Necati Tosuner: Dil, insandan saygı bekler
Necati Tosuner'in kaleminden 'Sen ve Kendin', İş Bankası Kültür Yayınları tarafından okurla buluştu. "Bende her şey öykü ile yakından ilgilidir" diyen Tosuner ile kitabını ve yazarlığını konuştuk.
DUVAR - Türkçe edebiyatın saygın isimlerinden Necati Tosuner ile bir araya geldik ve İş Kültür Yayınları’ndan çıkan son kitabı 'Sen ve Kendin'i odağa alarak, yazarlığını ve yazarlıktaki gelenek mefhumunu konuştuk.
Konu kendi öykücülüğünün değerlendirilmesine geldiğinde Tosuner, “…beni yazar olmaya sırtımdan iteleyenler, önceki tür öykülerdir. Yani, bir konudan güç alanlar… Epeyce emek verdiğim bir tür de çok kısa öykü türüdür” diyerek görüşlerini açıkladı.
'BİR KAĞIT FABRİKASI BİLE OLMAYAN BİR ÜLKENİN YAZARLARIYIZ'
Sizin kuşağınızdan, bugün eser üreten, yayımlayan çok az insan kaldı. Kendinizi nasıl bir geleneğin/mirasın parçası olarak görüyorsunuz?
Öyle, bazı arkadaşlarımızı erken yitirdik. Biz yaşlandık. Bugün Nedim’in bile 70’e erişmesine az kaldı. Biz, hepimiz de Cumhuriyet çocuğuyuz. İçimizden Cumhuriyet düşmanı çıkmadı. Füruzan’ın “Parasız Yatılı” dediği gibi yetiştik yani. Hepimiz de aydınlanmacı bir ülke düşledik. Toplum olarak da, birey olarak da… Sonradan hızla daraltılacak da olsa, 1960 sonrası, genişlemiş bir özgürlük alanı açtı önümüzde. Nâzım’ın kitapları yayımlandı, Sait Faik, Sabahattin Ali, Esendal daha bir okunur oldu. Onlara özendik. Ankara Sanat Tiyatrosu’nun varlığı bir nimetti. Sonraları, birlikte yaşadığımız “genciz, yakışıklıyız” havasının bir tadı kalmadı. Askeri darbeler, sivil yiyici komiteler, düşlediğimizden çok başka yere götürdü ülkeyi. Niçinse, dış mihraklar da kendilerine bir oyuncak olarak hep bizim ülkeyi seçtiler. Biz de, geri kalmışlıktan kurtulmanın çaresini bulduk adını az gelişmişlik koyarak. Sonra da geldik, şifalı yalanlar içine düştük en sonunda. Bugün, bir kâğıt fabrikası bile olmayan ülkenin yazarlarıyız hepimiz.
Tarihsel bağlamda Tosuner öykücülüğünü nasıl yorumluyorsunuz?
Bu yaşa geldim, geçenlerde şöyle bir şey yazdım: “Ben doğduğumda, sırtım dümdüzdü benim!” Yazarlığımı böyle özetlemek doğru olmaz ama şakası güzel işte! Yaza yaza, yaşadıklarımı yazmayı, değiştire değiştire yazmayı sevdim ben. Bir de, küçük bir buluştan, bir duygulanımdan yola çıkarak yazdıklarım var. Yangın olursa, önce bu öykülerimi kurtarırım. Oysa beni yazar olmaya sırtımdan iteleyenler, önceki tür öykülerdir. Yani, bir konudan güç alanlar… Epeyce emek verdiğim bir tür de çok kısa öykü türüdür. Bende her şey öykü ile yakından ilgilidir. Romanlarım da öyle…
'YAZARIN İŞİ BEĞENMEMEKTİR'
'Sen ve Kendin' kitabınızda dikkati ilk çeken şeylerden biri kullandığınız dil oluyor. Şiirsel ve sade… Edebiyatta ve dilde olgunluk, diye bir durum olduğunu düşünüyor musunuz? Dile bakışınız nedir?
Dil, insandan saygı bekler. Şiirsel olsun diye özel bir şey yapıyor değilim. Bakın, özel bir şey yapmıyorum, demedim. Onun yerine, özel bir şey yapıyor değilim, dedim. Hep bir biçem arayışıyla yazmak, beni daha çok sevindiriyor. Sözcük seçimine önem veririm. Sözcükler kullanılırken sözlükteki varlıkları gibi kalmazlar. Sesleri vardır. Sade yerine yalın demeyi seçerim ama yalın olsun derken de takır tukur olmasından sakınırım. Çünkü yazarın işi, beğenmemektir. Yazar için bir olgunluk döneminden hep söz edilir ama dil için yetkinlik demek daha doğru olur. Yazarlık yeteneği, sürekli, bir yetkinliğe erişme bilincini taşımaktır.
Bir bölümde, diyorsunuz ki, “Yenilmiş, hepten yenik düşmüş ve öyle yenilgin kalmış olarak.” Bu cümle, bugünün pandemiyle, depremle, ekonomik zorluklarla uğraşan modern insanını nitelemek için ziyadesiyle uygun bizce. Sanatçı, çağına tanık olmakla yükümlü müdür?
'Sen ve Kendin'i salgından yaklaşık iki yıl önce yazdım. Bugün sıkça söz edilen 65 yaş gibi, başka insanlardan yalıtılma gibi durumların benzerleri, benim bu kitapta da –romanın konusu gereği- yoğun biçimde anlatılıyor. Ayrıca, oradaki hepten yenik düşmüşlük, yaşanılmışı irdeleyen herkesin bugün acıyla yaşadığı bir gerçek. Çünkü görmekten sakınmıyorsa, her insan çağının tanığıdır. Yaşanılmışı unutulmaz kılar sanat.
Okurun zihnine, algı ve hayal dünyasına seslenmenin en güçlü anlatım yollarından biri de metni ikinci tekilde kaleme almaktır. Siz de bu yolu kullanıyorsunuz. Bu biçimi tercih etmenizin başka bir sebebi var mı? Hikâye, neden bu anlatıma ihtiyaç duydu?
Anlatmak istediklerim, ben deyince çok sınırlı bir kapsamda kalıyordu. O deyince, ben’den tümüyle uzaklaşıyordu. Oysa sen deyince, hem seslenilen kişi sayısı çoğalıyordu, hem de aynı zamanda, ben’den kopmamış oluyordu. Bir de kendi’leri var bunların… İyi ki böyle yapmışım.
Çalışmanızda güçlü bir yalnızlık vurgusu öne çıkıyor. Gerek tarihsel, gerekse de kişisel bağlamda bu olguyu nasıl yorumluyorsunuz? Metninizde bu kavramı ele almanızın sebebi nedir?
Biri varken onun yokluğunda duyulan yalnızlıktır en ağır olanı. Erişemeyişten gelen yalnızlık delirtir. Gençken, “ispirto kokusu gibi mavi” diye tanımlamıştım onu. Hiç korkmadım yalnızlıktan. Daha bıyığım bile çıkmamıştı, baba evini Ankara’da bırakıp İstanbul’a geldim yalnız başıma.
Metninizde yer alan bölümler, “sen”e yazılan bir mektup gibi sanki. Biçim zamanla mı ortaya çıktı, yoksa zihninizde beliren sözcükler bu formla mı ortaya çıktı? Ne düşünüyorsunuz?
Bu biçimin ortaya çıkması biraz zaman aldı. Başlangıçta uzun uzadıya iç döken bölümler olarak yazıyordum. Yüksek sesle yazdıklarımı okurken, pek hoşnut kalmadım. Bir de bölümlemelerin yerini belirlemek, yeni yerine göre onlarda gereken değişiklikleri yapmak, bunu kesinleştirmek iyice uğraştırdı beni. Kolay değil penaltıyı kurtarmış olmak!
Covid-19 günleriniz nasıl geçiyor? Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı?
Çoğu kişi gibi öfkelenerek geçiyor günlerim. Salgın günlerini konu edinen öyküler yazdım bu dönemde. 'Çiçeğiçirkin Çiçeği' koydum adını ama daha çok işi var. Ondan daha önce onuncu öykü kitabım yayınevinde: 'Daldaki Kuş'.
Hepsi bu. “Ya kendin gel, ya da bana gel de!” türküsüyle bitirelim bu söyleşiyi.