Ne zaman taşrada bir hengâme olsa...
Siyasi enerjimizin yüzde doksanı hengâme temaşa etmeye gidiyor. Kimsede başka bir neşe yok, şevk yok, bir şeye “asılma” azmi ve inadı yok. Benim çiçekler bile hayata ve mücadeleye deli gibi asılıyor oysa.
Evde hepi topu on iki adet çiçek var. Haftada bir tümünü birden sulayıp geçiyorum. Kaktüse, çay çiçeğine, orkideye, melisaya ve sardunyaya hep aynı sıklıkta su veriyorum. Verdiğim su miktarı bile aşağı yukarı aynı. Bir arkadaşım İtalya’dan getirttiği değişik bir çiçek armağan etmişti bana. Çok az su istiyormuş, on beş günde bir filan azıcık sulamak yeterliymiş. Öyle demişti. Fakat günler sonra birdenbire, o güzelim çiçeğin kök salmadığını ve saksıdaki toprak üzerine tıpkı bir peruk gibi oturduğunu fark ettim. Kök salmazsa ülkesine geri dönebileceğini mi sanıyor, cinsi mi böyle anlamadım gitti. Çiçek değil yaratık mübarek... Sonuçta kök salmadan yaşayabiliyorsa, her şeye alışır dedim ve ona da aynı talim terbiyeyi uygulamaya başladım. O (k)öksüz çiçeğimi de haftada bir saçlarından hafifçe tutup kaldırıyorum. Sonra toprağını sulayıp gerisin geri yerine oturtuyorum.
Çiçeklerin bakımını hayatım boyunca hep böyle yaptım ben. En başta bir uyum sorunu yaşıyorlar tabii. Az sulanmaktan yaprakları koyulaşan ya da çok sulanmaktan rengi açılan ve cılızlaşan çiçekler de oluyor ama sonra hepsi bir biçimde alışıyor duruma. Eşit muamele. Cuma öğlen saatlerinde sularını verip, “Allah’ın bereketi üzerinize olsun” diyorum. Tek tek üzerlerine eğilip, “Bir olacağız, iri olacağız, diri olacağız” demeyi de ihmal etmiyorum. Elimden bu kadar geliyor. Hayat bu... Daha zor günleri de olabilir, alışsınlar. Ben şehir dışında olduğum zaman bunu da bulamıyorlar zaten. Çiçeklerime haftada bir kez olsun su vereyim diyen olmuyor evde. Benim bu yaptığım yine de bir şey değil. Kendisinin vakti zamanında kız kardeşiyle birlikte yaşadığı öğrenci evinde vegan bir kedisi vardı! Kardeşi öyle alıştırmış, hapur hupur patates, havuç ve soğan püresi yiyen bir kedi. Arada bakliyat da yerdi. Adı Miço’ydu...
Hayır yani, kendinizden pay biçin. Üç öğün yemek yemek normal bir şey mi? Nereden geliyor bu normal? Aslında kimini bıraksan günde altı öğün yer, kimisi bir öğünü zar zor hatırlar. İştahsızlar... Onlar da hiç çekilmiyor. Ne diyordum, dünya nüfusunun büyük kısmı üç öğüne talim ettirilmiş, öyle de gidiyor. Çiçek böcek dediğin, bizim sunduğumuz yeme içme düzenine alışmayacak da ne yapacak?
Çiçeklerle, kedilerle girizgâh yapmamın nedenini de tam bilemiyorum doğrusu. Masanın başına geçince gözüm pencere içindeki çiçeklere takılıverdi öyle. Oysa Sezai Temelli’nin iki gün evvel yaptığı açıklamadan başlayacaktım ki o girizgâh nasıl olurdu onu da pek kestiremiyorum. Fakat konu yine oraya geldi işte. Kendi adıma son derece yersiz ve HDP’ye yönelik imaları bakımından haksız bulduğum bir açıklama olduğunu söyleyeyim. Zaten bir dünya da laf döndü etrafında. Siyaset böyle böyle devam edecek anlaşılan, her gün bir açıklamanın peşinden sürükleneceğiz. Bu açıklamaların hem siyasi partileri hem bu partileri destekleyenleri epeyce zora sokan bir tarafı da var. Hele söz konusu parti HDP olunca, her açıklamanın üzerine alelacele bir kamyon laf ediliyor. İçimiz daralıyor. Gerek yok. Aslında tabii ki her konuşan siyasetçi HDP adına konuşmuyor, azıcık beklense zaten anlaşılacak. Ama taarruz başlıyor...
Hengâme seviyoruz. Kelimenin tam anlamına bakayım dediğinizde karşınıza şu kullanım da gelir. [Ne zaman] “Taşrada bir hengâme olsa seğirdip pencereden bakmak isterdi.” Anladığım kadarıyla bu cümleyi Vakanüvis Naîmâ, Sultan III. Osman’ın Topkapı Sarayı’nda kapalı kapılar ardındaki çocukluğunu anlatırken kullanıyor. Yani bambaşka bir bağlamı var ama halimizi anlatmaya da çok denk düşüyor sanki. Siyasi enerjimizin yüzde doksanı hengâme temaşa etmeye gidiyor. Kimsede başka bir neşe yok, şevk yok, bir şeye “asılma” azmi ve inadı yok. Benim çiçekler bile hayata ve mücadeleye deli gibi asılıyor oysa. Yoksa çay çiçeğiyle kaktüsün su ihtiyacı bir olur mu hiç?
Tabii dur durak bilmeden bir şeylerle meşgul olmak da illaki hayata asılmak anlamına gelmeyebilir. Ben de beş dakika boş dursam dünya başıma çökecekmiş gibi mütemadiyen bir şeylerle uğraşırım. Bu koşturmaca halinin parmağını kıpırdatamamakla aynı kapıya çıkıyor olabileceğini bile bile mütemadiyen didinir dururum. Ne yapacaksın tepene depresyon pikesini çekip kanepeye yapışmakla olmuyor. Nalet depresyon da bir işe yarasın. Bakın millette seksen bir yaşında iş hayatına atılan nineler var. Misal Danimarka kraliçesi! Seksen bir yaşındaki Danimarka Kraliçesi II. Margrethe bir filmin dekor ve kostüm tasarımında çalışmaya başlamıştı geçtiğimiz günlerde. Karen Blixen’in fantastik romanı Ehrengard’dan uyarlanacak olan yeni bir film için kolları sıvamışmış. Türkiye basınında haber “Danimarka kraliçesi iş hayatına atıldı: Film setinde çalışıyor” gibi başlıklarla yer aldı. Tabii içinde “kraliçe” geçen bir haber gördüğüm anda pür dikkat kesildim ben de. “Kraliçeyim ben” demiyor, seksen bir yaş demiyor, belki son yaz mevsimimdir demiyor, film setlerinde çalışmaya başlıyor. Nerden buluyor bu enerjiyi dersiniz. Depresyonda mı acaba?
Neyse işte, memleketimizde de en çok HDP etrafında koparılan hengameye seğirtiliyor. Partinin nasıl bir tutum alacağı konusunda kırk türlü spekülasyon yapılıyor. Oysa Kürt meselesinin kendi dinamikleri içinden bakıldığında çok dikkatli konuşulması gereken kimi meselelerde HDP’yi alelacele pozisyon açıklamaya zorlamakta da hiç değilse kendine demokrat diyenler bakımından bir sorun yok mu? Var bence. HDP’nin kendi meşruiyetini her dakika yeniden masaya yatırması ya da kanıtlaması niçin bekleniyor? Tabii bir kısmımız da daha fazla töhmet altında kalmasın diye yüreğimiz ağzımızda bekliyoruz o açıklamayı. Neresinden bakarsan bak epeyce zor bir iş...
Bir de her fırsatta “HDP’yi eleştiremeyecek miyiz?” diye sorma modası var. Yahu zaten HDP’nin ve HDP’yi önceleyen siyasi partilerin temel gerçeği on yıllardır topla, tüfekle, tehdit ve töhmetle tasalluta ve taarruza uğruyor olmaları. T harfiylen başlayan bütün kelimelerle birlikte, Madenlilerin deyişiyle, toprak da HDP’nin başına yağıyor... Ne eleştirememesi? Velev ki bir avuç insan da belki tam da bu nedenle HDP’ye yönelik lafını kamusal ortamlarda seslendirmekten biraz imtina ediyor olsun. Ama eleştirmediklerini kim söylüyor? Zaten HDP söz konusu olduğunda, sağda da solda da mahkemeyi kurmak hem hakim hem savcı pozisyonundan konuşmak epeyce içselleştirilmiş. Oysa biraz beklense zaten bir açıklama gelir...
Belki de yurttaşıyla, hukukçusuyla ve siyasetçisiyle HDP geleneğinden öğrenilecek bir şeyler vardır. Hatta bence çok şey vardır. Kırk yıldır, sokakta da Meclis’te de içerideki ve dışarıdaki mahkemelerde de cezaevlerinde de en zorlu mücadeleyi en zor zamanlarda başarıyla veren de o gelenek değil miydi? Ertuğrul Kürkçü’nün dile getirdiği, Diyarbakır’da çeşitli meselelerle ilişkili olarak mikrofon uzatılan Kürt yurttaşların dertlerini ve beklentilerini ifade etmedeki o politik berraklık, hiç mi dikkatimizi çekmiyor? Bütün bunların birbiriyle ilişkisi yok mu?
HDP olaylarına bu hafta girmeyeyim diye nerelerde dolandım durdum ama girmeden de olmuyor. Berraklık demişken söyleyeyim. Kürt meselesinde HDP’nin meşru muhatap olup olmadığı tartışmasıyla ilişkili olarak HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar’ın Mezopotamya Ajansı için yaptığı açıklamanın samimiyeti, gerçekçiliği, politik ve diplomatik dil dengesi de aynı ferahlatıcı berraklığa fazlasıyla sahipti. Hemen arkasından Selahattin Demirtaş’tan gelen tweetler de öyle. Her ne kadar birçok kişi önce Demirtaş’ın tweetlerini görüp onun üzerinden partinin henüz bir şey söylemediğiyle ilişkili yorum yaptıysa da bu paylaşım aslında Mithat Sancar’ın açıklamasından hemen sonra geldi ve bağlam düşünüldüğünde bu çok da yerinde oldu.
Berraklık meselesi bence çok önemli. Bu çerçevede adını andığım HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü’ye birkaç gün evvel, Kemal Göktaş ile Ayşe Yıldırım’ın Artı TV’deki Detay programında denk geldim. Allah’tan hiç ertelemeden oturup izledim. Politik düşüncenin ve tavrın su gibi berrak, riyadan ve donukluktan uzak, çağıl çağıl çağıldamasının nasıl bir şey olduğunu görmek isterseniz, bence o programı izleyin. Ertuğrul Hoca kendini her daim müthiş yenileyen biri zaten. HDP’den muğlaklıkların ortasındaki “kristal” gibi bir netlik ve bir berraklık siyaseti olarak söz etti. Bu gerçekten dikkatle düşünülmesi gereken bir tespit.
HDP Kürt sorununda “meşru” bir muhatap olarak her anıldığında birilerinin çıkıp partinin konumunu ikincilleştirmesine ya da içeriğinin ne olduğu belirsiz bir “değişim” gerekliliğinden söz etmesine bakmayın siz. Değişim herkese gerekir, fakat HDP’ye özel olarak gerekiyormuş gibi bir terane tutturulmuş olması büyük haksızlık. HDP kadar kendini ve tabanını dönüştürebilmiş bir siyasi parti var mı?
HDP de seçmeni de dört dörtlük bir politik zorbalık alanında hep elden gelenin en iyisini ortaya çıkarma peşinde. Ertuğrul Kürkçü bunu anlattı. Aslında İlle de Demokrasi yazısında Demirtaş da aynı berraklığı çok güzel ortaya koymuştu. HDP parti yönetimi en zor süreçlerde hep o netlik alanında kalma çabasında. Hep çıtayı demokrasiden yana yükseltme arayışındaki bir siyaset ihtiyacına vurgu yapılıyor. Bu konuda sonsuz bir açıklıkla muhalefete sesleniyor ve el uzatıyorlar. Eleştiri ile “hiçleştirme” arasındaki geniş mesafeyi hızla kapatan saldırılara bile sükûnetle yanıt üretiliyor hep... Biraz da bunları konuşmak lazım.
Belki tam da bunları pek konuşamıyor olmak, mütemadiyen HDP’nin “meşruiyetini” tartışmayı ya da eleştiriye açık olmadığını öne sürmeyi getiriyordur. Çiçeklerden böceklerden dolaşmakla aynı hesap...