Necmettin Erbakan ve kanat çırpan kelebek
Erbakan’ın Refah Partisi, HEP, DEP, HADEP’e ödetilen bedellerin binde birini bile ödemedi. Sadece iktidarları döneminde elde ettikleri gücü kaybettiler. HEP, DEP, HADEP çatısı altında siyaset yapanlar suikastlarla hedef alınıp öldürülürken, TBMM’den alınıp hapse götürülürken, binaları havaya uçurulurken, zorla kaybettirilirken, Refah Partisi Kürt meselesine dair birkaç rapor ve ümmetçi bazı beyanatlar dışında devlete, orduya nasıl yaranacağının hesabını yapıyordu.
HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar’ın, Saadet Partisi tarafından Necmettin Erbakan’ın ölümünün onuncu yılı vesilesiyle düzenlediği anmada yaptığı konuşmadan ziyade, tarihe mal olacak o fotoğraf konuşuldu. Söz konusu fotoğrafta Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu, Temel Karamollaoğlu, Kemal Kılıçdaroğlu, Oğuzhan Asiltürk ve Mithat Sancar yan yana, saygı duruşunda görünüyor. Arkada ise Erbakan’ın devasa posteri…
Sanırım konuşulması gereken bu fotoğraftan ziyade Sancar’ın Erbakan’a dair sarf ettiği sözler.
Önce konuşmadan bazı satırlar aktaracağım, sonra da Sancar’ın konuşmasında vurguladığı “Erbakan’ın ilkeli siyaseti”, özellikle de Kürt meselesine yönelik rotasını hatırlatacağım.
MİTHAT SANCAR’A GÖRE NECMETTİN ERBAKAN
Sancar’ın konuşmasında Erbakan’a ilişkin bazı kısımlar şöyle:
* “Değerli bilim insanı devlet adamı ve siyasetçi Necmettin Erbakan hocayı vefatının 10'uncu yıldönümünde rahmetle ve hürmetle anıyorum. Siyasi geleceğine ve çizgisine olan bağlılığıyla Türkiye’nin temel meselelerine demokrasi çerçevesinde çözüm aramasıyla demokrasi dışı tutumlara karşı ilkeli tutumuyla siyasette önemli izler ve değerli bir miras bırakmıştır.”
* “Merhum Necmettin Erbakan ve temsil ettiği Milli Görüş çizgisi Türkiye’nin siyasal tarihinin önemli dönüm noktalarına ve kırılma anlarına tanıklık eden bedel ödeyen bir gelenektir. Bizim de yer aldığımız siyasi gelenek en fazla parti kapatmalardan siyasi yasaklarından ve iktidar kuşatmalarından mağdur olmuştur, bir o kadar mağdur olan bir gelenek de Milli Görüş geleneğidir.”
* “Statükonun sınırlarına hapsolmayı reddeden müesses nizamın bir parçası olmak istemeyen siyasi partiler o anki statükoyu temsil eden güçlerin türlü çeşitli müdahaleleriyle karşılaşmıştır. Erbakan ve partisi de bu anlayıştan ve süreçlerden payını önemli ölçüde almıştır. 28 Şubat postmodern darbesi bu müdahalelerin yüz kızartıcı örneğidir.”
* “Necmettin Erbakan hocanın bu arayışlarda (Kürt sorununun çözümü konusunda- İ.A.) çok önemli ve özel bir yeri olduğunu mutlaka onu anarken hatırlamak ve hatırlatmak lazım. Bu konuda samimiyetle çaba harcıyor, cesaretle girişimlerde bulunuyordu. Erbakan hocanın Kürt sorununa yaklaşımı meseleyi diyalogla, siyasetle ve önemli bir husus olarak içeride bu topraklarda bu ülkenin kendi dinamikleriyle kardeşlik hukuku içerisinde çözme esasına dayanıyordu.”
* “Eğer Necmettin Erbakan hocanın o dönemki çabaları sonuca ulaşmış olsaydı, müdahale ile karşılaşmamış olsaydı şu an çok farklı bir ülkede yaşıyor olurduk.”
* “Bin yıl sürecek denilen 28 Şubat darbesinin en önemli yönlerinden birinin bu olduğuna inanıyorum. Yani Kürt sorununun barışçıl, demokratik yollarla çözümünün önünü kesmek, buna cesaret dahi edilmemesini sağlamak ve çatışmalı süreci, vesayetçi statükosu sistemin devamı açısından sürdürülebilir kılmaktı.”
* “Sayın Erbakan hocanın ve Milli görüş çizgisinin darbe karşısında aldığı siyasal tutum ve ilkeli duruş son derece önemlidir. Tüm zorlamalara ve kuşatılmışlığa ödediği bedele rağmen Necmettin hoca kendi siyasi çizgisini ısrarla sürdürmüş ve demokrasi kültürüne önemli katkılar sunmuştur.”
* “Saadet Partisi Necmettin Erbakan'ın miras bıraktığı milli görüş çizgisinin bugün hak, hukuk, demokrasi ve adalet mücadelesinde özel ve önemli bir yerde durmaktadır. Kendilerine bu çizgilerinde başarılarını devam ettirmelerini diler, emeklerinden dolayı kendim, partim ve temsil ettiğim kitle adına şükranlarımı sunarım.”
* “Bu buluşma bu inancı kuvvetlendiren çok önemli bir vesile olmuştur. Sözlerimi rahmetli Erbakan hocanın bir cümlesi ile tamamlamak isterim. Fırtınalara yön veren kelebeklerin kanat çırpışıdır.”
Sancar’ın yukarıdaki değerlendirmelerinin, HDP’nin reel politik hamlelerinden biri olduğu anlaşılıyor. Bu konuda söylenebilecek tek şey, bunun yanlış bir hamle olduğudur. Fakat bu yazı, bunun neden yanlış bir hamle olduğu tartışmasından ziyade, Erbakan ve Milli Görüş geleneğinin, Sancar’ın aktardığının aksine bir rota çizdiğini göstermeye odaklanacak.
TÜRKEŞ’İ TBMM’YE TAŞIYAN, ‘SİLAH ALIP TESPİH VEREN’ ERBAKAN
20 Ekim 1991 erken genel seçimleri öncesinde, Kürtlerin oylarını almak için HEP’le ittifak çalışmaları yürüten Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi, son anda virajı tam tersi bir rotaya çevirerek Alparslan Türkeş’in Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Islahatçı Demokrasi Partisi (IDP) ile anlaşmıştı.
RP’nin Urfa milletvekili İ. Halil Çelik, yıllar sonra (1994) Tempo dergisine verdiği mülakatta bu ittifakı şöyle özetlemişti: “Bana kendi ilimde ‘Türkeş’le nasıl birleştiniz’ diye sordukları zaman ‘silah aldık, tespih verdik’ dedim” diyordu. (Aktaran Fehmi Çalmuk, ‘Erbakan’ın Kürtleri”, Metis Yay, 2001)
Yaşı müsait olanlar bu ittifak sürecinde atılan “Mücahit Türkeş, Başbuğ Erbakan” sloganını hatırlar. Türkeş tarafından ömrü kısa tutulan bu Türkçü-İslamcı ittifak, Erbakan’ın siyasi hayatı boyunca saptığı çıkarcı, pragmatist patikalardan sadece bir tanesiydi. Böylece İslamcı bir parti, marjinal bir yapıdan ibaret olan MÇP’yi parlamenter siyasetin aktörlerinden biri haline getiriyordu. (1991 seçimlerinde RP’nin kazandığı 62 milletvekilinden 19’u MÇP, 3’ü de IDP listesindendi.)
Yani bugünkü AKP-MHP ittifakının tohumlarının 1991 seçimleri öncesindeki “kutsal ittifakla” atıldığını, bunun da mimarının Necmettin Erbakan ve ekibi olduğunu, Erbakan’ın son anda HEP’le ittifak görüşmelerini sonlandırdığını unutmamak gerekiyor. (RP-MÇP ittifak görüşmelerinde Türkeş’in sağ kolu Devlet Bahçeli de bulunuyordu.)
Erbakan’ın Türkeş’le kurduğu ittifak, Kürtlerden aldığı desteğin tamamıyla sonlanmasına sebep olmuş, 1991 seçimlerinde RP Kürt illerinden sadece dört milletvekili (Bingöl’den iki, Urfa ve Van’dan birer) çıkarabilmişti.
OYLAR REFAH’A ÜLKÜCÜLER MECLİS’E
Buna mukabil HEP’le ittifak kuran SHP Adıyaman, Batman, Muş, Siirt, Şırnak, Dersim’de tüm milletvekillerini, Diyarbakır’da ise 8 milletvekilinden 7’sini almıştı. HEP listesinden seçilen milletvekili sayısı 22’ydi ama SHP’nin bölgedeki milletvekili sayısı 30’a yakındı. Yani Erbakan 1991 seçimlerinde HEP’le gelecek en az 22 milletvekili yerine, sonradan kuyusunu kazacak olan MÇP’yle ittifakı, tüm seçim masraflarını karşılayarak Meclis’e soktuğu 19 milliyetçi vekili tercih etmişti.
Bu, Erbakan’ın ve yıllar sonra ona “ihanet” edecek talebelerinin Kürtlerle, Kürt meselesiyle ilişkisinin geleceğine dair çok iyi bir göstergesiydi.
1991 seçimleri siyasal İslamcıların “mazlumlarla ittifak” kurmak yerine devlete yaranmaya, ’ırkçı’ bulduğu parti ve yapılarla kol kola girmeye yönelik ne ilk ne de son adımıydı.
Üstelik RP açısından MÇP’yle ittifakın kendisine ne kadar oy getireceği zaten çok açıktı. Zira MÇP 29 Kasım 1987'de yapılan genel seçimlerde yüzde 2,91 oranında hiç milletvekili çıkaramamış, 26 Mart 1989 tarihli yerel seçimlerde ise Türkiye genelinde yüzde 4,14 oy alabilmiş marjinal bir partiydi.
Ama neticede 1991 seçimleri öncesi “oylar Refah’a, ülkücüler Meclis’e” sloganı yerini bulmuş, Erbakan ve ekibi ırkçı olarak gördüğü bir siyaseti, devletin gazabından korunmak üzere bir sigorta olarak sırtına alıp TBMM’ye taşımıştı. Milliyetçiler, 19 kadroyu TBMM’ye taşımış olmayı “Bozkurtların Ergenekon’dan ikinci çıkışı” nidalarıyla kutlamakta sonuna kadar haklıydı. (Bu arada RP-MÇP ittifak görüşmelerini yürüten Devlet Bahçeli milletvekili seçilemezken, ‘tabandan tepki gelmesin’ diye RP listesinden aday gösterilmeyen Alparslan Türkeş ise Yozgat’tan bağımsız milletvekili olarak parlamentoya girdi.)
Maksat hasıl olunca Türkeş ve ekibi, kendileriyle ittifaka girdiği için kaybettiği Kürt desteğini tekrar sağlamak üzere OHAL uygulamasına yönelik eleştiriye yönelen RP’yi kısa süre içinde terk edip ittifakı sonlandırmıştı. (MÇP 1993 yılında MHP adını alacak, 1995 seçimlerinde ise baraj altı kalacaktı).
TAYYİP ERDOĞAN’IN KÜRT RAPORU
1991 seçimlerinden sonra Türkeş’in MÇP’si tarafından yüzüstü bırakılan Erbakan, bir kez daha Kürtlere yöneldi. Bunun için görevlendirilen RP İstanbul İl Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından ileri sayılabilecek bir Kürt Raporu hazırlandı.
Erdoğan’ın hazırladığı rapordaki bazı değerlendirmeleri şimdiki Erdoğan hatırlamak bile istemeyebilir:
- Türkiye’nin resmi ideolojisi gibi ırkçı, asimilasyoncu ve baskıcı olmayıp, Türkiye’de yaşayan herkesin eşit siyasal, sosyal ve kültürel haklar temelinde gönüllü bütünlüğünü bu gönüllü kardeşlik temelinde savunmak.
- İnsan hakları konusunda herkesten çok duyarlı politika geliştirmek. Bu politikaları somut bir biçimde davranışlara dönüştürmek. Ne yazık ki partimiz bu konuda henüz istenen bir seviyede değildir. Konumuz Güneydoğu olduğu için örnekliği oradan vereyim: Güneydoğu’da kan gövdeyi götürse bile, orada yaşayan halk türlü baskılarla yüz yüze kalsa bile partimizin bu konuda somut adımlar atmadığını görüyoruz. Kınama düzeyinde bile partimiz diğer partilerden geri kalmaktadır. Oysa Güneydoğu’da yaşanan her türlü haksızlıklar karşısında RP olmalıdır.
- PKK terörünü kınadığımız kadar devlet terörünü de kınamak. Devlet PKK çatışmasında devletçi bir safta gözükmemek, devletin eleştiri üslubunu benimsememek; ‘Bölücü’, ‘Terörist’, ‘Ayrılıkçı’ vs…
- Güneydoğu’da ittifak dolayısıyla (MÇP ittifakı kastediliyor - İ.A.) RP’ye küsen ve küstürülen insanlarımızın geri kazandırılmasını sağlamak. İttifakın getirip götürdüklerinin parti içinde özeleştiriden geçirilmesi ve bunun münasip bir dille kamuoyuna anlatılması gerekmektedir. RP, Türk ırkçısı MÇP ile işbirliği yapan milliyetçi muhafazakâr-sağcı bir parti şeklindeki eleştirilerden yakasını ancak böylelikle kurtarabilir.
Muhtevası itibariyle o zaman da Kürt meselesine “parti çıkarları” ekseninde, pragmatist yaklaşıldığı açık olan Tayyip Erdoğan’ın hazırladığı bu rapor Erbakan tarafından dikkate alınmış olsa da, gereği RP’nin iktidar ortağı, Erbakan’ın başbakan olduğu yıllar dâhil, hiçbir zaman yapılmadı. Erdoğan da raporunun izini sürmüş gibi görünmedi.
ÖZAL’IN FEDERASYON TARTIŞMASI ÖNERİSİNE ERBAKAN’IN TEPKİSİ
Öte yandan 1990’ların ilk yarısından itibaren devlet tarafından PKK’ye ve Kürt siyasetçilerine yönelik silahlı eylemleriyle, cinayetlerle öne çıkan Hizbullah ortalığı kasıp kavururken, İslamcı söylemle siyaset yapan RP hiçbir zaman Hizbullah’a yönelik açık bir tutum sergilemedi. Çünkü Milli Görüş siyaseti egemenlere kimi zaman açık, kimi zaman örtük biçimde, Kürtleri İslamcılık, ümmetçilik üzerinden devlete bağlayabileceği mesajı veriyordu. Dolayısıyla Hizbullah’la söylemsel düzeyde bile olsa karşı karşıya gelmek istemiyor, bu örgütü görmezden gelmeye çalışıyordu.
Erbakan, Turgut Özal’ın Kürtler için federasyonun tartışılabileceğine yönelik önerisine de tam da bu “ümmetçilik” dolayısıyla, 1993 yılında şöyle tepki gösteriyordu:
- “Batılılar ve bütün ülkeler aralarındaki sınırları kaldırıp tek bir devlet ve topluluk olmak için adım atarken, dış güçler bizi sömürmek ve ezmek için bölmek istiyorlar. Onların bu emellerine alet olmak sadece felâket getirir."
- “Ateist ve Komünist rejimlerin zulmü altında aç, işsiz, Bengaldeş’ten daha geri bir topluluğa dönüşmek kime ne saadet getirir."
- “Dış güçlerin oyunlarına aldanıp, onların planlarına hizmet ederek, Türkiye’mizi bölmeye ve parçalamaya çalışmak, sadece Türkiye’de 60 milyon insana değil, yeryüzündeki bütün Müslümanlara ve insanlığa en büyük kötülüğü yapmak demektir.”
Yani Türkçülerin ulus-devleti muhafaza için karşı çıktığı, yıkım olarak gördüğü Kürtlere yönelik ademimerkeziyetçi bir yönetim modeline Erbakan da “ümmet bölünür” diyerek karşı çıkıyordu. Aynı karşı duruşu Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devletinin oluşması için de sergileyecekti.
ERBAKAN’IN ÇİLLER’E ÖNERİSİ: KUVVETLİ İSTİHBARAT, PROFESYONEL TİM
1990’lı yıllar boyunca o dönemin “laik devletine” yaranmak için anti-Kürt politikalara ya göz yummuş veya destek vermiş olan Erbakan da şimdiki talebeleri gibi sadece biat eden, laiklik karşıtı İslamcı Kürt kitleleri seviyor, HEP-DEP-HADEP geleneğini oluşturan seküler, sol Kürt siyasetine yönelik yumruklara ya gözünü kapatıyor veya bel altı tekmelerle destek veriyordu. Bu açıdan Erbakan’ı hakkıyla “anmak” gerekiyor: Onun “ilkelerini” belirleyen temel unsur hiçbir zaman insan hakları veya demokrasi olmadı.
17 Nisan 1993 tarihinde Özal’ın esrarengiz ölümüyle birlikte devlet anti-Kürt politikayı yeni bir safhaya taşımaya yönelmiş, Süleyman Demirel cumhurbaşkanı olarak Çankaya’ya çıkmış, 1990 yılında siyasete girmiş olan Tansu Çiller de onun yerine, DYP genel başkanlığına geçmişti.
Çiller 25 Haziran 1993’te başbakanlık koltuğunu da devraldıktan sonra, 11 Temmuz günü RP lideri Erbakan’ı da ziyaret etti.
Erbakan, anti-Kürt politikaları henüz netleşmemiş Çiller’e ve tabii “yeni devlete” Kürt sorununun çözülmesi için sunduğu öneri paketine şu taktikleri de ilave etmişti:
* Çekiç Güç’ün gönderilmesi
* Yaygın ve hızlı çalışan bir istihbarat, teröristleri hedeflerine varmadan tespit edebilecek bir haberleşme sistemi
* Bölge için özel kalkınma programı
* Terörist olayları cereyan etmeden önce, daha hazırlık safhasında iken önlenmeli, bunun için kuvvetli istihbarata ilaveten, modern teçhizat ve özel eğitim görmüş süratli ulaşım gücüne sahip profesyonel timlerin yetiştirilmesi ve kullanılması.
Erbakan muhalefette olduğu yıllar boyunca, Körfez Savaşı'ndan sonra, Kürtleri Saddam Hüseyin'in saldırılarından korumayı amaçlayan, ABD öncülüğünde savaşa katılan diğer müttefik ülkelerin de dahil olduğu ve Türkiye üzerinden gerçekleştirilen askerî harekâtın sonlandırılması için elinden geleni yaptı.
Haziran 1992’de de Erbakan, DYP-SHP hükümetine Çekiç Güç hakkında bir dizi soru yöneltmiş, “Bölgede bir Kürt devleti oluştuğu iddiaları var. Bu güç Kuzey Irak Kürt devletinin oluşturulmasında ne derece rol oynamıştır? Bölgede bir Kürt devleti oluşturulması Türkiye’ye ne tür etkilerde bulunur? Bölgedeki Kürtlere otonomi verilmesi Türkiye’nin çıkarlarına ne derece yararlıdır? Bölgede Kürtlere sağlanacak koşullar bizi ne derece ve nasıl etkiliyor?” diyerek tepki göstermişti.
Sonradan milliyetçilerin de dillendireceği üzere Çekiç Güç sayesinde Kürtler orada bir “devletçik” oluşturmuştu ve Erbakan’a göre bu, Müslüman coğrafyası içine konmuş yeni bir İsrail demekti.
Tabii Erbakan’ın zikzaklı yolu Çekiç Güç konusunda da ortaya çıkacaktı. Zira 28 Haziran 1996 tarihinde Demirel’den hükümet kurma görevini alıp başbakan olduktan sonra bu konuda da çark edecek ve Çekiç Güç’e karşı söylemini yumuşatarak TSK’ya yaranmaya çalışacaktı: “İlk vazifemiz Çekiç Güç’le ilgili olarak kahraman ordumuzun kıymetli komutanlarının fikirlerini dinleyeceğiz. Biz hükümet olarak bütün bu bilgilerin ışığı altında ne yapılması gerekirse onu yapacağız.”
Yıllar sonra Ahmet Akgül, “Erbakan Devrimi” kitabında, Erbakan’ın başbakan olduktan sonra Çekiç Güç’le ilgili söylemini değiştirmesini, dahası Refah-Yol hükümetinin Çekiç Güç’ün süresini 5 ay uzatmasını şuna dayandıracaktı: "Çekiç Güç’e hayır’ denilmesi halinde Amerika, İngiltere ve Fransa’ya, parasını peşin verdiğimiz firkateynlerin, füzelerin ve bazı önemli teknolojik gereçlerin gönderilmemesi ve ekonomik ambargoya bahane edilmesi, yüksek bir ihtimal olarak görülüyordu.
DEVLET DEP’E VURUYOR, RP PARSAYI TOPLUYOR
Erbakan ve ekibinin devlete yaranma çabaları, Turgut Özal sonrası Çiller-derin devlet yapısının duvarına çarpıyor ve “yeni devletin” sözcülüğünü, bizatihi Erbakan’ın TBMM’ye taşıdığı MÇP (artık MHP) üstleniyordu. Bugünlerde AKP’nin CHP’ye karşı yaptığı propagandanın aynısını o zamanlar MHP, RP’ye karşı dillendiriyordu.
27 Mart 1994 yerel seçimlerinde RP’nin 25 il belediyesi kazanmasıyla başlayan gerilim sürerken dönemin Ortadoğu gazetesi yazarı Ferruh Sezgin, 24 Nisan tarihli sayısında Nokta Dergisi’ne şu demeci veriyordu: “Güneydoğu seçimlerinde RP’nin kazançlı çıkması bir pazarlığın sonucudur. RP, PKK ile yapmış olduğu pazarlığın sonucunda bu bölgede pek çok belediye başkanlığını kazandı. 20 Ekim seçimlerine MÇP, RP ile ittifak halinde girmişti. Bu ittifakın kuruluş aşamasına bakılmalıdır. RP’nin MÇP ile ittifakı telaffuz etmesi üzerine Güneydoğu teşkilatlarında kıyametler koptu. Hatta istifalar başladı. İşte daha o dönemde PKK ile RP arasında başlayan mutabakat, 27 Mart’taki yerel seçim sonuçlarına yansımıştır…” (Aktaran Fehmi Çalmuk, “Erbakan’ın Kürtleri”)
Elbette bu, baştan sona bir çarpıtmaydı. Zira 14 Temmuz 1993 tarihinde Anayasa Mahkemesi kararıyla HEP kapatılmış, 7 Mayıs 1993’te kurulan Demokrasi Partisi (DEP) ise yoğun baskılar nedeniyle 27 Mart 1994 seçimlerine katılmayacağını 25 Şubat’ta ilan etmişti.
27 Mart 1994 seçimleri öncesinde DEP’e yönelik baskıların kronolojisi şöyleydi:
1 Eylül 1993 Dünya Barış Günü’nde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, TBMM’de yaptığı konuşmada açıkça DEP’i hedef gösterdi.
Dört gün sonra, 4 Eylül 1993’te Batman’da silahlı saldırıya uğrayan DEP Mardin Milletvekili Mehmet Sincar hayatını kaybetti.
16 Eylül 1993’te DEP Genel Başkanı Yaşar Kaya tutuklandı.
2 Aralık 1993’te Yargıtay, DEP’in kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu.
20 Ocak 1994’te DEP Ankara Yenimahalle İlçe binası bombalandı.
5 Şubat 1994 ‘te DEP Genel Sekreteri Murat Bozlak, Ankara-Keçiören’deki evinde silahlı saldırıya uğradı ve ağır yaralandı.
18 Şubat 1994’te Ankara-Necatibey Caddesi’nde bulunan DEP Genel Merkezi bombalandı. Saldırıda bir kişi öldü, 17 kişi yaralandı. (Aktaran, Eyüp Demir, “Yasal Kürtler”)
22 Şubat 1994 tarihli MGK toplantısından bir gün sonra TBMM’deki DYP Grup Toplantısı’nda konuşan Başbakan Tansu Çiller, DEP’lilerin Meclis’ten çıkarılması gerektiğini ilan etti.
Erbakan, bu gidişatı (Çingenelere karşı ırkçı ifadeler kullanarak) şöyle değerlendiriyordu: “DEP milletvekillerinin ipini çekecekler. Bunda kararlılar. Buna biz dahil olmasak da bunu yapacaklar. Ama kimsenin Çingenelik yapmaması gerekir. Nedir Çingenelik, biliyor musunuz? Bu milletvekillerini idam edecekler, ipini bize çektirmek istiyorlar! Peki bu insanlar hakkındaki iddiaları biliyor musunuz? Kim yargılamış? Adil bir yargılama olmuş mu? Bunları değerlendirmeden evet diyelim demek doğru değildir. Haksızlıktır. Çingeneliktir. Birçok arkadaşımızın oylamaya katılmaması doğru olacaktır.” (Aktaran, Fehmi Çalmuk, “Erbakan’ın Kürtleri”).
Erbakan, DEP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması kararından rahatsız değildi. Çünkü DEP’ten boşalacak alanı kendisinin doldurabileceğine inanıyordu. Ama rahatsız olduğu şey, dokunulmazlık sürecine dâhil edilerek Kürt desteğinden mahrum bırakılmaktı. Çünkü yerel seçimler yaklaşıyordu ve Erbakan hem devletle karşı karşıya gelmeyecek hem de Kürtlerin tepkisini üstüne çekmeyecek bir pozisyon arayışındaydı. Pozisyon şu oldu: Dokunulmazlıkların kaldırılması oylamasına kendisi katılmadı ama arkadaşlarını “serbest” bıraktı.
RP MİLLETVEKİLLERİ DEP’LİLERİN DOKUNULMAZLIKLARININ KALDIRILMASINI DESTEKLİYOR
Velhasıl DYP, ANAP, BBP, DSP ve Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi’nden 20 kadar milletvekilinin “evet” oyları neticesinde 2 Mart 1994 gününden itibaren DEP’lilerin dokunulmazlıkları peyderpey kaldırıldı ve aynı esnada Orhan Doğan, Hatip Dicle, ardından diğer DEP milletvekilleri Meclis’ten alınıp hapse götürüldü.
Erbakan iyi bir hesap yapmıştı. DEP’in yerel seçimlere giremeyecek duruma getirilmesinin meyvesini Refah Partisi topladı ve 27 Mart 1994’te yerel seçimlerde tarihi bir ivmeyi derin devletin DEP’e yönelik saldırıları sayesinde toplayabildi.
27 Mart 1994 seçimlerinden güçlenerek çıkan RP, hem Kürtlerin ağzına biraz bal çalmak hem de o 50. DYP-SHP koalisyon hükümetini köşeye sıkıştırmak için popülist birkaç hamleye girişti. RP Grup Başkanvekili Şevket Kazan başkanlığındaki bir heyet Diyarbakır, Mardin, Elazığ, Dersim ve Bingöl’ü dolaşarak “OHAL raporu” hazırladı. AKP’nin bugünkü uygulamalarının ilkel versiyonu sayılabilecek anti-Kürt politikasını Refah Partisi son derece isabetli biçimde şöyle tespit ediyordu:
* İçişlerine bağlı özel timlerde görevli birçok komando bölgede asayişi sağlamaktan çok ırkçı düşüncelerle şovlar yapmaktadırlar.
* Mezra ve köyler hiçbir sosyal ve ekonomik tedbir alınmadan göçe zorlanmakta, il ve ilçeler nüfuslarını taşımayacak boyutlara yükselmekte ve halk kâh çadırda, kâh açıkta, dere ve nehir boylarında sefalet içinde yaşamaktadır.
* Yüz binlerce hektar genişliğinde ormanlar operasyon bahanesiyle yakılmıştır. (Kulp, Hani, Tunceli, Bingöl)
Olağanüstü Hâl Bölgesi’nde adeta bir olağanüstü sektör oluşmuştur.
* 18 Temmuz 1994’te 108 ev ile 4 işyerinin yakıldığı Lice yangınını ne gazeteler yazmış ne halkımız duymuştur.
* Boşaltılarak yakılan köy ve mezralarda hiçbir ciddi hasar tespiti yapılmamıştır.
* Koruculuk sistemi laçkalaşmış, derebeylik halini almıştır.
* Özel indirme tugayları Olağanüstü Hâl Bölge Valiliği’nden habersiz operasyon yapabilmekte ve tam yetki kargaşası açıkça görülmektedir.
ERBAKAN’IN SUSURLUK'A ÇEKTİĞİ PERDE
27 Mart 1994 yerel seçimindeki başarıdan sonra genel seçimlerde iktidara gelme ihtimali ortaya çıkan Erbakan, ordunun derinlerinden gelen homurdanmaya, muhtemelen sonradan çok pişman olacağı ve 1997’de RP’nin kapatılması kararına gerekçe yapılan şu sözlerle yanıt verdi: “Refah Partisi’nin iktidara gelişi tatlı mı olacak, kanlı mı olacak? Buna halk karar verecek.”
28 Şubat’a yaklaşılırken devlet, askeri yetkililer “gericilik tehdidinin” “bölücülük” tehdidinin önüne geçtiğini açıkça ifade ediyor, o dönemin “apoletli medyası” RP’ye yönelik darbeci yaklaşımları dillendiriliyordu. Gidişatı gören Erbakan, kendi iktidarını sağlamlaştırmanın, ordunun gazabından korunmanın yolu olarak Kürt siyasetine yönelik saldırgan politikaları benimsiyor, uyguluyordu.
3 Kasım 1996 tarihinde, Susurluk’un Karapürçek Köyü yakınlarında gerçekleşen trafik kazasında DYP Urfa milletvekili Sedat Bucak, İstanbul eski Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, ülkücü Abdullah Çatlı ve Gonca Us vardı. Bu isimler mafya, siyaset, emniyet mensuplarının derin devlet içindeki şemasının bir nevi prototipiydi. Nitekim Susurluk Kazası sayesinde herkesin aşağı-yukarı bilip de ifade edemediği derin devletin kirli çamaşırları ortaya saçılmıştı. Çiller’le koalisyonun ortağı olan Erbakan, başbakanlık koltuğunda oturuyordu. Cesaret veya niyet etse, Susurluk’un devlet içindeki çetelerle hesaplaşılmasını sağlayabilirdi. Derin devlet unsurları her gün insanları “faili meçhul” cinayetlerle katlediyor, insanlar zorla kaybediliyordu. Erbakan bu gidişata son verebilirdi. Peki ne yaptı?
Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, Susurluk Kazası için “münferit”, kazayı geçirenlerle ilişkisi ortaya çıkan dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar “olayın bir özelliği yok” diyordu. Erbakan onları bile geride bırakacak bir ifadeyle Susurluk’un üstüne siyah perde çekmeye çalıştı: “Bunlar fasa fiso! Rantiye medyasının abartması.”
Refahyol hükümetinin Adalet Bakanı Şevket Kazan ise Susurluk’ta ortaya çıkan ilişki ağının netleşmesi talebiyle başlatılan “Aydınlık için bir dakika karanlık” eylemini Alevi düşmanlığıyla yoğurup “mumsöndü oynuyorlar” diyerek hedef almıştı. Oysa o dönem ortaya çıkan toplumsal tepkinin hedefi RP değildi. Çünkü herkes bu karanlığın sahibinin RP değil, DYP ve derin devlet ağı olduğunu düşünüyordu. Ama RP, devlete, derin devlete yaranmak için Susurluk’un aydınlığa kavuşturulmaması için derin devletin sahiplerinden bile daha cevval davranmıştı.
ERBAKAN’IN KÜRTLERİN 90’LI YILLAR FELAKETİNE KATKISI
Genelkurmay’ın 22 Kasım 1996 tarihinde hazırladığı Milli Güvenlik Kurulu raporunda HADEP-PKK “ilişkisine” dair, şu sıralar HDP karşıtı söylemlerle tıpatıp aynı ifadelere yer veriliyordu: “Siyasal alanda örgüte militan temini yurt içinde HADEP vasıtasıyla olmaktadır. HADEP’in son seçimlerdeki oy potansiyeli dikkat çekicidir. (24 Aralık 1995 tarihinde yapılan genel seçimlerde HADEP 1.171.623 oyla, yüzde 4,17 oy almıştı.) Bu legal görünümlü parti adeta PKK’nin asker bulma teşkilatı gibi çalışmaktadır. Bu partinin özellikle Diyarbakır’daki faaliyeti bölgede icra edilen operasyonlarda yaralı olarak ele geçen teröristlerin ifadelerinden anlaşılmaktadır. Ayrıca bazı insan hakları dernekleri ve legal görünümlü derneklerin de örgüte sempatizan yetiştirdiği bilinmektedir. Bu nedenle HADEP faaliyetlerinin pasifize edilmesi, devlet tarafından takip ve kontrolü, yurtdışı bağlarının kesilmesi, HADEP üzerinde sivil toplum, devlet ve üniversiteler vasıtasıyla ve medya aracılığıyla açık örtülü ve devamlı baskının her türlü yolla kurulması gerekmektedir.”
Milliyet gazetesinin “ele geçirdiği” ve 18 Aralık 1996 tarihinde yayınladığı raporda ayrıca şu korkunç plan yer alıyordu: "Bölgedeki doğurganlık oranının yüksekliği ve hızlı nüfus artışı diğer bölgelere nazaran yüksek. Bu artış Kürt milliyetçiliğinin içte ve dışta canlı tutulmasıyla nüfus dengelerinin değişmesi durumunda uzun vadede bir tehdit olarak ortaya çıkabilir. Araştırmalara göre Kürt nüfusu oranı 2010'da toplam nüfusun yüzde 40'ına, 2025'te yüzde 50'nin üzerine çıkma eğiliminde.
Bu oranla birlikte Kürt milliyetçiliğinin de ön plana çıkması ve bunun da milletvekili sayısına oranlanması ileride vahim sonuçlara yol açabilir. Bölgede nüfus planlaması seferberliği elzemdir. Az çocuğa prim ve çok çocuğa vergi gibi radikal önlemler gereklidir.”
Peki Başbakan Erbakan’ın bu rapora yorumu neydi dersiniz? Şöyle diyordu Erbakan: “MGK bir şey hazırlamışsa her şeyin mükemmelini yapar, raporu da mükemmel hazırlar.” (Aktaran Eyüp Demir, “Yasal Kürtler”.)
Tabii o “mükemmel raporlar” hazırlayan MGK’nın Erbakan için de bir planı vardı ve o plan 28 Şubat 1997 tarihinde icra edildi. MGK tarafından hazırlanan ve İslamcıların kuşatılmasını öngören bildiriyi Erbakan kendi kalemiyle imzaladı, post-modern darbeye direnmedi. İzleyen aylarda da, 18 Haziran 1997’de başbakanlıktan istifa etti.
ERBAKAN, FIRTINALARA YÖN VEREN KELEBEKLER VE HADEP’İN KELEBEĞİ
Gelelim mağduriyete…
Erbakan’ın Refah Partisi, HEP, DEP, HADEP’e ödetilen bedellerin binde birini bile ödemedi. Sadece iktidarları döneminde elde ettikleri gücü kaybettiler. HEP, DEP, HADEP çatısı altında siyaset yapanlar suikastlarla hedef alınıp öldürülürken, TBMM’den alınıp hapse götürülürken, binaları havaya uçurulurken, zorla kaybettirilirken, Refah Partisi Kürt meselesine dair birkaç rapor ve ümmetçi bazı beyanatlar dışında devlete, orduya nasıl yaranacağının hesabını yapıyordu.
Kürtlerin köyleri, kasabaları yakılıp yıkılırken, milyonlarca Kürt zorla yerinden edilirken Refah Partisi’nin tabanındaki İslamcılar gıklarını çıkarmayıp “uhrevi” dertleriyle uğraştılar ve devletle sadece başörtüsü özgürlüğü için uğraştılar.
Milli Görüşçüler “tehdit” olarak algılanmamak için defalarca Kürtlere, Kürt siyasetine karşı devletin yanında konumlandı ve Erbakan’ın kendi talebelerine de çok iyi aktardığı o pragmatist yaklaşım bazı istisnalar hariç hep devam etti, ediyor.
Uzun lafın kısası, HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar’ın çizdiği Erbakan resmiyle, gerçek Erbakan arasında ciddi bir makas var.
Sancar, Erbakan’a dair konuşmasını şöyle bitirmişti: “Sözlerimi rahmetli Erbakan hocanın bir cümlesi ile tamamlamak isterim. Fırtınalara yön veren, kelebeklerin kanat çırpışıdır.”
Erbakan fırtınaya karşı hiçbir zaman kanat çırpmadı. Ama ambleminde kelebek olan HADEP’in kanatlarını kırmaya, dahası Kürtlerin nüfusunu bile azaltma hedefini içeren MGK bildirisini desteklemekten, kendi infazını bile imzalamaktan geri durmayacak kadar devletle “uyumlu” olmaya meyyal tipik bir Türk sağcısıydı.
Nasıl ki onun talebeleri altı-yedi yıl evvel “ırkçı” diyerek tepki gösterdikleri MHP’yi şu anda iktidar ortağı yaptıysa, Erbakan da devlete yaranmak için, “ırkçı” bulduğu halde marjinal bir hareket olan Türkeş’in MÇP’sini Meclis’e taşımakta beis görmedi.
Bugünün devletle, orduyla bütünleşmiş ve devletleşmiş AKP’si, Erbakan’ın Refah Partisi’ni ulaştırmak isteyip de o günün koşulları ve devlet zihniyeti henüz hazır olmadığı için muvaffak olamadığı noktada. Dolayısıyla Erbakan şu anda mezarında rahat uyuyor. Çünkü iktidarda olmayan tek şeyi naçiz bedeni.
Yazı için faydalandığım başlıca kaynaklar:
Eyüp Demir, Yasal Kürtler (Tevn Yay, Nisan 2005)
Eyüp Demir, Öteki Kürtler (Orion Yay, 2009)
Fehmi Çalmuk, Erbakan’ın Kürtleri (Metis Yay, 2001)
Ruşen Çakır, Ne Şeriat Ne Demokrasi (Metis Yay, 1994)
Wikipedia
Milliyet Gazetesi
Milli Gazete
İrfan Aktan Kimdir?
Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.
Akşener’in taht oyunları continues 27 Eylül 2021
Korkut Boratav: Ekonomik kriz yok, yoksuldan alıp zengine veriyorlar 25 Eylül 2021
Oğuz Kaan Salıcı: Çözüm sürecindeki önerilerimizin arkasındayız 18 Eylül 2021
Mahmut Aytar: Bizi örgütleyen açlığımızdır 13 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI