Nerde bu devlet?
O yeşil ışık yanar, anayasasızlaştırılmış bir devletin somut düzenini dine dayandıracak kuralların yolu açılırsa; bunun için toplum din istismarı üzerinden yarılacak bir plebisite götürülürse bunun sorumlusu açıkça parlamentodaki muhalefet olacaktır. Çünkü teklifin bir teklif olarak mı kalacağına yoksa bir değişiklik sürecine mi gidileceğine karar verecek odur. Bu sorumluluğunun hesabını da “ama ben güçlendirilmiş bir şeyler yapacağım” diyerek geçiştiremez.
Partilerimiz anayasa konuşuyorlar; anayasanın askıda olduğu bir ülkede iktidarıyla, muhalefetiyle anayasa konuşulması siyaset bilimcilerce incelikli biçimde üzerinde durulması gereken mesele. Bugünün meselesi de değil üstelik, bu ülkede 1950’lerin sonundan beri yüksek siyasetin gündeminde anayasa. Güncel tartışması üzerinde kısaca duracağım, fakat iktidarıyla, muhalefetiyle bu derece adı sık alınan kavramın anlamını aydınlığa çıkaracak son birkaç günde yaşanmış üç “olay”ı aktarmakla başlamak istiyorum. Türkiye’nin anayasa düzenine ilişkin somut gerçekliği, anayasa teorisi içinden bir ifade kullanırsak somut düzenin üzerindeki perdeyi kaldıran olaylar bunlar.
BÜYÜK ÇİTLEME VE ANAYASA SORUNUMUZ
Amasya’nın Taşova ilçesinde bulunan köylülerin meralarını korumak için yaklaşık 8 aydır verdikleri hukuk mücadelesi, jandarmanın müdahalesiyle birlikte kamuoyunun gündemine geldi. Köylüler, 800 dönümlük meralarına yapılacak OSB’ye karşı bir hukuk mücadelesi başlatıyorlar. Kaymakam, muhtara köylüleri ikna etmesini telkin ediyor. Muhtar köylünün anayasal hakkında diretince ilçe idare kurulu tarafından görevden alınıyor. Ardından köylü, bu karara tepki olarak görevden alınan muhtarın eşini seçiyor, mücadele devam ediyor. Yürütmeyi durdurmaya ilişkin süreç devam etmesine ve köylüler yararına olan bilirkişi raporuna rağmen iş makineleri harıl harıl çalışarak merayı yok ediyorlar. Köylünün güncel karşılığı milyonlar eden ekinleri de büyük ölçüde zarar görmüş durumda. 90’lı yıllarda çok duyduğumuz “nerde bu devlet?” çığlığını, jandarma, OSB alanını köylüden arındırırken yine işittik. Bir kadın jandarma kalkanı ile itelenirken bu sözlerle haykırdı kendisini tartaklayan devlete. Devletin orada olduğunu bilmediğinden değil, devletten başka bir kapı bilmediğinden. Türkiye’de uzlaşı kültürü yok derler bir de: Görmeye gözü olan herkes, Millet ve Cumhur ittifaklarında öbeklenen siyasi partilerin halkın politik araçlarını elinden zorla almaktaki sessiz uzlaşısını biliyor. 12 Eylül’de kuruldu “anayasal uzlaşı” ve anamuhalefet hala uyuşmazlık çıkarmaya cesaret edemiyor.
Anayasal koruma altında olan meraların statüsünü düşürüp anayasal korumayı kaldırmaktan başlayarak birçok başka araçla koruma mekanizmalarının baypas edilmesiyle Türkiye son yirmi yılda tarihinin en büyük çitleme hareketini yaşıyor. Uluslararası sermayenin kararları ile ve sermayenin çıkarlarını korumak için (büyük harfle) Devlet eliyle girişildi doğanın, tarımın talanına ve köylünün imhasına. Devletin; partinin militanlarına dönüşmüş mülki idarede yani muhtarı görevden alan kaymakamda, kalkanı jandarmaya veren İçişleri Bakanı’nda, İçişleri Bakanı’nı bütün fotoğraflarına rağmen görevde tutmaya devam eden Saray’da, tek kişinin etrafında örgütlendiğini bilmiyor değiller. Anayasa sorunumuzu tanımlamak için bu haykırışa yeniden kulak vermek zorundayız? “Nerede bu devlet!” Orada, işte tam karşında demenin bir anlamı da yok, kimsenin daha fazla aptal yerine konmaya tahammülü de yok. Devletine, sermayesine derinden bağlı muhalefetimizin bu haykırışa verebileceği hiçbir karşılık olmamasının nedeni olan uzlaşı, gerçek bir yanıtı onlar adına imkânsız kılıyor.
İkinci anayasal olayımız yine bir çitleme faaliyetinin sonucunda gerçekleşiyor. Konu zeytin; başka bir açıdan bakarsak maden. Politika, bu ikisi arasında tercih yapmayı gerektiriyor. Zeytinliklerin altındaki toprağın çekilmesi, üstündekinin ezilmesi bugüne kadar sermaye çıkarları ve Devlet zoruyla hukuksal koruma tedbirleri atlanarak gerçekleştirilen çitleme faaliyetinin en etkililerinden. Şimdi, torba kanun teklifi içine saklanan bir kanun normu ile yapılmak isteniyor, yani talanın kapıları sonuna kadar açılmak isteniyor.[1] Zeytinine sahip çıkmak isteyen köylü ve ekolojistler Ankara’ya dertlerini anlatmak için yola çıkıyorlar. Fakat Ankara’ya çıkan yollar kapalı. Devlet köylüye yolu kapatmış, Ankara’ya almıyor. OHAL mi var? Devletin dediğine göre yok. Büyük harfle Milli Güvenliği mi tehlikeye atıyor Ankara’ya gelen köylüler? Ona Saray karar veriyor. Sonuçta seyahat hakkı, toplantı gösteri yürüyüşü yapma hakkı, hak arama hakkı yok.
ERDOĞAN: GREVLERE OHAL’DEN İSTİFADE EDEREK ANINDA MÜDAHALE EDİYORUZ
Anayasa sorunumuzu tanımlamaya yardımcı olacak, aynı hafta içinde yaşanan bir olay daha var. Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararıyla iki fabrikadaki grevler, milli güvenlik gerekçe gösterilerek ertelendi. Aziz Çelik’in sunduğu verilere göre AKP döneminde 196 bin işçinin grevi yasaklanırken bu hakkı kullanabilen işçi sayısı sadece 90 bin. OHAL döneminde ivmelenen yasaklar, hız kesmedi. Tabii OHAL döneminde kâr oranları ivmelenen sermayenin semirmesinin ve bölüşümün ücretliler aleyhine bozulmasının hızı da azalmadı. Anayasal hak olan grev, milli güvenlik gerekçesiyle erteleniyor.
Birkaç hafta içinde değil, her gününü saydığımız anayasa sorunumuzu, meraların, zeytinliklerin talanında, işçilerin anayasal haklarında, eşit yurttaşlık taleplerinin terörize edilmesinde, temel hak ve özgürlüklerin kullanılmaz hale getirilmesinde, kadın cinayetlerinde, çocuğun yüksek yararının anayasaca yasak ticari-dini şebekelerce istismar edilmesinde, ırkçı politikalarda, siyasi rehineler sorununda yaşıyoruz.
ANAYASA DEĞİŞİKLİK TEKLİFİ OYLAMASINDA MUHALEFET KENDİ KADERİNİ BELİRLEYECEK
Muhalefetimiz, eski parlamenter sistemimizi “rasyonelleştirip” sonra rasyonel dozunu fazla gördüğü için cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini koruyarak “irrasyonelleştiren” böylece güçlendiren bir öneriyi sundu. Anayasa sorunumuzu çözeceği için çok heyecanlıyız.
Rejim, kendinden beklenen, sürpriz olmayan, amacı ve hedefi belli anayasa değişikliği teklifi ile meşgul. Hedefi yeni bir plebisit sürecini başlatmak. Teklif Anayasaca yasaklanmış, “dince kutsal sayılan şeyleri istismar etmek ve kötüye kullanmak”la malul. Masa muhalefeti, dince kutsal sayılan şeylere hassasiyetinin doruklarında olduğu için rejimin tepesindeki saraya “elini kadınların kıyafetinden, örtüsünden; zihnini insanların özgürce sevişmesinden çek” diyemiyor. Anayasaya aykırı, hatta anayasalı olmaya aykırı bu değişikliğe yeşil ışıklar yakıyor.
O yeşil ışık yanar, anayasasızlaştırılmış bir devletin somut düzenini dine dayandıracak kuralların yolu açılırsa; bunun için toplum din istismarı üzerinden yarılacak bir plebisite götürülürse bunun sorumlusu açıkça parlamentodaki muhalefet olacaktır. Çünkü teklifin bir teklif olarak mı kalacağına yoksa bir değişiklik sürecine mi gidileceğine karar verecek odur. Bu sorumluluğunun hesabını da “ama ben güçlendirilmiş bir şeyler yapacağım” diyerek geçiştiremez.
[1] Yazının yazılmasının ardından CHP’li vekil Ali Şeker, teklifin torba kanundan çıkarıldığını açıkladı. Ne güzel haber, önce sevinelim fakat AKP’nin yirmi yıldır izlediği parlamento taktiklerini aklımızdan çıkarmadan bunun başka torbalarda yeniden karşımıza geleceğini bilerek sevinelim. Sevinç, direnci artırsın!