Nerelisin hemşehrim? Troyalı!
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılıp, Cumhuriyet’in kurulduğu ilk yıllarda, yurttaşlık bilinci oluşmamış herkesin evinde, paşa dedesinin bir resmi, duvarda asılı olurdu.
Efendim, bugün üzerine binlerce ciltlik eserler yazılan dünya tarihi, aslında göçün tarihidir. Evrimleşen insan türlerinin Afrika’dan göçü, Eski Taş Çağ’ı boyunca süren avcı-toplayıcı-göçebe yaşam, Neolitik Çağ ile birlikte başlayan nesnelerin ve bilginin göçü, Kalkolitik Çağ’da çıkar bölgelerine yönelen göç, devletin icadından sonra yazının ve bürokrasinin göçü, bir yere yavaş yavaş göç edip 500 yıl sonra imparatorluk kuranlar, ya da bir yere yavaş yavaş göç edip 500 yıl sonra o imparatorluğu yıkanlar; tanrıların göçü, kahramanların göçü, teknolojinin göçü, felsefenin göçü, beyin göçü ya da çaresizliğin göçü… Göç hikayeleri saymakla bitmez (daha geniş bilgi için bkz. Gazete Duvar, Selim Martin, Göçün Tarihi yazı dizisi). Ancak bugün bizim konumuz, belki de milattan önce 2’nci binyıldan günümüze kadar gündemden düşmeyen ve dünyanın tarihini kesinlikle değiştiren, başka bir göçün hikayesi: Mitolojinin veya bu öykü için daha net söylemek gerekirse, Ata’nın Göçü!
Troya Savaşı’nı hepiniz bilirsiniz. Hani, güzeller güzeli Helena, denizin karşı kıyısından kaçırılıp Troya’ya getirilince, devasa bir ordu da peşinden onu almaya gelir, Ege Denizi’nin iki yakası, 10 yıl süren amansız bir savaşa tutuşur ya; işte, bizim göç öykümüz, bu amansız savaşın sonunda ortaya çıkacaktır.
Troya Savaşı, dünyanın en popüler mitidir desek yanlış olmaz. Bu savaş ve savaşın tarafları hakkında, günümüze kadar sayısız roman ve şiir yazılmış; karakterler, operadan tiyatroya, sinemadan bilgisayar oyunlarına kadar çok sayıda eserde kendine yer bulmuştur. Konuyu inceleyen farklı alanlardaki bilimsel kitaplar bir yana, öyküde yer alan kimi kişiler ve olaylar; tıp, psikiyatri gibi disiplinler tarafından incelenen sendromlara, hastalıklara bile adını verir. Kısacası, bu savaştan nasibini almayan yoktur, diyebiliriz.
Antik dünyanın en önemli ozanı kabul edilen hemşehrimiz Homeros’un, Troya Savaşı’nın ve bu savaşın sonunda evine dönmeye çalışan bir kahramanın hikayesinin anlatıldığı, İlyada ve Odysseia isimli iki destanı nedeniyle, bu konuda asıl söz sahibi olduğu yaygın bir bilgidir. Ancak bu mit; tek bir eksik noktası hariç, birbirini tamamlayan çok sayıda eserin birleşiminden doğup dünyaya yayılmıştır.
Troya Savaşı’nın öncesini, savaşı ve sonrasını anlatan eserlerin tamamına, Destansı Döngü (Epic Cycle) ismi verilir. Çoğu günümüze ulaşamamış, kayıp destanlardan oluşan bu döngü, alıntılardan, tekrarlardan ve kalan küçük küçük parçalardan birleştirilip, anlaşılmaya çalışılmıştır. Öyküdeki kurguyu bir zaman çizelgesine oturtmak istersek, şu sırayı takip etmek gerekir.
Efsanenin ilk bölümünü, yani ‘Paris’in Yargısı’ gibi savaşa neden sayılan olayları ve savaşın ilk dokuz yılını işleyen destan, Kıbrıslı Stasinus tarafından yazılan, Kypria adlı eserdir.
Sonra, savaşın son yılını işleyen; Akhilles’un Agamemnon’a ve devamında Hektor’a öfkesini, ardından da Hektor’un ölümünü ve cenaze törenini anlatan, İlyada destanı gelir. Troya’nın müttefikleri, Amazon Prensesi Penthesileia ve Etiyopyalı kahraman Memnon’un gelişini ve devamında ünlü kahraman Akhilleun’un (Aşil) ölümünü anlatan; Miletos’lu Arktinus tarafından yazılan Aethiopis destanı, üçüncü sırada yer alır.
Dördüncü sırada ise, günümüzde bilgisayar sistemine gizli bir kapı açıp içeri girmeye yarayan virüse kadar adını veren, meşhur Troya atının (Trojan Horse) inşa edilmesini ve Akhilleus’un silah ve zırhlarının paylaşılma mücadelesini konu alan, Midillili Leskhes’in Küçük İlyada adlı eseri vardır. Beşinci sırayı, Troya’nın yağmalanmasını anlatan ve yine Miletos’lu Arktinus tarafından yazılan, İlliupersis Destanı alır.
Akha ordularının eve dönüşü sırasında yaşanan olayları anlatan, Troezenli Agias’ın, Nostoi isimli eseri, altıncı sıradadır. Savaşın en kurnazı Odysseus’un, 10 yıl süren eve dönüş yolculuğu, Homeros ustanın Odysseia adlı eserinde anlatılır ve kurguda yedinci sırayı işgal eder.
Sekizinci ve son sırada ise, Odysseus’un, Thesprotia’ya yolculuğu ve İthaka’ya dönüşü ile gayri meşru oğlu Telegonus’un tarafından öldürülmesini konu alan, Kyreneli Eugammon tarafından yazılan, Telegoni isimli eser bulunur.
TROYA SAVAŞI GERÇEK MİYDİ?
Efendim, her zaman yaptığım gibi, savaşın sonuna hızlıca geçmeden önce, müsaade ederseniz hikayeyi biraz başa saralım demek; aslında bu savaş gerçekten var mıydı, varsa çıkma nedeninin aslı nedir, ozanların savaşa bakışı nasıldı gibi sorular sormak isterdim. Ancak bu sefer sormayacağım. ‘Troya Savaşı Gerçeği’ konusunu, bir başka yazıya bırakıp; bugün, bu koca döngüde tek eksik parçayı bulup, buradan yepyeni ama yapay bir destan üretip, bir ülkeye sahte bir geçmiş ile meşruluk kazandıran zekanın peşine düşeceğim. Ancak konumuza bilgisiz dalmayalım diye, destanın karakterlerini tanımak ve olayın çıkış hikayesini öğrenmek için kısa bir süre, alışageldiğimiz seyrüsefere devam edelim.
Meşhur Troya kral soyunun ilk atası, Zeus ile Elektra’nın oğlu Dardanos’tur. Troya’nın kurucusu Tros ile kral soyu iki dala ayrılır: İlos ile Assarakos. İlos’un torunu olan Priamos Troya kralı, Assarakos’tan üreme Ankhises ise Dardanie şehrinin yöneticisidir. Ankhises ile Priamos ve onların oğulları Hektor ile Aineias aynı kuşaktan amcaoğullarıdır. Buraya kadar tamam mıyız?
Ama bu yeni destanımızda, başrolü oynayacak Aineias’ın, Priamos oğullarından bir üstünlüğü vardır. Kahramanımızın annesi, bizzat bir tanrıçadır. Troya hanedanından, Dardanie şehrinin yöneticisi Ankhises bir gün, güzeller güzeli Aphrodite ile birlikte olacak, bu birliktelikten de yiğit Aineias doğacaktır.
“Dardanie illerin başında Aineias var, Ankhises’in oğlu, tanrısal Aphrodite doğurdu onu Ankhises’ten; bakmadı tanrıçalığına, birleşti İda eteklerinde bir ölümlüyle.”
İlyada Destanı- Homeros.
Homeros’a göre yiğit Aineias, Troya Savaşı’nda kahramanlıkta kimseden geri kalmasa da her seferinde bir tanrının-tanrıçanın korumasına ihtiyaç duyar. Ozan bu durumu, Dardanos soyunun süreceğini öngören bir kehanete bağlar.
“Kocaman kargısı, kalkanıyla Aineias yere atladı, Akhalar alıp götürmesinler diye ölüyü, gücüne güvenen aslan gibi dolaştı çevresinde, önünde kargısını, yuvarlak kalkanını tutuyordu, öldürmek için yanıyordu karşısına çıkanı, korkunç çığlıklar atıyordu. Derken Diomedes kocaman bir taş atar üstüne, Aineias’ı kalçasından vurur, yiğit düşer, o sırada anası Aphrodite’nin telaşını görmeli…”
Aphrodite bu yüzden yaralanır. Apollon, kahramanımızı, Troya kalesindeki tapınağa kaçırarak kurtarır. Öbür tanrılar da katılırlar bu çabaya.
“Kaderi kurtulmaktır Aineias’ın. Tohum ekmeden, iz bırakmadan ölmemeli, yok olmamalı Dardanos soyu. Ölümlü kadınların verdiği çocuklar arasında Kronos oğlu Dardanos’u severdi en çok. İğreniyordu artık Priamos ‘un soyundan, artık güçlü Aineias kral olacak Troyalılara, kral olacak çocuklarının çocukları.”
İlyada Destanı- Homeros
Şimdi, bu bilgiyi de cebimize koyduysak, gelelim savaşın sonuna. Malum, Troya düşer. Her taraf yangın yeri. Karakterler, bir bir eksiliyor. Erkeklerin kimisi çoktan öldü, kimisi birazdan surlardan aşağı atılacak. Kadınların bir kısmı ganimet olarak gemilere yüklendi, bir kısmı da birazdan kapanın elinde kalacak. Bizim Aineias, yaşlı babası Ankhises’i sırtına alarak ve oğlu Askanios’u da elinden tutarak İda Dağı’na kaçar. Kaçarken, Troya’nın kutsal heykellerinden Palladion’u da yüklenir… Bitti.
AİNEİAS'A NE OLDUĞU BİR MUAMMA OLARAK KALDI
Evet efendim, o büyük destansı döngüde, Aineias hakkında yazan bilgiler bu kadardı, bitti. Destanlar birbirini destekledi, her konu çözüme kavuştu, tüm karakterler, ama öyle-ama böyle bir sona ulaştı. Ölen öldü, kalan kaldı. Fakat bizim Aineias’a, bundan sonra ne olduğu bir muamma olarak kaldı. Ta ki milattan önce 29 yılına kadar. Sıkı tutunun, normal seyirden ayrılıyoruz. Acilen Akdeniz’e çıkmamız lazım. İskele Alabandaa!
Efsaneden şimdilik ayrılıp gerçek tarihe dönelim. Milattan önceki son birkaç yüzyıl içinde, Roma’da cumhuriyet kurulmuş, devlet zamanla güçlenmiş, önce bugünkü İtalya topraklarında hakimiyet kurmuş, sonra da başka coğrafyalara yönelmişti. Batı Anadolu’ya geldiklerinde de önce müttefikler bularak, buradaki nüfuslarını git gide arttırmayı hedeflemişler, sonra hiç beklenmedik şekilde, ansızın, kendilerini buranın sahibi olarak buluvermişlerdi. Düzenli okurlar hatırlayacaktır, gazetede, cumhuriyetin yıkılışını konuştuğumuz yazı dizisinde, Bergama Krallığı’nın son kralı III. Attalos’un, krallığın tüm topraklarını Roma’ya miras bırakmasının etkilerine uzun uzun değinmiştik. Oradan bir alıntı yaparak konuyu bağlasak kimse kızmaz sanırım.
“Cumhuriyet dünkü çocuk. Batı Anadolu kentleri ise çok geniş coğrafyalardan gelen birikimi pratiğe çevirmiş; Mısır’ın, Mezopotamya’nın, Anadolu’nun eski uygarlıklarından kadim bilgilerle donanmış; deniz ulaşımı ve ticaretindeki büyük başarısı sayesinde tüm Akdeniz ve Karadeniz kıyılarını kolonize etmiş; krallık, diktatörlük, tiranlık, demokrasi, kent devleti, eyalet sistemi, çeşitli ticari, siyasi ve askeri birlikler gibi her türlü yönetim organizasyonunu çağlar boyunca yalayıp yutmuş bir kültür deviydi. Bunların yanında, madenden orman ürünlerine, verimli topraklardan bereketli denizlere kadar her türlü doğal zenginliğine, yüzyıllara dayanan geniş ticaret ağları sayesinde, Roma’nın henüz hiç bilmediği coğrafyalardan gelen ürün ve hammadde çeşitliliğini ekleyen devasa bir ekonomiye sahipti. Dilleri geniş topraklarda bilinip-konuşuluyor, paraları her ülkede değerini koruyor; kahramanları, tanrı ve tanrıçaları o zaman bilinen dünyanın tamamında kabul görüyordu. Efsaneleri ve o efsaneleri dillendiren ozanları bile Roma’nın ünlü komutanlarından daha çok saygı görüyordu. Böyle bir coğrafyayı nasıl yönetirsiniz?"
S. Martin, Ölüler Ülkesi Yazıları X – Cumhuriyetin Ölümü, 30 Eylül 2023, Gazete Duvar.
MİRASTAN PAY ALMANIN EN YASAL YOLU: AKRABALIK
Yönetemezsiniz efendim. Eskinin bilgisi ile olmaz. İşte tam da bu sırada, Roma’da cumhuriyet yıkılıp İmparatorluğa dönüşürken, bu dönüşümde, bu kadim coğrafyayı elinde tutmak için lazım olan anahtar keşfedildi. Öyle çok gizemli bir durum düşünme sevgili okur; geçmişten günümüze, değişmez bir şekilde, bir mirastan pay almanın en yasal yolu neyse, burada da aynısı hasıl oldu. Tanıştırayım efendim, akrabalık bulundu.
Ünlü şair ve ozan Vergilius, masasının başına oturdu ve kadim destandaki sonu bilinmeyen tek karaktere, yeni ve eşsiz bir son yazarak, güçlü bir kültürü ve zengin bir coğrafyayı sahiplenmeyi başardı. Hadi ozanın kafasının içinde biraz gezinelim, bakalım esin perileri neler üflemiş bizimkinin kulağına?
Nasıl yapmalı, nasıl etmeli? Önce elimizdekilere bir bakalım. Eski ozanların, tanrılardan aldığı kehanete göre, Aineias ölmeyecek, soyu gelecekte yeniden krallıklar kuracaktı. Süper. Sonra? Sonra, Aineias Troya’dan ayrılmıştı ama nereye gittiği bilinmiyordu. Bu da güzel. Şimdi kağıt kalemi alalım, yazmaya başlayalım.
Aineias Troya’dan kaçar, Roma’ya gelir, kenti kurar. Yok, böyle hemen olmaz, buna kimse inanmaz. Eski ustalar nasıl yapardı? Kahramanları uzun ve tehlikeli, macera dolu yolculuklara çıkartırlardı. Eh, biz de yapalım. Alalım Odysseus’un 10 yıl süren eve dönüş macerasını, değiştirelim içindeki yerleri ve isimleri (umarım kimse fark etmez); üstüne biraz korku, biraz gerilim, eh tabi bolca cinsellik, sonra kahramanlara yakışır birkaç onurlu davranış, az hüzün, az yalnızlık ve biraz sıla hasreti ekliyoruz derken, hoop yeni vatana hoş geldiniz. Burada da biraz mücadele, sonra zafer ve en sonda da sahipleniş. Perde iner, salon alkıştan yıkılır, İmparator (?) Augustus, Romalıları selamlar. O dedesine, Romalılar da soylu atalarına nihayet kavuşmuştur.
Olay örgüsüne birazcık alaycı yaklaştık diye kızma canım okur. Ne yapalım, gerçekler böyle. Ancak, destanda, bu uyarlama kısmı dışında, güçlü bir teoloji ve doğruya yönelme olduğunu da söylemek lazım. Vergilius, hali hazırda yönetimde olan Augustus rejiminin sembolizmini çok etkili bir biçimde kullanarak, Augustus ile binlerce yıl önceden kalma bir karakter olan Aineias arasında bir bağ kuracak, duyguları ile gerçeklik arasında bocalayan bu ikiliye, dindarlık ve dürüstlük yükleyerek, Augustus’a iyi bir yönetici olmanın anahtarını sunacaktır.
Ozanımızın yarattığı bu yepyeni öykü, ilgi çekici bir kuruluş efsanesi, bir ulusal destan olacak; Julius-Claudius hanedanına meşruluk kazandıracak ve geleneksel Roma erdemlerini yüceltecektir: Bir kişi, ancak ‘Pietas’ (bağlı, sadık ve dindar) olması durumunda, Emperor yani hükmetme yetkisine kavuşur. Bir taraftan da biz yabancı değiliz, sizin torunlarınızız diyerek Küçük Asya üzerinde kurulacak hakimiyete de imkan verecektir.
Vergilius’un, bu destan ile kazandığı en büyük başarı, kendi çağının ulusal kültürüne bir kaynak bulmuş olmasıdır. Roma’nın geçmişini, Anadolu’nun büyük uygarlık merkezi Troya’ya kadar
götürmekle ona uluslararası bir derinlik vermiştir. Böylece Roma, Akdeniz’in en soylu hanedanınca kurulmuş olur. Bu sayede ozan, hem düşman olarak bilinen Batı ile Doğu’yu büyük bir birlik içinde barıştırmış olur, hem de kendisinin Homeros gibi ozanların ozanına dayanıp, onun yolunda, ondan esinlenerek destan yazdığını gösterir.
VERGİLİUS DESTANIN YAKILMASINI VASİYET ETTİ
Bu arada Vergilius’un, eserini tamamlamak için milattan önce 19 yılları civarında, Ege coğrafyasına bir yolculuk yaptığını, bu yolculukta hastalandığını, döndükten çok kısa bir süre sonra, 21 Eylül 19’da öldüğünü ve tam olarak bitmemiş bu destanın yakılmasını vasiyet ettiğini de sözlerimize eklemek lazım. Ancak Augustus, destandaki ışığı görür ve mümkün olduğunca az değişiklik yapılarak bu destanın yayınlanmasını emreder. Akıllı adam, vesselam.
Efendim, akıllı bir ozan, eski bir destandan kendine kahraman araklamış, o kahramanı memleketinden göç ettirip, yine eski destanlardan aşırdığı maceralarla gezdirip kendi ülkesine ata yapmış, bir başka akıllı kişi de bunu iktidarı için kullanmış, eh yani, ne var bunda, ‘cool story bro’ dediğinizi duyar gibiyim. Hani bu öykünün, dünya tarihini değiştiren kısmı?
Buyurun o zaman, geçin zaman makinasının başına, tarihi biraz ileri saralım. İmparatorluğun, daha açık söylemek gerekirse, Batı Roma İmparatorluğu’nun sonuna gidelim. İşin kargaşa ve yıkım kısmını alttaki paragraflara bırakalım, sonrasına bir bakalım. Burgonyalılar, Franklar, Alemanniler ve Vizigotlar, Vandallar, Gotlar, Germen kabileleri, Galyalılar, Vaskonlar, Saksonya ve Anglialılar (Anglo-saksonlar), Normanlar, Jütiler, bilcümle İskandinav kabileleri ve diğerleri. Tabii bunların yanında Papalık kurumu; Latinler, Katolikler ve diğerleri. İmparatorluğun mirasına kim sahip çıkacak?
Augustus ile başlayıp MS 3’üncü yüzyılın sonlarına kadar devam eden imparatorluk sistemi, Diokletianus’un reformu ile Tetrarşi yönetimine dönüşecek, bir süre sonra da Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılacaktır. Batı kısmı oldukça karışık; birbirinin unvanını tanımayan imparatorlar ve yardımcıları, onları tek lider yapmaya çalışan orduları, yumruğu en sert olan ile sesi en çok çıkanın kısa süreli imparatorluk günleri… Düğünlerde oynanan sandalye kapmaca oyunu gibi; müzik sustuğunda oturan, koltuğun sahibi oluyor, ta ki kampanalar tekrar çalana kadar. Efendim bu sürecin oldukça kanlı olduğunu, katliamların, ihanetlerin, iç savaşların, kendi kuyruğunu yiyen yılan gibi dönüp durup, Roma’yı tükettiği ortada. Üstelik az buçuk güçlenen herkesin, civarda güçsüz gördüğü dağınık kabilelere saldırıp, ucuz zaferlerle şöhret elde etmeye çalıştığını da ekleyeyim. Batı Roma bu sebeplerle yıkılacaktır. Şimdi tekrar sorayım: İmparatorluğun mirasına kim sahip çıkacak?
TOPRAKSIZ LORT, LORTSUZ TOPRAK OLMAZ
Roma, kendisini Roma yapan ayrıcalıklarını kaybetmiş ve yok olmaya yüz tutmuştu. Yozlaşmalar, yağma yapan kavimler ve bunların sonucunda ortaya çıkan belirsizlik ortamı sürerken, diğer yandan kör topal işleyen, hala sahip olduğu topraklar üzerinde kurumsal bir egemenliği sürdürmeye çalışan devlet sistemi bulunuyordu. Kilise örgütlenmesi, tam da bu sırada, ortaya çıkan otorite boşluğunu doldurmaya çalışarak hızla siyasi bir yapıya bürünür. Avrupa’nın karanlık dönemi birkaç yüzyıl boyunca bu şekilde sürer. Ardından kilise yeniden bir atak yapacak ve bazı güçlü yerel karakterlere veya krallara taç giydirme-din eliyle meşruiyet kazandırma çabasına girecektir.
Bu karanlık sürecin ardından feodal dönem başlayacaktır. Bir tarafta dua edenler (kilise ve ruhban sınıfı), diğer tarafta savaşçılar (şövalyeler ve feodal beyler) ve bu iki sınıfı doyurabilmek için gece gündüz çalışanlar (serfler); dönemin mottosu kabul edilebilecek bir sözün doğruluğu için rollerini aksatmadan yerine getireceklerdir: Topraksız Lort, Lortsuz toprak olmaz.
Tabii bu süreçte, aldığı ondalık vergisi ile bağışlar bir yanda, cennetten sattığı araziler diğer yanda, bulabildiği her şeyi nakde çeviren, topraklarına toprak, servetine servet katan kilisenin, lortlara rahmet okutacak mertebeye, kısa zamanda ulaştığını da unutmamak lazım. Piskoposluk Engizisyonu mu dersin, Papa Engizisyonu mu? Fransa mı, Almanya mı, Bohemya mı, İspanyol’u mu, Roma mı, Polonya mı, yoksa Portekiz Engizisyonu mu? Kampanya var hanım, seç beğen al! 1184’te başlayan soruşturmalar, bir gezici karnaval gibi Avrupa’yı dolaşarak, her memlekette öldürecek insan bulmayı başarır. Gözünüze, kısa bir saçmalama dönemi gibi görünmesin. Venedik Engizisyonu 1806’da, Portekiz 1821’de, İspanya Engizisyonu ise 1834’te ancak kaldırıldı. Coğrafyayı da eksik saymayalım; Amerika, Brezilya ve Hindistan gibi sömürge toprakları da bu çılgınlıktan yeterince nasiplerini aldılar.
Efendim bir de bunların üstüne, bir kişi Papa olacak diye, savaşıp ölen binleri, on binleri ekleyelim. Bitti mi, ne yazık ki hayır. Öncesi ve sonrasıyla aslında 500 yıl süren, ama adıyla meşhur ‘Yüzyıl Savaşları’nı, bir de bunca iç savaşın arasında bizim saymayı unuttuğumuz, ama onların unutmayıp, dur birazda dışarıda savaşalım diyerek yaptıkları haçlı seferlerini; efendim vebasını, gribini, açlığını sefaletini de ekledik mi tamamdır. Ortada yaşayan pek insan kalmamış gibi görünse de biz tekrar soralım: İmparatorluğun mirasına kim sahip çıkacak?
Barbar kabilelerden, kilise hiyerarşisine, feodal beylerden, monarşi krallıklara, kanla geçen bu yüzyıllarda, benim diyen herkesin, aslında tek bir amacı olmuştu. Eski güzel, güçlü yıllara dönebilmek. İmparatorluğun gerçek sahibi olarak kendini kabul ettirmek. Fakat kendini miras sahibi olarak göstermek biraz zor, hatta oldukça tehlikeli. Katliam yapan bir kişinin akrabası olduğunu söylerseniz, sizi kimse kabul etmez, üstüne öldürülmeniz an meselesi olur. Ne yapmalı, nasıl etmeli de bir kan bağı bulup tahtta hak iddia etmeli? Çözüm basit efendim, tahtın son sahibinin akrabası olmak tehlikeliyse, siz de ilk sahibinin akrabası olun. Soyunuzu, biraz gezdirip dolaştırıp, Troya civarlarına uğrayıp, Avrupa’ya ulaştırın. Oldu mu size tüm Avrupa Troyalı?
EN HAS, ÖZ TROYALI SİZSİNİZ TABİİ Kİ
Neler yapmadılar ki bunu göstermek için? Derslerde çocuklara okutulan Troya masalları, Orta Çağ’da tekrar yazılan Troya kökenli mitler, sanatın her dalına konu olan kahramanlar, krallar ve efsaneler; ünlü ressamlara, sanatçılara ısmarlanan Troya tabloları, kayın ağacı üstüne boyamalar; mektuplara, kitap kapaklarına ve sayfalarına işlenen Troya öyküleri, kendilerini o öykülerdeki karakterlerin yerine betimleten, üç tane askeri, iki tane köylüsü olan alelade bir beyden, en güçlü soylulara kadar, onlarca kişinin beyhude çabaları. Duvarda, kendisinin Troya kökenli olduğunu gösteren bir tablo asılıysa, şato sahibi bir soylunun yüzüne, kim “hadi oradan” diyebilir ki? İsterse bu kişi, kendisini Troyalı Paris yerine, kahyasını da hırsızların ve habercilerin tanrısı Hermes yerine çizdirmiş olsun. Tabii efendim, bilmez miyim atalarınızın Troya’dan geldiğini? En has, öz Troyalı sizsiniz tabii ki.
Mesela, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılıp, Cumhuriyet’in kurulduğu ilk yıllarda, yurttaşlık bilinci oluşmamış, bir yurttaş olmanın kıymetini bilemeyen herkesin evinde, paşa dedesinin bir resmi, duvarda asılı olurdu. Böylece insanlar, soylu olduklarını, eski sarayla bir şekilde kan bağına sahip olduklarını göstermeye çalışırdı. Alelade, tekdüze yapılan bu resimlerin birçoğu sahte, aynı elden çıkma işlerdi. Kimileri de köşklerden, konaklardan böyle eski, gerçek resimleri toplar, ihtiyaç sahiplerine (!) satardı. Efendim malumunuz, koca Cumhuriyet içinde ne o kadar paşa dede ne de o kadar saraylı bulmak pek de mümkün olmasa gerek. Böyleyken, koskoca Avrupa coğrafyasında da kökeni Troya sarayı olan o kadar kişi bulmak, aynı şekilde abesle iştigaldir herhalde.
Tabii ki süreç burada sonlanmayacak. Tarih akmaya devam ediyor. Önce coğrafi keşiflerle yaratılan zenginlik, ardından reform hareketi ve Rönesans. Yani, Batı ile Klasik Antikite arasında sanat, bilim, felsefe ve mimarlıkta bağın tekrar kurulmasını sağlayan, Antik Helen filozof ve bilim insanlarının çalışmalarının çeviri yoluyla alındığı dönem. Yani, eski mitlerin yeniden baş köşeye oturması. Yani, genel anlamda bir Avrupalılık kültürü yaratma çabası. Yani, yeniden hoş geldin Troyalı olmak.
Bu çabanın bir sonu gelir mi? Sanmam. Mesela, Birinci Dünya Savaşı sonrası, “eyvah yağmaya geç kaldım” diyen bir ülke var, bilir misiniz? İşte o ülke, hem kendisine köklü bir geçmiş yaratmak için, hem bilginin üstünlüğünü ele geçirmek adına, hem de bu topraklarla arasında organik bir bağ kurup, sahte bir yakınlık yaratmak için, kısacası imparatorluğun mirasına sahip çıkmak için çabalamaya devam ediyor. Bildiniz, Amerika. Günümüzde Troya öyküleri, edebiyatın ve sanatın her dalında, hele sinema, dijital yapımlar ve oyun dünyasında, Amerikan yazarlarının, sanatçılarının, yapımcılarının ve sponsorların tekelinde karşımıza çıkıyor. Troya’yı hayatında bir kez bile görmeyen yakışıklı aktörler, bizim kahramanları canlandırırken, güneşin bu topraklarda hangi yönden doğduğunu bilmeyen yönetmenler, bu yapımları yönetiyor.
Amerika Birleşik Devletleri, sadece bu eserlerle dolaylı olarak değil, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren, açık açık, aleni bir şekilde, kendisini Roma İmparatorluğu’nun bu yüzyıldaki devamı olarak ilan etmektedir. Pax Amerikana (Amerika Barışı);1945’ten günümüze kadar, Batı dünyasında süregelen barış dönemini tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Bu terim aynı zamanda, Amerika Birleşik Devletleri’nin en büyük askeri ve diplomatik güç olduğunu da anlatır. Pax Amerikana, kısmen Birleşik Devletler’in doğrudan etkisiyle, Amerikan sermayesi ve diplomasisi tarafından desteklenen uluslararası kurumlar vasıtasıyla türetilmiştir. Bu da Amerika Birleşik Devletleri’ne, askeri ve diplomatik olarak, modern zamanların Roma İmparatorluğu rolünü yüklemektedir.
Bu unvana hiç şaşırma sevgili okur; ordusunun global üstünlüğü, ticari egemenliği, tüm dünyadaki okyanus ve denizlerdeki varlığı ve devletler arasında bir denge kurabilecek gücüyle, Büyük Britanya Birleşik Krallığı da 1815 Napolyon Savaşları’nın sonundan 1914’teki Birinci Dünya Savaşı’na kadar, Pax Britannica adı altında, Roma İmparatorluğu’nun devamı olduğunu herkese kabul ettirmeyi başarmıştı.
16 ve 17’nci yüzyıllarda ise; Balkanlar, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve kısmen Kafkaslar’da görülen uzun süreli barış, Pax Ottomana olarak adlandırılır. Tabii tek bir farkın altını çizmek gerekir, Osmanlı İmparatorluğu, Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkentini ele geçirdiği günden beri, zaten kendisini Roma İmparatorluğu’nun devamı olarak adlandırmaktaydı. Fatih Sultan Mehmet, Konstantinopolis’in imparatorluğun başkenti olması gerçeğine dayanarak, ‘Kayser-i Rum’ (Roma İmparatoru) unvanını almıştır. Önce Patrik tarafından kabul gören bu unvan, bir süre sonra Batı dünyasında da kendine yer bulacaktır. Zira, anne dili (!) Yunanca olan Fatih Sultan Mehmet, İlyada ve Odysseia’yı orijinalinden okumuş, aynı zamanda tarih konusunda oldukça bilgili bir padişahtır.
Bunca örnekten rahatlıkla anlayabileceğimiz üzere Troya, şimdilerde Doğu-Batı mücadelesinin simgelerinden birisi olarak görünse de aslında dünyada güçlü olmanın, egemen olmanın, diğerleri arasında onları dengede tutacak kadar- söz sahibi olmanın, aynı zamanda köklü, kültürlü, zengin ve bilgili olmanın anahtarı gibi duruyor. Vergilius’un, Aineias’ı Troya’dan Roma’ya göç ettirmesinden beri, tarih boyunca, kim bu mirasa sahip çıkarsa, yukarıda sayılan gücü ve başarıları elde etmiş, bu yüzden de herkes bu mirasın peşinden koşmuş gibidir. Dünyanın tarihi, coğrafyası, kültürü, sanatı ve hatta bilimi, bu miras uğruna elden ele değişerek bu günlere geldi.
Eğitimli, barışsever, emekten yana, sadece insanı değil tüm canlıları, doğayı seven insanlara elbette bir sözüm yok. Onlar zaten hem dünyanın ortak kültürel mirasına hem de dağlara, nehirlere, kuşlara, böceklere, bilumum kıymete sahip çıkıyor ve koruyorlar. Ama aranızda, “en güçlü ben olacağım ve dünyayı yöneteceğim” diyen varsa, onlar da bu yazıdan faydalanabilirler. Bak arkadaşım, ayrım yapmadan, bu toprakların geçmişine, dillerine, öykülerine, şarkılarına ve halaylarına sahip çıkarsan, dünyanın kaderi belki de bir gün senin ellerinde olabilir. Kim bilir?
Efendim bunca tantananın ardından, ha hemşehrim, o kadar konuştuk ama bu arada sen nerelisin dersen; tabii ki ben de Troyalıyım!
Söylencemiz sürecek. Viya Böyle!
*Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü, Öğr. Gör.