kadar gençti ki o. O kadar yakışıyordu ki neşe ona.
Gencecik de öldü.
Milletvekilliği sonrasında medyada çalışmıştı epey bir süre. Televizyonda ve radyoda köpüklü bir üslup sergiliyordu. Televizyon tartışmalarında ilgiyi üzerine çekmek, programları ateşlemek istiyordu. Yaptıkları işlerin getirisini sevgi ve ilgiye endekslemiş koca koca adamlar, kadınlar, sırf bu ilgi, sevgi tiryakiliği nedeniyle mesleklerini icra ederken alıştıkları o performatif üslubu bir kenara bırakamazlar bir daha.
2002 yılının Nisan ayında ani bir beyin kanaması sonucu 50 yaşında öldü Cüneyt Canver.
Enfant perdu.
Kayıp çocuk.
Alman protest ozan Wolf Biermann’ın, 1971’de arkadaşı Robert Havemann’ın Doğu Almanya’dan Batı’ya kaçan oğlu Florian için yazdığı Enfant Perdu adlı şarkısının nakaratını koyayım şimdi de buraya:
“O öbür tarafta - enfant perdu
Ah, akıllı çocuklar erken ölüyor
Doğu’dan Batı’ya – bir Almanya vakası”
Cüneyt Canver’in 50 yaşındayken biten ömrünün uzunca bir kısmı, özellikle de siyasi kariyeri bir Türkiye vakasıdır. Bir Türkiye durumu.
Bu ülkenin insanından, hatta siyasetçisinden umut kestirmeyen zor ama güzel bir durum.
Şimdi genç yaşta kaybettiğimiz bu güleryüzlü ve cesur, ele avuca sığmamış, sığamamış siyasetçiye dair portremi bitirirken bir kez daha o sözü tekrarlayacağım. Sanırım birçok kişi de söylüyordur bu aynı cümleyi Cüneyt Canver’i hatırladığında:
Pink Floyd’dan Cino için gelsin öyleyse:
“Ne çok isterdim şimdi burada olmanı…”