YAZARLAR

Neden voleybol maçı daha fazla rating aldı?

Voleyboldaki heyecanı artık futbolda yaşamıyoruz. Karadağ’a karşı takım gol atıyor, yan gözle izlediğimiz maçta “aa gol oldu” diyoruz, o kadar. Oysa Eda bir vuruyor evde bayram havası esiyor.

Futbolda 1984 yılındaki 8-0’lık İngiltere yenilgisini yaşı yetenler hatırlayacaktır. Belki şimdilerde futbol tarihimizin en büyük hezimeti olarak anlatılıyor olabilir ancak maçla ilgili o kadar keyifli ve güldüren hikayeler vardır ki, bugün çok iyi olmuş yenilmemiz diye düşünüyorum. En güzeli de 1987 yılında yine aynı skorla İngiltere’den mağlubiyet almamızdır.

Bu iki maçla ilgili hikayeler, rivayetler muhtelif. İkinci maça çıkacağı için tedirgin olan kaleci Fatih’i ilk maçta 8 gol yiyen Yaşar teskin eder. Fatih, “Abi ya ben de 8 yersem” diye sorar. Yaşar da “Ya olum 7 yersin, 9 yersin ama 8 gol imkânsız” diye yanıt verir, sonuç malumunuz… Öte yandan tam tersi de anlatılır, Fatih “Ben hayatta 8 yemem abi, taca atarım, kornere atarım yine yemem…” der, sonra takım otobüsünde Yaşar, “Noooldu olum, hani taça atacaktın” diye kendisine takılır.

Maçı anlatan İlker Yasin’in “maç başladı, daha kadroları sayamadan gol yedik” ya da “maç bitti biz gol yemeye devam ediyoruz sayın seyirciler” cümleleri efsanedir. Semih’in 7-0’dan sonra rakip oyunculara gidip “finiş finiş” deyip daha fazla atmamalarını rica etmesi, Yaşar’ın korner sırasında defansa “Lineker’i tutun” demesi, oyuncuların “nerdeee” diye bağırırken usta ayaktan golü yememiz de unutulmazlar arasında. Bu hikâyenin Raşit ile Abdülkerim arasında geçen başka bir versiyonu da çok komiktir. Lineker’i tutması için Abdülkerim’e görev verilir. Ceza sahasında Raşit ile karşılaşan Abdülkerim, “Lineker’i gördün mü” diye sorar, Raşit’in yanıt mükemmeldir: “Şimdi şu tarafa geçti.”

Aynı yıllarda arada 5-0’lık bir başka İngiltere maçını da unutmamak gerekir. “Şerefli yenilgi”, “yenildik ama ezilmedik” manşetleriyle büyüdük. Her maça ülkece kilitlenirdik. Anneler dahil herkes televizyon başına geçerdi. Almanya maçlarının yapıldığı Gerzenkirşen kentini ve kentin telaffuz edilişiyle dalga geçmelerimizi o dönemi yaşayanlar çok iyi hatırlar. “Milli” maç izlemenin çocukluk dönemlerimizde keyifli olduğu yıllardı ve yenilsek de bir sonraki maçı izlemekten geri kalmazdık. Tıpkı Eurovision’da sürekli 0 çektiğimiz ama puanlamada “Turkey nahpoint”ları izlemekten kendimizi alamadığımız ve bir sonraki yıl yine televizyonların başına kilitlenmemiz gibi… Saçma olsa da, sonucunu bilsek de gündelik yaşam pratiklerimiz içinde önemli etkinliklerdi, ertesi gün karalar bağlamadığımız gülüp geçtiğimiz, yenilgiyle sanki daha barışık olduğumuz yıllardı.

Bayram değil seyran değil neden nostalji tuzağına düşüp bunları anlatıyorum ben peki? “Milliyetçi” değilim, tahmin edebileceğiniz gibi. Ancak çocukluktan kalan bir gelenekle, ben ve yakın çevremdeki insanlar “milli” maçları izleriz. Şu haber yoğun gündem arasında kaynadı gitti, hatırlatmak isterim: “Somera araştırma şirketinin 31 Ağustos ile 1 Eylül'e ilişkin paylaştığı reyting verileri, Kadın Milli Voleybol Takımı'nın A Milli Futbol Takımı'ndan daha fazla ilgi gördüğünü ortaya koydu. Reyting sonuçları, Türkiye-Karadağ futbol karşılaşmasının, Türkiye-Polonya voleybol maçının yarısı kadar izlendiğini gösterdi.” Şurası bir gerçek ki voleyboldaki heyecanı artık futbolda yaşamıyoruz. Karadağ’a karşı takım gol atıyor, yan gözle izlediğimiz maçta “aa gol oldu” diyoruz, o kadar. Oysa Eda bir vuruyor evde bayram havası esiyor. TFF’sinden siyasetine, yöneticisinden medyasına tüm aktörler futbol zevkimizin içine ettiler. Nasıl ki dinin her aşamada siyasete alet edilmesi ülkede ters tepti ve deist, ateist oranı patladıysa, sürekli pompalanan, sistematik milliyetçilik dalgasının çıktısı da futboldaki bu “milli” ilgisizlik oldu.

“Futbolda her şey, toprak arsada, iki taş arasına yaptığımız kalelerin bitmesiyle bozuldu” romantizmine girecek kadar naif değilim ancak mahallede top oynayacak bütün arsaların AVM ya da rezidans olduğu da bir gerçek. Dünyadaki küresel dalgalanma ile birlikte futbol devasa bir endüstri haline geldi. Dünya Kupası düzenlenmesinde uluslararası şike ve rüşvet skandallarının ayyuka çıktığı bir sektörden bahsediyoruz artık. Avrupa Şampiyonlar Ligi’nde dönen rakamlar ve bunların sonucunda bütün Avrupa’daki takımlardan ciddi anlamda ayrışan 8-10 büyük kulübün bütçesi, neredeyse küçük ülkelerin toplam bütçelerine denk hale geldi.

Biz ise daha yerelliğimiz ile ayrışmayı başardık bu devasa yapıdan. 90’ların başlarında tribünlerde her lig maçında okunmaya başlanan İstiklal Marşı nereye evrilmekte olduğumuzun habercisiydi aslında. 12 Eylül darbesi döneminde Ankaragücü’nün Evren kararıyla birinci lige alınmasıyla başlayan siyasal müdahaleler 40 yıl boyunca futbol camiasından hiç eksik olmadı. Gülen hareketinin kulüplere musallat olması, dört büyüklerin yöneticilerinin futbolu zevk almaktan çıkartan, ortamı gerdikçe geren açıklamaları ile şekillenen süreçte, UEFA Kupası, Dünya ve Avrupa Üçüncülükleri dışında sürdürülebilir bir futbol başarısı da haliyle yakalanamadı.

Altyapıyı geçtim, üst yapıda İstanbul’daki stat çimlerinin halini dahi çözemeyen, kısa vadeli politikalarıyla kulüpleri borç batağına düşüren, mafya ile ilişkiye girmekten çekinmeyen yöneticiler (Bu konudaki detaylı bilgilere Ecevit Kılıç’ın “Kirli Kramponlar” kitabından ulaşmak mümkün), bir türlü sağlıklı sistem oturtamayan ve Ankara ile göbek bağını kesemeyen federasyon, tutarlı ve adil kararlar almaktan yoksun kurullar, yeni Youtube jenerasyonunu bir kenara bırakırsak 500 kelime dağarcığıyla yayınlar yapan gazeteciler ve spor medyası, her yıl izleyicilerden astronomik rakamlar isteyen yayıncı kuruluş, menajerler ve milyonlarca Euro’nun döndüğü transfer piyasası, hep aynı yüzlerden oluşan, egosu tavan yapmış teknik direktörler, tribünleri faşizm yuvasına çeviren, Ferhan Şensoy’un tabutundaki bayraktan dahi nem kapacak seviyeye gelmiş taraftarlar… Son olarak 19 yılda ülkeyi sürekli gerginliklerle, kutuplaşmayı aşan bir yarılmayla, şiddet diliyle yöneten, gerginlikten beslenen ve bu durumun kaçınılmaz olarak futbolun her aşamasına sirayet etmesine neden olan siyasi otorite… Türkiye’de futbolun, özelde de “milli” takımın keyif alınan bir meşgale olmaktan çıkıp, vahşi bir sektöre dönüşmesinin sorumluları işte bunlar. Normalde futbolda görmediğimiz bir takım çalışmasıyla bu noktaya saydığımız aktörler aracılığıyla geldik. Milliyetçiliğin sistematik pompalanmasına karşı “milli” maçlardan alınan keyfin gittikçe azalması, hatta mağlubiyet olunca “iktidar bundan şov yaratırdı zaten” deyip teselli aramak da işin diğer yanları.

Böyle bir ortamda Kadın Voleybol Milli Takımı hepimize ilaç gibi geldi. Takım hakkında birkaç meczubun tweet atması, Ebrar’ın linç edilme girişimi ve büyük bir kitlenin ona sahip çıkması, tam da kirlenmiş ilişki ağları içinde, keyfimizi her geçen gün daha da kaçıran futbolun karşısında dimdik duran bu sporu yeniden keşfetmemizi sağladı. Eczacıbaşı, Cengiz Göllü yıllarından beri voleybolu takip etmeye çalışanlar için şaşırtıcı değil elbette süreç, başarılara endeksli olmayan, bunların çok ötesinde bir şekilde takımı sahiplenmeyle karşı karşıyayız. Yenseler de yenilseler de keyif aldıklarını hissettiren, işlerine saygı duydukları her hallerinden belli olan, sporu spor için yapan samimi bir takımı herkes özlemiş. Daha çok güreş, boks, karate, judo gibi sporlarla anılan Türkiye; koordinasyon, strateji (Giovanni Guidetti’yi anmadan geçmeyelim), yetenek, takım uyumu gibi birçok parametreyi içinde barındıran bir sporda da başarılı olabiliyormuş meğer. Bir de kadın oyuncular, "şort giydikleri", İzmir Marşı söyledikleri için “laikliğin” ve hayattan keyif almanın ülkedeki temsilcileri oldu. Herkesin “İnadına Ebrar” demesi elbette tesadüf değil.

Özetle, 80’lerde çok hızlı oynayan İngilizler gibi, başka dalda da olsa bir takımımız var artık. Eminim Lineker'den Yaşar’ın çekindiği gibi kadınlarımızdan çekinen rakiplerimiz vardır. Sporu spor olarak görüp, İsveç antrenörünün molada oyuncularına dediği gibi, Türkiye ile oynamanın şans olduğunu düşünenleri görmek, Kevin Durant’in bu takımı izlediğini bilmek hepimize iyi geliyor… Lakin eninde sonunda 22 kişi futbolda, 12 kişi de voleybolda keyif almak ve insanlara hoşça vakit geçirmek için bir topun peşinde ter döküyor. Sporu ölüm kalım savaşı olarak gören, vatan millet Sakarya edebiyatıyla maç izleyenlere karşı, yenmenin-yenilmenin keyfini bilenler, yaşamdan zevk almaya çalışanlar televizyonda ratingleri yükseltiyor. Bu durumun her alana sirayet etmesi dileğiyle…


Azmi Karaveli Kimdir?

İletişim uzmanı. Galatasaray Lisesi’nin ardından Marmara Fransızca Kamu Yönetimi’ni bitirdi, aynı üniversitede Sinema-TV yüksek lisansı yaptı. 1993 yılında Cumhuriyet gazetesinde çalışmaya başladı. Televizyon programcılığının yanı sıra, özel sektörde ve iletişim ajanslarında çalıştı. Kadir Has Üniversitesi’nde iletişim dersleri verdi. Hayat Bilgisi Okulu’nun kurucuları arasında yer aldı. zete.com’da yazılar yazdı. Cumhuriyet Pazar Eki’nde Yurttan Sesler bölümünü hazırladı, zaman zaman kültür sanat sayfasında yazılar kaleme aldı. 2018 yılında gazetede yaşanan gelişmeler üzerine Cumhuriyet’ten ayrıldı. Halen kurucusu olduğu ajansta iletişim danışmanlığı yaparken, bazı STK ve siyasetçilere gönüllü destek veriyor. Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nde doktora tezini bitirmeye çalışıyor.