YAZARLAR

Nereye kaçıyor bu çocuklar?

Yaptığınız 100 işin 99’unda parayı, iktidarı ve menfaati ön plana çıkarmışken yüzüncüde lafı evlada getirince, o 99 işten menfaat devşirmiş olanlar hariç kimse size inanmıyor…

Aslında yıllardır istenen buydu. Türkiye gibi orta kalite bir ligin takımları için maddi sürdürülebilirliğin tek imkânı altyapıdan oyuncu yetiştirmek (Ajax modeli) veya genç yaşta gelmiş oyuncuyu parlatmak (Porto modeli), sonrasında da bu isimleri iyi fiyatlara satmaktı. Son bir ayda Beşiktaş’tan 21 yaşındaki Rıdvan Yılmaz Rangers’a, 18 yaşındaki Emirhan İlkhan Torino’ya transfer oldu. Trabzonsporlu 19 yaşındaki Ahmetcan Kaplan Ajax’a yakın. Bu arada Galatasaray Marcao’yu Sevilla’ya, Fenerbahçe Kim Min-Jae’yi Napoli’ye yolladı. Kulüpler nihayet akıllanıp hidayete mi erdi, yoksa şartların zorladığı veya rastgele oluşan yeni normal yeni dertler mi getirecek? Yeni rejimin sonuçları ne olabilir?

İHRACAT MODELLERİ

Türk futbolunun süregelen – düzensiz – oyuncu ihracat modelleri var. En yaygın olanı ligin yıldızlarını makul bonservis bedelleriyle Avrupa’nın vasat, vasat üstü ve Körfez’in iddialı kulüplerine göndermek. Cenk Tosun, Vedat Muriç, Badou Ndiaye, Yusuf Yazıcı gibi yakın tarihli örnekler hafızalarda taze. Marcao ve Kim Min-Jae transferleri bu cinsten, sadece eskiye göre biraz daha sık görülüyor. Oyuncuyu yurtiçinden veya yurtdışından iyi fiyata alıp parlatarak yüksek bedelle satmaya dayanıyor. Göze çarpmamış cevherleri bulup keşfetmeyi, “alırken kazan” klişesini uygulamayı gerektiriyor.

Son yıllarda yerleşmeye başlayan bir model daha var. Dakikası düşük ama potansiyeli yüksek oyuncu ihracatı. Özellikle 2015 sonrası ülkeden ayrılan Ozan Kabak, Merih Demiral, Çağlar Söyüncü, Zeki Çelik, Doğan Alemdar, Enes Ünal, Mert Çetin gibi oyuncular Avrupa’ya yıldız olarak gitmedi. Alt yaş gruplarındaki performanslarıyla dikkat çekseler de geniş futbol kamuoyunun gördüğü ve bildiği isimler değillerdi. Çoğu yetiştirici camialardan çıktılar. Şimdi bu trendin yeni bir aşamasındayız. İhracat salgını dört büyüklere de bulaştı. Kadroda önemli bir rol üstlenmesi beklenen altyapı mahsullerini elde tutmak zorlaşıyor.

KUR FARKI HER ŞEYİ AÇIKLAMIYOR

Dört büyükler yıllarca vasat oyunculara örneğin Fransa’daki bir alt-orta düzey takımda alacağı maaşın beş katını verdi. Benzer örnekler hala olsa da gerek yabancı serbestisinin artması, gerekse dolar ve euro kurunun geldiği seviye bu pratiği aşındırdı. Hal böyle olunca yerli oyuncular için yüksek ücret motivasyonu büyük ölçüde ortadan kalktı. Avrupa’nın beş büyük liginde kümede kalma mücadelesi veren bir ekip, üç büyüklerden daha yüksek maaşları rahatlıkla teklif edebiliyor. Memlekette kalmanın maddi cazibesi azalıyor.

Kur farkı oyuncuların ayrılık tercihini – kısmen – açıklasa da gelen teklifleri açıklamıyor. Torino Emirhan gibi bir profile aynı teklifi beş yıl önce de yapabilirdi ama yapmıyordu. Bunda son yıllardaki olumlu örneklerin etkisi var. Çağlar Söyüncü, Merih Demiral, Zeki Çelik gibi örnekler Türkiye’de yetişen gençlerin Avrupa’ya adapte olamayacağı yönündeki önyargıyı kırmada ciddi rol oynadı. Küreselleşme de bir faktör. Transfer komiteleri ve scoutlar dünyayı parsel parsel eyledikçe sıra bir gün size de geliyor. Menajer ağları ve dünyayla iletişim günden güne artarak uluslararası oyuncu hareketini kolaylaştırıyor. Her zaman çok eleştirilen kulüplerin de hakkını vermek gerek. Birçok soruna rağmen evrensel ölçütlere hasbelkader uyum gösterince yeni yetenekler çıkarabildiler.

Oyuncu tarafına dönelim. Para ciddi bir motivasyon kaynağı olsa da tek sebep olduğunu sanmıyorum. Gençlerin ufku eskisi kadar sığ değil. 15 yıl önce genç bir yerli futbolcuya kariyer planını sorunca alacağınız yanıt belliydi: “Önce Dört Büyükler, sonra Milli Takım” ve son olarak ayıp olmasın diye “nasipse Avrupa”. Şu anda Dört Büyükler kısmı – halihazırda orada olanlar için bile – pek cazip durmuyor. Nedenini kestirmek zor değil.

Türkiye’de genç oyuncular 17-22 yaş arası dönemde beklenen sıçramayı yapamıyor. Sebepler muhtelif. Örneğin teklif gelince kıymete binseler de öncesinde aynı mevki ve role bir sürü – üstelik vasat – transfer yığılmış oluyor. Fenerbahçe 10 numarayı Arda Güler’e verirken çok havalı görünüyor ama benzer mevki veya rol için Emre Mor, Lincoln Henrique, Bruma gibi transferler yaparak oyuncuyu rotasyonun derinliklerine göndermekten çekinmiyor. Oyuncular gelişmek için doğru yerde olmadığının farkında. Bunu mazeret sayıp “oldum” düşüncesiyle çalışmayı bıraktıkları andan itibaren üst düzey kariyer ihtimali ortadan kalkıyor.

Baskı da küçümsenecek türden değil. Sosyal medyayla iyice pekişen hain-kahraman sarkacında birinden diğerine sonsuz bir salınım içindesiniz. Her türlü hakarete, değersizleştirmeye maruz kalacağınız neredeyse garanti.

Futbol dışı nedenler de var. Ülkedeki siyasi iklim biraz yetişmiş olan herkesi dışarı itiyor. Doktorlar, mühendisler ve birçok meslek grubundan sayısız insan kendisine yaşam alanı kalmadığını düşünerek yurtdışına gitmenin yollarını arıyor. Haksız da değiller. Neticede mesela İtalya’da aynı standartta bir yaşam imkanı bulsa bir saniye düşünmeden gidecek olan kişiler – yani çoğumuz – aynı şeyi yaptığı için 18 yaşındaki bir çocuğun tepesine biniyor.

EVLAT RETORİĞİ

Hal böyle olunca demode söylemler boşlukta vızıldamaktan başka işe yaramıyor. Evlat, popülist laf salataları için çok kullanışlı olsa da somut olayları açıklamak için başvurulabilecek rasyonel bir kavram değil. Bu yüzden yönetimlerin – bugün Beşiktaş’ın, yarın kim bilir kimin – evlat söylemi üzerinden taraftarı yanına çekme çabası hiçbir anlam ifade etmiyor. Yaptığınız 100 işin 99’unda parayı, iktidarı ve menfaati ön plana çıkarmışken yüzüncüde lafı evlada getirince, o 99 işten menfaat devşirmiş olanlar hariç kimse size inanmıyor. Futbolcular kulüplerin evladı değil sözleşmeli profesyonelleri. Elbette yetiştiğiniz ve büyük ihtimalle çocukluğunuzdan beri taraftarı olduğunuz kulüp ile aranızda maddiyatı aşan bir bağ var. Hatta bu oyuncuların zaman zaman menajerler tarafından “kandırılıp” size küçük kazıklar attığı da doğru. Ancak post-endüstriyel futbol böyle bir dünya ve böyle olmasında kulüplerin payı oyunculardan çok daha fazla.

Evlat retoriği üzerinden girilen değersizleştirme geleceği de kirletiyor. Yönetimin bugün 18 yaşındaki bir oyuncuya neler söylediğini gören 15 yaşındakiler yarın kendilerini neyin beklediğini görerek gitmeye, ilk fırsatta kaçmaya daha da hevesli oluyor.

TEK YOL ÖRNEKLERİ ARTIRMAK

Sorunun daha temel bir kaynağı da var. Türkiye’de siyaset ve kültür alanında yaşanan problemin benzeri spora da yansımış durumda. Nitelikli insanlar nadiren ve daha da önemlisi tesadüfen yetişiyor. Hal böyle olunca, yerine yenisini nasıl koyacağınızı bilmediğiniz için mevcut olan bir-iki örnek ilahlaştırılıyor, vazgeçilmez ilan ediliyor. Neticede hem o kişi deliriyor veya delirtiliyor, hem de ona atfedilen önem ve kendisiyle kurulan ilişki akıldışı bir yere varıyor.

Bunlar dermansız dertler değil. Şimdiye kadar kitabi hale getirmediğiniz yöntemleri belli bir metodoloji altında toplayarak düzenli biçimde yeni futbolcular yetiştirmek mümkün. Mesela ilk adımlardan biri, 21 yaş altı oyuncu satışından kazanılan bonservis ücretinin belli bir yüzdesini doğrudan altyapıya ayırmak olabilir. Altyapı bütçesi tesis geliştirme, hoca eğitimi, hatta yurtdışından hoca transferi gibi eylemlere tahsis edilebilir. Yine oyuncuların sözleşmelerine bir sonraki satıştan pay eklemek, verdiğiniz eğitimden bir kez daha kazanç sağlama imkânı verebilir. Ya da her iki yılda bir A takıma bir oyuncuyu monte etmek, teknik direktörden hatta başkandan bağımsız bir kulüp politikası haline getirilebilir. O zaman iki yılda bir Rıdvan, üç yılda bir Ahmetcan çıkaracağınızı bilirsiniz. Geniş kadronuzda altı-yedi tane altyapı mahsulü bulunur ve içlerinden birine teklif gelince eliniz ayağınıza dolaşmaz. Üstelik yarattığınız ortam sayesinde oyuncular da ilk fırsatta sizden kurtulmak için can atmaz. Hatta ayrılmış olanlardan işi rast gitmeyenler daha düşük bedellerle geri dönerek kadronuzu güçlendirebilir. Siz de maddi sürdürülebilirliğin tek yolunun buradan geçtiğini bilir, doğrusunu yapmış olmanın huzuruyla oyuncuyu makul bir bedelle gönderip yolunuza devam edersiniz.

Türkiye’de kulüpler batık durumda ve sebebi kendilerinden başkası değil. Kendini her zaman çok büyük, en büyük, hiper büyük olarak konumlandıran Dört Büyükler yeni bir başlangıç istiyorsa ortalama Avrupalı müşterilerin “fabrika satış mağazası” olmayı içine sindirmek zorunda. Torino Beşiktaş’tan büyük mü, Fener Napoli’den ufak mı, Galatasaray varken Schalke’ye mi gidilir, Lille’in Trabzon’dan ne fazlası var gibi anlamsız ve çoğu zaman yanlış cevaplanan sorulara yer kalmadı.

Beşiktaş’a Rıdvan için 4 milyon, Emirhan için 4.5 milyon Euro ödendi. Ahmetcan için 9.5 milyon Euro’dan söz ediliyor. Marcao’dan 12 milyon, Kim Min-Jae’den 18.5 milyon Euro bonservis geliri elde edildi. Doğru işler yapılınca karşılığı alınıyor. Sıradaki hedef bunların devamlılığını sağlamak olmalı. 20 yaşındaki oyuncudan elde ettiğiniz gelirin tamamını 33 yaşındaki yıldızın maaşına yatırırsanız, vadesi dolmuş sığ söylemlerin içinde debelenmeye, parasız kalıp siyasilere yanaşmaya ve kıta çapında rekabete uzaktan bakmaya devam edersiniz. Futbolu seven hiç kimsenin bunu istemediğinden eminim…


Suat Başar Çağlan Kimdir?

1984 yılında Bornova’da doğdu. Balıkesir Fen Lisesi’ni ve Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirdi. 2010 yılında Ege Üniversitesi Sanat Tarihi Bizans Sanatı programında yüksek lisansını tamamladı. 2007 yılından beri İngilizce ve Fransızca dillerinden serbest çevirmenlik yapıyor. George Bernard Shaw, Alain Robbe-Grillet, C. L. R. James, Saadat Hasan Manto gibi yazarların eserlerini Türkçe’ye çevirdi; edebiyat, sanat ve felsefe alanındaki yazı ve tercümeleri çeşitli dergilerde yayınlandı. Gazete Duvar’da başladığı futbol yazılarına farklı mecralarda devam ediyor. Karşıyaka’da yaşıyor.