Neşe Özgen: Devletler sınırlarda işlenen cinayet ve suçları Frontex üstlensin istiyorlar
Sosyal bilimci Dr. Neşe Özgen, göçlere karşı kurulan AB Ajansı Frontex'in yapısını anlattı: "Frontex bir ajans gibi görünüyor olsa da asker kiralayan, kendine ait bir ordu yapılanması olan bir kurum."
KÖLN - Kültürün oluşmasındaki en temel dinamiklerden biri de göç etmek, yer değiştirmek ve seyahat etmektir. Ancak 2000’li yılların başından itibaren güvenlikçi ideolojinin devletler tarafından kabul görmesiyle birlikte seyahat etmek, göç etmek, sığınma talep etmek her geçen gün daha da zor bir hal aldı. Ülkeler sınırlarına metrelerce yüksek duvarlar örüyorlar. Normal bir seyahate çıkmak için artık pasaport, vize dışında onlarca evrak toparlamak, yolculukta kriminal bir amaç olmadığına dair yeminli ifadeler vermek gerekiyor. Elbette tüm bu resmiyetin ağırlaştırılmış masrafının ödenmesi de seyahatin bir parçası haline geldi. Bunun yanı sıra ‘yasal olmayan’ yollardan göç etmeye çalışan göçmenlere karşı kullanılan şiddet de her geçen gün ağırlaşıyor. Avrupa'da daha iyi bir yaşam hayal eden binlerce insan, aşırı kalabalık eski teknelerle, plastik botlarla Kuzey Afrika'yı terk ediyor. Akdeniz, dünyadaki en ölümcül göç yollarından biri haline geldi. Uluslararası Göç Örgütü'ne (IOM) göre, bu yıl ocak ile mayıs ayları arasında İtalya ile Malta arasında geçiş yapmaya çalışırken 500'den fazla kişi öldü.
Göç Örgütü mart ayında yayınladığı raporunda 2020'de Akdeniz'de hayatını kaybeden göçmen sayısının 2 bin 200 olduğunu açıkladı. Fakat yardım kuruluşları gerçek sayının çok daha fazla olduğunu ileri sürüyor.
Avrupa'nın sınırlarını korumaktan sorumlu olan ajansı Frontex, denizlerde göçmenlerin botlarını hedef alıyor, denizin ortasında kalan insanlara yardımların ulaşmasını engelliyor. Karada ise direkt göçmenlerin üzerine ateş açıyor ve sınır geçişlerinde yaşanan ölümlerin hesabını da artık kimse sormuyor.
Sınır konusunu, Frontex’in nasıl bir yapı olduğunu, hareket etme, yolculuk etme hakkının zaman içinde nasıl suçlaştırıldığını, bu konularda hem sahada hem farklı uluslararası enstitü ve üniversitelerde araştırmalar yapmış olan ve sosyal bilimci olarak saha çalışmalarına devam eden, ABD’deki Duke Üniversitesi’nde, Kültür Antropolojisi bölümünde çalışan Dr. Neşe Özgen ile Gazete Duvar için konuştuk:
Sınır korumanın, sınır oluşturmanın hem çok eski bir tarihi var hem de canlılığını hep koruyan bir konu. Tarihsel açıdan ele alacak olursak sınır ne demek?
Bilebildiğimiz kadarıyla kentsel alandan önce kırsal alandaki sınır, insanların evler arasındaki alanları birbirleriyle bir kontrat, bir müzakere alanı kullanabilmeleri için yapılır. Kırsal alanda bir evin duvarına bakarak o evin feodalitenin ya da kırsal üretimin hangi anında olduğunu çok rahat anlayabiliriz. Eğer ki evin bahçe çitleri yoksa dışarıya açıksa ya da dışarıdan görünmeyi engellemiyorsa, en azından ortalama bir insanın omuz boyuna kadar içerisi görünebiliyorsa bu grup daha henüz kadını eve hapsetmemiş ve toprak mülkiyeti tekelleşmemiştir. Tersine bir evin bahçe duvarları, çitleri yüksekse içerde artık bir köylülük sistemi değil bir çiftçilik sistemi oluştuğunu, o evin patriarka üzerinden geliştirilmiş ve giderek kapitalistleştirilen bir mülkiyet rejimi içerisine geçtiğini anlarız. Bir narratif örmeye çalışıyorum ama teşbihte hata olmaz devlet sınırlarına biraz da bu gözle bakmakta yarar var. Aslında sınır bizim iki ev arasındaki sokakta çocuklar oynarken, çamaşırlar asılırken ya da o sokaktan birisi geçtiğinde kamusal alan diye tarif ettiğimiz yerin adıdır. Kısacası orası bizim buluştuğumuz yerdir.
Bu kamusal alan ne zamandan itibaren vatan konusuna dönüştü?
Şöyle de diyebiliriz ne zaman bu kamusal alan bu sınırın içine alındı? Çünkü kendi özel alanınızı çevrelemeye başladığınızda kamusal alanda da pazarlık etmeye hazır hale gelirsiniz. Roma hukukunda kamusal alan ortak pazar alanıdır. Bu ortak pazarın iradesi de devlet, beylik, imparatorluk gibi daha yüksek bir irade üzerinden belirlenir. İslam hukukunda ise ortak kamusal alan dediğimiz alan daha çok karşıyla mübadele ve pazarlıkla anlaşılır. Bir esnafın Roma hukukuna göre dükkânının önüne masa sandalye atmak istemesi halinde bunu önce belediyeyle pazarlık etmesi gerekir. İslam hukukuna göre karşı dükkândaki esnafla kavgaya tutuşmamalıdır. Çünkü mülk Allahın dolayısıyla da herkesindir. Mülkün herkese ait olmasıyla bu konu hem kaba kuvvet hem iktidar-güç dengeleriyle hem de karşıyla pazarlıkla belirlenir. Türkiye Avrupa Birliği’yle 2006’da yaptığı anlaşmaya kadar bu iki hukuk arasında kala kalmış bir sınır rejimine sahipti. Ben, en geç 2009’da tamamlanması ve 2011’de de devreye girmesi gereken Avrupa sınır rejimi entegrasyonunda uzman olarak bulundum. O zaman önerilen Çin’de malı yüklenmiş mühürlenmiş ve elektronik olarak kaydedilmiş bir ticari malın hiç açılmadan elektronik kayıt üzerinden gerekli sınır kapısındaki elektronik sitemlerde de tarandıktan sonra kıta Avrupa’da veya Amerika’da ulaşacağı yere hiç açılmadan gidebilmesini sağlama mutabakatı üzerine kuruluydu. Türkiye bu konuya mutabıktı fakat gerçekleştirilemedi.
Neden gerçekleştirilemedi?
Çünkü sınır dediğiniz aslında hakikaten bir pazarlıktır. Ve bu pazarlık sadece devletle değil sınırın köşesinde, kenarında yaşayan insanların da karşıyla ne oranda ve kendi devletleriyle ne oranda pazarlık ettiğine bağlı olarak değişir. Fakat sınırda olan yerel, ulusal, uluslararası, ulus aşırı pazarlık mekanizmaları sınırı benzersiz, örneğine iç bölgelerde hiç rastlanmayan imkânlar ve çatışmalar, bulanıklılığına ve geçiciliğine sürükler. Bu, sınır kültürü dediğimiz yapının temelini teşkil eder. İnsanlar tekinsiz her an değişebilecek farklı güç dengelerinin alanında gerçeği ve geleceği hemen sezerek her türlü pazarlığa daha hazır hale gelirler. Aslında sınır kendi kültürüyle birlikte hem birleştirir hem çatıştırır. Türkiye, 1950’lerden sonra artan bir biçimde, 1980’lerde askeri vesayetle birlikte giderek militerleşen bir biçimde, 1990’ların sonunda küreselleşme siyasetiyle birlikte, 2003’ten itibaren de uluslararası siyasette illegalitenin devletler eliyle yürütülmesiyle beraber -bunun içine savaş, kaçakçılık her şey dâhildir- çok değişken ve üniter bir sınır rejimini yerleştirmeye başladı. Böyle 2009’a gelindi. 2009’dan itibaren Türkiye hem AB hem de bütün dünya tarafından onaylanmış bir biçimde sınır rejimini pazarlıkçı rejimden (ki bu demokratik bir şeydir) güvenlik rejimine doğru, arkasından da terörist suçlara karşı alabileceği en yüksek önlemi meşrulaştıran suç rejimine doğru değiştirdi. Şu anda sınırlarımızda yaşayan veya sınırlarımıza temas eden herkesin potansiyel suçlu olduğuna, mutlaka farklı devletlerle işbirliği yapan ajan olduğuna dair bir önyargıyla hareket ediyor.
Sadece Türkiye değil, AB’ne dâhil başka birçok ülkede de pasaportunuz, biletiniz, vizeniz olsa dahi herhangi bir sınır kontrolünden geçerken aynı potansiyel suçlu muamelesini görüyorsunuz.
Evet, iş insanı, turist vb. bir biçimde tüm yasallığınızla geçmek için sınıra gittiğinizde dahi suçlaştırılmış rejim nedeniyle kendiliğinden bir biçimde suçlu olarak muamele görmeye başlıyorsunuz. 2009’dan beri bu böyle işliyor. Bu vahim durum büyük oranda 2005-2006’dan itibaren Frontex ile birlikte sınır rejiminin güvenliğini onaylayan ve giderek Frontex’i suçu önlemeye yönelik silah kullanma yetkisi olan ulus üstü bir kurum olarak tanımlanmasıyla meşrulaştı. Şu anda geldiğimiz nokta Türkiye’nin sadece kendi sınırlarına duvarlar örmesiyle açıklanacak bir durum değil. Bu durum AB ve NATO tarafından hoş görülen ya da onaylanan, sınırda öldürülenlerin, engellenenlerin tümünü baştan itibaren terörist, casus, suçlu olarak görmeyi kabul eden bir sınır rejimi sayesinde oldu. Bunun da baş aktörlerinden biri Frontex’tir.
‘FRONTEX SİYASALLAŞMAMIŞ GİBİ GÖSTERİLEN AMA SİYASAL BİR KURUM’
Frontex de aslında diğer AB ajansları gibi işlemesi gereken bir kuruluş. Başlangıçta sınır güvenliği için teknolojik ve bilimsel gelişmeleri takip edip bu bilgileri Avrupa Parlamentosu’na aktarması gereken bir rolü varken bu rol zaman içinde değişti. Silah kullanma yetkisi aldı, ardından şeffaflığı olmayan silah lobileriyle birebir pazarlığa oturacak kadar ileri gitti. Gittikçe daha karanlık bir yapıya dönüşmesinin başlangıcı neresi?
Bir topluluk kuruluşu olan Frontex, Avrupa Parlamentosu’na bağlı ve Konsey tüzüğüyle 26 Ekim 2004’de kuruldu. Ancak 2005’te Varşova’da meşrulaştı. Çünkü Afrika ile Avrupa arasında temel geçiş noktası olan Ceuta'da büyük bir mülteci akını geldi. İspanya’nın bu mülteci akınıyla baş edemediğini söyleyip güvenlik gücü istemesiyle meşrulaştı. Frontex’in bir insani durumu ilk defa suçlaştırması, bunu içinden çıkılması gereken bir kriz halinde sunması ve meşrulaştırması Ceuta’da oldu. Sonra yine 2006’da aynı yerde bir mülteci akını yaşandı. Biliyorsunuz son birkaç haftadır yine Fas’tan Avrupa’ya geçişte Ceuta’da kötü şeyler oldu. Fakat artık bu insan hakkı ihlalleri çok meşru görülüyor. Sekiz bine yakın insan iki günde İspanya’ya geçti. Bunun altı bini geri gönderildi. Botlar delindi, insanlar denize atıldı. Kalanları da zaten korkunç şartlarda tutuyorlar. Frontex’in sistematik olarak yönetilen, maliyeti etkin, müşterek operasyonlara dayalı risk analizlerini koordine etmek diye bir amacı var. AB entegre sınır yönetimi sisteminin sağlamlaştırılması, uygulanması ve tecriden genişletilmesi konusunda kilit rolü bu kuruma veriyorlar. Aslında Frontex siyasallaşmamış bir kuruluş olarak sunulmasına rağmen üç durum siyasallaşmasına yol açıyor. Bunlardan ilki üye devletler arasındaki işbirliği seviyesine fazlasıyla bağımlı olmasıdır. Örneğin Almanya, Yunanistan ve Türkiye arasındaki işbirliği seviyesi 2020’nin mart ayında büyük bir mülteci grubunun bizzat Türkiye tarafından sınıra sürülmesi ve AB ülkelerini mültecilerle tehdit etmesiyle bu seviye çok belirginleşti. Bu seviye hemen Yunanistan Frontex’i çok daha nitelikli ve etkin bir biçimde kullanmak için AB ile anlaşmasıyla sonuçlandı. Yunanistan o zamana kadar kısmen insan hakları çerçevesinde kalmaya çalıştığı mülteci meselesini tamamen Frontex’e devretmek zorunda kaldı. Türkiye elindeki mülteci kozunu kaybetti ve buradan zararla çıkmış oldu. Yunanistan ise kendi sınırlarını kendisi koruma kapasitesini kaybetti. Durumu tamamen Frontex’e devretti. Frontex böylece 2020’de açıkça ateşli silah kullanmak, alım satımı ve silahları kendisi seçmek, sınırın suçlaşmış bir mekanizma olduğu ön kabulüne dayanarak sınırın etki alanını aşan bir üçüncü ülkeye müdahale etmek gibi birçok kazanımları da edindi. Şu anda Frontex, İtalya, İspanya, Malta ve Ege denizindeki su sahasını hem ülkelerin kıta sahanlığı içerisinde o ülkenin deniz kuvvetleri birlikte ya da değil hem de uluslararası sularda kontrol etme yetkisine sahip. İkincisi faaliyetler belirli üye devletler tarafından siyasi baskılar ve stratejilerin yan ürünüdür ve acil durumlara dayanır. Ceuta örneği gibi veya Midilli’ye bir yıl içerisinde çıkan 50 bin göçmen örneğinde olduğu gibi aciliyet arz ettiği söylenerek hemen bir meşrulaştırma kapasitesi geliştiriyorlar. Üçüncüsü de Avrupa Komisyonu Frontex üzerinde çok büyük bir etkiye sahip. Komisyonda güçlü olan ülkelerin Frontex’i siyasallaştırma gücü de var.
Anlattıklarınız seyahat özgürlüğünün ortadan kalkması demek olmuyor mu?
Seyahat özgürlüğü tamamen bir insan hakkı olmaktan çıkıyor. İnsanların istediği yerde istediği kadar yaşama hakkı olan İnsan Hakları Beyannamesi’nin 14. maddesine dayandırdığımız bizim için çok kadim olan bu hak tamamen ortadan kalkıyor. Ama bunun da ötesinde Frontex ile birlikte yerleşme, yer değiştirme, barınma ve başka ülkeye geçebilme hakkı 2000’lerden itibaren 2010’lardaki gibi vize sıkılaştırılmaları, karşı ülkenin kabulü gibi meseleleri daha da aşarak her türlü hareket suçlaştırıldı. Harekete başladığınız andan itibaren Frontex sayesinde suçlu duruma getiriliyorsunuz. Yani sizin kendiliğinden suçlu olduğunuz ve bu suçu işlemediğinizi ispatlamanız gerekiyor. Defalarca yeminli ifade vermeler, imzalı bildirimler vermek gerekiyor. İnsanların artık birçok belgeyi biriktirmesi gerekiyor. Asıl kötü olan bir mülteci veya göçmenin uluslararası kurallara göre geldiği ülkeye başvuru yaptıktan sonra belli bir müddet kendisini açıklayabilmesi ve sıkıntısını kanıtlayabilmesi, delilleri toparlayabilmesi için izin verilen bir süre geçirirdi. Ancak geldiği ülkeye yönelik bir karşı suçu varsa yargı kararıyla geri gönderilirdi. Fakat artık bu kalmadı. Şimdi sahillerden botlara ateş edilerek, delinerek, insanlar delik botlarda ölüme terk edilerek veya yardım götürülmesi engellenip geri dönmeye zorlayarak bir defetme hareketi meşrulaştı. Uluslararası bir suda bulunuyorsanız size dokunan kimsenin olmaması lazım. Ama artık sular, denizler duvarlaştırılmaya başlandı. Eskiden herkesin olan ulus aşırı alan artık bir suç mekânı haline getirildi. Siz ulus aşırı bir suda bulunuyorsanız hiçbir hukuku çiğnemediğiniz halde neredeyse bir korsanla eş değer tutuluyorsunuz.
Frontex'in ilgili kimi yasa dışı konulara karıştığına dair iddialar var. Şu anda bütçesi durduruldu ve soruşturma geçiriyor. Sizce Frontex’in kapatılması veya reform edilmesi söz konusu olabilir mi?
Fonksiyonel bir kurum olduğu için kapatılmayacaktır. 2021’in başlarında Frontex’in 2019’da yaptığı bütün toplantılar, katılımcılar, silah pazarlıkları, hangi şartlarla silah almaya giriştikleri, mevcut olan yüz tanıma sitemini geliştirmekten yaklaşık 200 kameranın yaklaşık 500 bin insanı kodladığı bir tekniğin alınmasından söz ediyoruz. Bunların ihalelerine kimlerin katıldığına kadar pek çok dosya sızdı. Bu dosyalara bizim gibi Frontex'i çalışan araştırmacılar da erişti. Bu sızan dosyalardaki yolsuzluk üzerinden soruşturma geçiriyorlar. Denetimi Avrupa Komisyonu tarafından yapıldığı için ve acil durumlara binaen meşrulaştırıldığı için şu anda fonksiyonel bir kurum; asla kapatılacağını düşünmüyorum. Hatta soruşturmaların Frontex’in daha meşru bir zemine oturtulmasıyla sonuçlanacağını düşünüyorum. Yaptıklarınız hakkında biraz daha fazla bilgi verin denilebilir. Ama bunu neden yaptınız veya yapıyorsunuz denileceğini sanmıyorum. Zaten güvenlik meselesi, suçlaştırma meselesi Frontex’in kurulmasındaki retorik. Asıl ideoloji orada onu reddetmeyeceklerdir. 2006-2012 arasında on binden fazla insanın Frontex tarafından vurulduğunu biliyoruz. Bu sayının 2016-2021 40 binden fazla insana çıktığını tahmin ediyoruz.
‘FRONTEX AB’NİN SINIR ORDUSU GİBİ’
Fransa Cumhurbaşkanı Macron yıllardır “AB olarak kendi ordumuzu oluşturalım” diyor veya bunu temenni ediyor. Frontex’in ilerde AB ordusuna dönüşme ihtimali var mıdır?
Aslında zaten öyle bir konumda, yönetim biçiminden yönetim tekniklerine, yönetim kapasitesine kadar militer bir kurum. Başlangıçtan itibaren göçün kendisini bir kriz olarak nitelendirdiğinizde bu yönetim güvenlik üzerine çok rahat döndürülür ve bu oldu. Frontex bir ajans gibi görünüyor olsa da Avrupa Konseyi’nin ortak konsorsiyumuyla kurulmuş olan ve asker kiralayan, kendine ait bir ordu yapılanması olan bir kurum. Ortak bir anlaşmayla işe alınanların kullanacağı silahlardan, eğitim biçimine, emekli olduktan sonraki hayatlarından yargılanmalarına kadar giden süreç üzerin çok ciddi bir ortak konsorsiyum var. Frontex başka herhangi bir ülkenin egemenliği altında kurulamayacak kadar çok denetlemeli ve çok uluslu bir yapıya sahip. Böyle bir yapıyı hangi devletin egemenliği altında kurabilirler? Başından beri nerede kurarlarsa kursunlar o ülkenin ordusunu güçlendirecek yapıyı da engellemeye çalışıyorlar. Hem ordular üstü bir kapasiteye sahip olacak hem de kısmen de olsa uluslararası bir koruma altına alınabilecek bir ajans. Başlangıçta sahip olduğu niyetlerden çok daha fazlasını şu anda gerçekleştirebiliyor. Kendi silah alımlarını kendisi alabiliyor. Onaya sonra sunuyor. Risk analizini kendisi yapıyor. Şiddet tanımını, suç tanımını ve suçun nasıl önlenebileceğine dair önlemlerin tanımını kendisi geliştirebiliyor. Asıl korkunç olan terör ve suç tanımını kendisine göre geliştirmesi. Krizi yönetmek ve güvenlik kodu adı altında öyle bir terör tanımı geliştirdi ki şu anda Türkiye de dâhil olmak üzere Akdeniz’deki korumanın yüzde altmışı veya altmış beşi Frontex deniz kuvvetleri tarafından kontrol ediliyor. Ama ek olarak entegre sınır yönetimini güçlendirmek için uluslararası suları da kontrol ediyor. Hatta ulus aşırı suları da kontrol etme yetkisine sahip.
Bu yasal mı? Uluslararası suları ve ulus aşırı suları kontrol etmek yetkisi neye göre var?
Hayır, yasal değil. Vatan dediğimiz şey kara parçasıdır. Biz kendimizi yerle tanımlarız. Kendimizi yerle tanımlayabilmek için, toprağı meşrulaştırmak için bu dünya insanları altı tane Nuh mitolojisi yazdılar. Biz kendimizi suyla tanımlamıyoruz. Suyun izin verdiği yerde yaşıyoruz. Biz aslında vatan dediğimiz kara parçasını çitliyoruz. Ülkenin su altındaki uzantısı olarak düşündüğümüz yeri kıta sahanlığı olarak dikkate aldığımız 6 mil bazı yerlerde 12 mil olarak güvenlik alanı oluşturuyoruz. Ama bunun arasında kalan uluslararası yerler var. Bir de kimsenin olmayan ulus aşırı yerler var. Kıbrıs’ın güneyi gibi, ne Kıbrıs’a ait ne Mısır’a. Uluslararası suların dışında herkesin kullanabileceği ama bir başkası geldiğinde onun kullanımının yararına çekilmesi gereken, kimsenin olmayan herkesin diye tarif ettiğimiz bir hukuk sistemi var.
Peki, elinde silahı olan, gemisi olan kimseye ait olmayan uluslararası güç olarak Frontex kimi kimden, kim adına koruyor?
Basit bir biçimde Avrupa Konseyi’ne dâhil olmuş olan yerlilerin insan haklarını koruyor cevabını vermek yerine -çünkü bu bahaneye sığınıyorlar- soru gerçekten benim için kime karşı koruyor? 1950’lerden itibaren BM nezdinde geliştirilen uluslararası pek çok toplantı ve anlaşmalarla çok zor kazanımlarla elde ettiğimiz seyahat haklarına, insan haklarına karşı koruyor. Burada artık söz konusu olan yerlinin mülteciye karşı korunması değildir. Burada söz konusu olan harekete geçmiş veya geçmekte olan her kişinin potansiyel bir suçlu olarak her an hareketsiz bırakılabileceğine dair bir yeni meşruiyet zemini çizilmesidir. Yani şu an bir yerden bir yere gitmekte olan herkes bütün bilgileriyle, retina okumasından, bütün vücudu tarayan elektronik sistemlerle parmak izlerine kadar kodlanmış durumdadır. Milyonlarca insanın kodları birikiyor. Bu kodlar devlet güvenlik sistemleri tarafından kullanılıyor. Bu kodlar devlet güvenlik sistemlerinin sızıntıları yüzünden pek çok farklı amaçlı şiddet suç örgütü tarafından kullanılabilir ve de kullanılmaktadır. Mesela 2016’dan itibaren Balkan rotasında çok ciddi suçlar işlendi. 2016’da Frontex’ten emekli olduklarını bildiğimiz çeşitli çetelerin çeşitli devletlerle anlaşma yapıp çok ağır silahlarla Bulgaristan sınırında mültecileri vurduklarına şahit olduk. Ya da İtalya devletinin el altından beslediği, silahlandırdığı denizci çetelerine şahit olduk. Bunların içerisinde Frontex’ten emekli olanlar da vardı. Bir bilgiyi bir yerde bu kadar kompakt toplarsanız bu sadece bilginin kişiler aleyhine kötüye kullanılacağı anlamına gelmez. Aksine hakkınızda böyle bir bilgi toplanıyorsa eğer bu bütün nüfusu dehşete düşürecek bir tehdittir. Bu her an sizin hakkınızda da bilgi toplandığı ve bir yerde depolandığı bazı algoritmik meseleler yüzünden sizin her an bir şekilde ülke içi veya dışı hareket amacınızın suçlaştırılabileceği, terörize edilebileceği ihtimali ile karşı karşıya olduğunuz anlamına gelir.
Frontex’in işlediği veya işleyeceği suçlar yargılanabilir ya da kanıtlanabilir olmayacak diye anlıyorum?
Frontex’in almakta olduğu konum tamamen bağımsız davranabilecek, kendi kararlarını alabilecek tabiî ki de hesabını verecek ama bunun için de kendi ideolojisi içerisinde çok rahatlıkla aklanabilecek neredeyse yarı bağımsız silahlı bir örgüt. Çok ciddi bir silah gücü var. Mesela 2012’de 20 uçak, 30 helikopter ve 100 gemisi vardı. 2019’da silah alım toplantıları, üye ülkeler konsorsiyumu, para toparlama toplantılarından sızan bilgilere göre bunun aslında beşe katlandığını gördük. Çok büyük bir güç haline geldi. Ulus devletin başına bela olmadan mülteciyi engelleme, kriz yönetimi, güvenlik, terörizm ideolojisi Frontex’i bu hale getirdi. Bununla baş etmeden Frontex üzerinden ne yargılama yapılabilinir ne İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni artık bir daha savunabiliriz.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi için söyleyecek olursak yani bir dönem kapandı.
Kesinlikle öyle. Üye ülkelerin bu yeni ideolojiyi elemine etmekte hiç de iyi hissiyatlar içinde olmadıklarını gösteren çok belirgin uluslararası anlaşmalar var. Bunlardan birisi Almanya-Türkiye ve Yunanistan arasında 2017 ve 2018’de mülteci geçişlerine dair ardı ardına imzalanan anlaşmalardır. 2.5 ay önce Yunanistan yeni bir anlaşma yaparak kendisine başvuran mülteciler hakkında kendisi karar verebilme yetkisi edindi. Üçüncü ülkeye geçiş yolu olarak Yunanistan’ı kullanarak geçmek isteyen bir mülteci hakkında kendisi karar verecek. Danimarka da aynı yolda ilerliyor. Yunanistan geçtiğimiz cuma açıkladığı bir kararla Suriye, Afganistan, Pakistan ve Afrika’dan gelen göçmenlerin girişini engelleyeceklerini duyurdu. Bunu da Frontex’le yapacak.
İnsan hayatına karşı yapılan şeyler bunlar. Bırakın illegal hareketi ömründe bir kez informel olarak hareket eden bir insanın bu dehşeti yaşamamasını dilerim. Mesela kâğıtlarınız eksiktir, vizenizin süresi geçmiştir basit bir cezayla kurtulabileceğiniz bir şeydir. Ya da yanınızda eşe dosta bir iki şişe fazla viski götürüyorsunuzdur. Veya kız hamiledir canı peynir çekmiştir onu yanınızda götürüyorsunuzdur gibi böylesi bir informalite durumlarda bile öyle dehşettir ki sınırı geçmek. Tabi illegal geçiş çok daha başka bir şeydir can koyuyorsunuz ortaya. Bunu kimsenin yaşamasını temenni etmem. Bu tür dehşetler yaşamış kimsenin de kaçakçılık meselesini daha akıl, erdem ve terbiye ile düşünmesini rica ederim. Roboski’de günlük mazot götüren köylülerin üstüne bomba yağdırıp Kürtlere o yapılanı onayladıktan, ‘oh olsun’ dedikten sonra ‘hani senin pasaportunda yer varsa ben iki şişe fazla viski götüreceğim’ dediği anda kendisinin aynı durumda olduğunu hiç görmeyen kişilere de akıl vicdan ve terbiye temenni ederim.
Göç demek aslında biraz da kültür değişimidir, göç olmasa kültür de olmazdı. Hareket olacak ki benim yaptığımı karşı tarafa götürebileyim, onun yaptığını ben alayım öğreneyim. Mesela göç olmasa peynir türleri olmayacaktı, yoğurt gitmeyecekti bir yere, bu kadar çeşitli sanat, mimari olmayacaktı vs. Artık dokunmadan oluşan bir kültür değişimi var. Koca duvarlar, zorlaştırılan hareket kültür için insanlık için ne anlama geliyor?
Temassız olmanın ne anlama geldiğini Covid pandemisi dönemindeki kadar bize anlatan başka bir şey olmayacaktır. Buradan bizim biraz söz üretmemiz lazım. Biz ulus ötesinde bir yere gitmeyi veya içerde bir yerden bir yere gitmeyi hiç düşünmesek dahi bir yere gitme hakkımızın olması bizim özgürlüğümdür. Bunun elimizden alınması ve bunun bu kadar meşru bir biçimde kendi rızamızla elimizden alınmasının ne anlama geldiğini, kültürsüzlüğün, temassızlığın fiziki mesafe üzerinden değil sosyal mesafe üzerinden bu kadar hayâsızca nasıl ciddiye aldığımızın en iyi ders verdiği yer korona zamanıdır. Eğer kültürün ne olduğuna ve nasıl ilerleyebileceğine dair buradan da ders çıkaramazsak, bu temasın bizi güçlendiren bir şey olduğuna dair bir ders çıkaramazsak bu da bizim ayıbımız olur. Sosyal bilimcinin ayıbı olsun. Çünkü istediğimiz kadar ekranlarda yan yana olalım, istediğimiz kadar erişim hakkımızın genişlediğini düşünelim, teknoloji saistediğimiz kadar daha verimli iş görebildiğimizi zannedelim, birbirine sokuşarak yan yana durmanın, gözünün yaşını silmenin ne kadar önemli bir şey olduğunu gördük. Sosyal olanın mesafeyi azaltmakla ne kadar ilgili olduğunu göstereceğini umuyorum. Gösterebilmesi için hepimizin elinden geleni yapmasını temenni ediyorum. Bunu bir görev olarak ben de üstleniyorum.