Nevin Soyukaya: Diyarbakır'daki tahribat, bir yok ediş sürecidir
Nevin Soyukaya ile Sur’da yaşanan yıkımları konuştuk. Soyukaya yaşanan süreci, “Bu, bir toplumun kültürel kimliğine vurulmuş bir darbedir. Dolayısıyla bilinçlidir ve kentkırımıdır” diyerek özetledi.
İZMİR - Diyarbakır’ın Sur ilçesinde hendek ve barikatlarla başlayan ve tarihi ilçenin 8 mahallesinin yıkılmasıyla son bulan bir dönem yaşandı. Bu süreçte Sur’da yaşanan şiddetin önüne geçmek için çok sayıda sivil toplum örgütü devreye girdi ancak çabaları sonuç vermedi.
Çatışma ve çatışma sonrası süreç, büyük bir kültürel yıkıma yol açarken, “Dünya Miras Alanı” ve aynı zamanda “Kentsel Sit Alanı” olarak korunması gereken Sur'da çok ciddi tahribatlar yaşandı. Bu dönemde alanda var olan toplam 4 bin 983 adet yapıdan, 3 bin 569 adedi yıkıldı. Yaklaşık 24 bin insan zorla göçe tabi tutuldu.
2014 yılında Diyarbakır Müze’sinden emekli olan ve uzun yıllar Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı Alan Başkanı olarak görev yapan Nevin Soyukaya ile Sur’da yaşanan süreci konuştuk. Davutoğlu’nun “Toledo“ benzetmesini talihsiz bir açıklama olarak nitelendiren Soyukaya, “Toledo yapacağım demek aslında o kenti kimliksizleştirmek demektir. Sur’u Toledo yapamadılar ama çok daha rezil bir duruma soktular. Çok daha kimliksiz, çok daha niteliksiz bir hale dönüştürdüler” dedi.
Öncelikle Sur'da yaşanan yıkım ve yeniden yapılaşma süreciyle başlayalım. Sur’da neler oldu?
2015 ekim ayı itibariyle başlayan sürece hendekler, arkasından gelen çatışmalar ve sonrasındaki yıkım diye bakmak gerekiyor. Hepimizin bildiği gibi bölgede 2015 yılı temmuz-ağustos aylarında başlayan özyönetim talepleri sonrası çatışmalar yaşandı. Bu çatışma sürecinde ciddi kayıplar oldu. Özellikle Sur'dan bakacak olursak, 6 kez kısa aralıklarla abluka ve sokağa çıkma yasakları ilan edildi. Son olarak 12 aralık 2015'de abluka altına alınmadan önce orada yaşayan ve evlerini terk etmek istemeyenlerin evlerini boşaltmaları istendi. Sur insansızlaştırıldı ve çatışmalara asker de dahil oldu. Dolayısıyla müdahale çok ağır silahlarla devam etti. Ve Mart 2016'da valiliğin açıklamasıyla “operasyon” resmi olarak sona erdi.
Aslında Sur'daki tahribatları çatışma süreci tahribatı ve yıkım sürecinde gerçekleşen tahribatlar olarak ikiye ayırmak gerekiyor. Çatışma ve çatışma sonrası süreçte, hem Dünya Miras Alanı Başkanlığı hem de Büyükşehir Belediyesi olarak alana girmek, kültürel değerlerin durumunu tespit etmek ve sonrasında yapılacak müdahaleleri kararlaştırmak için birçok defa yazılı olarak il valiliğine talepte bulunduk. Ama bu taleplere hep olumsuz yanıt aldık. Dolayısıyla hiçbir şekilde alana sokulmadık.
Bu süreçte, yazılı taleplerimiz sonrasında valilik, çok geç bir tarihte sadece Kültür Bakanlığı’nın yereldeki personelinden oluşturduğu bir komisyonla alanda gözleme dayalı bir tespit yaptı. Ancak biz alana sokulmamamıza rağmen, uydu görüntülerini kadastral planlarla çakıştırarak neleri kaybettiğimizi görmeye başlamıştık. Dolayısıyla şubat ayında, çatışmalar bitmeden yıkımın başladığını uydu ve hava görüntülerinden tespit etmiştik.
‘ÇATIŞMA BİTTİĞİNDE SUR’UN TAMAMINA YAKINI AYAKTAYDI’
Yani çatışmalar resmen sona ermeden mi yıkım başlamıştı?
Evet, bu süreçte alandan çıkarılan DSİ, Karayolları gibi resmi kurumlara ait hafriyat kamyonlarından yıkımı izlemiştik. Belediye de hafriyatın döküldüğü alanda tutanaklarla bunu tespit etmişti.
Çatışma sürecinde oluşan tahribatlar büyüktü ama lokal tahribatlar olduğu için geriye dönüşü mümkün tahribatlardı. Yani başka şehirlerde başka örneklere de baktığınız zaman bunun mümkün olabileceğini görebilirsiniz. 2. Dünya Savaşı'nda bombalanan şehirlerin bile nasıl ayağa kaldırıldığını biliyoruz. Halep'in ayağa kaldırılması için nasıl çaba sarf edildiğini ve tek yapı ölçeğinde geri dönüşümlerde başarılı olduklarını gördük. Dolayısıyla Sur'da da aslında büyük oranda geriye dönüşü mümkün bir tahribat vardı ve Sur'un henüz tamamına yakını ayaktaydı. Fakat operasyonlar tamamlandıktan sonra da alanda uygulamaya dair tüm sorumluluk Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na devredildi ve yıkım süreci başladı. İş makineleriyle oradaki tüm yapılar temel izleri dahi bırakılmadan, dibinden sökülerek atıldı. Mayıs 2016 da Suriçi'nin yüzde 10'u yıkılmışken, ağustos 2016 da aldığımız uydu görüntülerinde alanın yüzde 20'sinin yıkılmış olduğunu tespit ettik. Temmuz 2017 görüntülerine baktığımızda ise yüzde 50'sinin yok edildiğini gördük. Ve tüm tespitlerimizi belgeleriyle birlikte UNESCO Dünya Miras Merkezi’ne raporladık.
Kaldı ki Sur'un 6 mahallesinde çatışma yaşandı. Ama bununla yetinmeyerek çatışmaların hiç olmadığı Alipaşa ve Lalebey mahallelerini de yıkıp kentsel dönüşüm uyguladılar. Çünkü Sur'da 2009'dan beri bir kentsel dönüşüm uygulama çabası vardı ve ilk olarak Alipaşa, Lalebey mahallelerinde uygulamak istemişlerdi. İşte bu süreçte Alipaşa ve Lalebey'i de aynı uygulamaya dahil ettiler. Oradaki insanları aynı şekilde zorla dışarıya attılar. Aynı kamulaştırma yasasından yararlanarak mülkiyet haklarını ellerinden alıp evlerini yerle bir ettiler.
‘BU TAHRİBAT ASLINDA BİR YOK EDİŞ SÜRECİ’
Bu durumda asıl tahribat çatışmalarla değil, yıkımla mı gerçekleştirildi?
Evet, çatışmalardan sonra çok daha az bir kayıpla, oradaki yaşamın yeniden sürdürülebilmesi sağlanabilirdi. Ama Diyarbakır halkı, yerel kurumlar, STK'lar hiçbir şekilde olaya dahil edilmeden, kamuoyu hiçbir şekilde bilgilendirilmeden, merkezden alınan bir kararla kentsel dönüşüm uygulandı. Yani çatışmalar bahane edilerek orada ciddi bir tahribat yapıldı. Tam da Kürtler için önemli bir bayram olan Newroz gününde, 21 Mart 2016'da kamulaştırma kararı alındı. Ve 2009 da Diyarbakır/Suriçi için aldıkları kentsel dönüşüm kararları uygulamaya sokuldu.
Bir taraftan yıkım yapılırken, yıkımla eş zamanlı olarak Kültür Bakanlığı’nın yereldeki personeli gözleme dayalı tespit yaptı. Kültür Bakanlığı’nın yaptığı tespit raporları ve bunların ekindeki fotoğraflarda bile kurşun değmemiş binlerce yapı olduğunu görebilirsiniz. Buna dair birçok görsel var. Ama bütün o kurşun değmeyen sokakların, çatışmalarda tahrip olmamış yapıların dahi tamamen sökülüp atıldığını gördük. Dolayısıyla bu tahribat, aslında bir yok ediş süreci…
‘ORADA YAŞAYANLAR BİRKAÇ SAAT İÇİNDE SUR’UN DIŞINA ATILDILAR’
Bu bağlamda sosyal, tarihsel hafızanın yok olmasını da göz önüne aldığımızda sizce Sur’da yaşanan yıkımlara bir kentkırım diyebilir miyiz?
Bunu çok net bir şekilde söyleyebiliriz. Zira bu kent kırımında sadece fiziki doku yok edilmedi; alınan kamulaştırma kararıyla orada yaşayanların, yani kültürün taşıyıcısı konumunda olan insanların evlerine, mülklerine el konuldu, geri dönüp yaşamlarını kaldıkları yerden sürdürmelerine de engel olundu. Ve temel insan hakları bağlamında da özel mülkiyet hakları, istedikleri yerde yaşama hakları ellerinden alındı. Birkaç saat içinde zorla göçe tabi tutulup Sur'un dışına atıldılar. O insanlar darmadağın oldular. Dolayısıyla bu kent kırımında sadece fiziki doku gitmedi. Sosyal yaşam, kültürel yaşam, iktisadi yaşam, bütün bunlar tamamen yok edildi ve binlerce yıldır kesintisiz yaşamın sürdüğü Sur içinde “yaşam” kesintiye uğratıldı. Üstelik sadece Diyarbakır Sur'da değil, çatışmanın yaşandığı diğer şehirlerde de kent kırım uygulandı.
‘RAPORLARIMIZIN UNESCO'YA GÖNDERİLMEDİĞİNİ TESPİT ETTİK’
Pek çok sivil toplum örgütü, Sur’daki yıkımın durdurulması için kampanyalar yaptı, hukuki girişimlerde bulundu. O süreçte siz Alan Başkanlığı olarak nasıl bir yol izlediniz? Bütün çabalar neden sonuçsuz kaldı?
Çatışmalardan iki ay önce, Temmuz 2015' de Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Dünya Miras Alanı olarak tescillenmişti. Sur içi de Dünya Miras Alanı tampon bölgesi olarak tescillenmiş oldu. Ama aynı zamanda 1988 yılında Suriçi, Kültür Bakanlığı tarafından Kentsel Sit Alanı olarak tescil edilmişti. Yani Suriçi hem yerel hem de uluslararası yasalara göre korunması gereken bir tarihi alan. Biz de Alan Başkanlığı olarak Dünya İnsanlık Mirası’nın korunması için çatışma süreci ve sonrasındaki yıkım sürecinde çaba sarf edenler arasındaydık. Dolayısıyla Alan Başkanlığı ve tabii ki uluslararası bir muhatap kurum olarak bu süreci raporladık.
Önce prosedüre uyduk ve Kültür Bakanlığı’na raporlarımızı sunduk. Raporlarımızın yasal prosedür gereği, Kültür Bakanlığı’ndan UNESCO temsilcisine ve oradan da UNESCO'ya, Dünya Miras Merkezi'ne gönderileceğini düşünmüştük. Ama ilk raporlarımızın hiçbir şekilde UNESCO'ya gönderilmediğini tespit ettik. Bu nedenle direkt UNESCO'ya göndermeye başladık. Bizim raporlarımız bu defa UNESCO'dan Kültür Bakanlığı’na gelmeye başladı. Ve ilgili uluslararası kuruluşlara, UNESCO'ya, Birleşmiş Milletler’e raporlar yazdık. Bütün bu raporlar tamamen teknik düzeyde ve alandaki tahribatı belgeleyen raporlardı. Çünkü bizim Alan Başkanlığı olarak, aynı zamanda Dünya Miras Alanı’nı izleme görevimiz vardı. Dolayısıyla alana sokulmamamıza rağmen uydu görüntüleri ve teknik birtakım yöntemleri kullanarak raporlayıp ilgili yerlere ileterek yükümlülüklerimizi yerine getirdik.
Peki, bu raporlamalar uluslararası camiada nasıl karşılık buldu?
BM'nin ilgili komisyonları da raporlar yazdı. UNESCO Dünya Miras Merkezi, Kültür Bakanlığı’nı sürekli sorguladı. Mektuplar yazıldı ama tabii ki bizim umudumuz UNESCO falan değildi. Kültürel değerler insanlık mirasıdır, insanlığa ait bir değerdir ve bu değerleri korumak tüm insanlığın görevidir. Ama reel duruma baktığımızda da sonuçta UNESCO devletlerin kurduğu BM'nin bir alt kuruluşudur. Dolayısıyla devletlerin taraf olduğu ve işleyişine, nasıl çalışacağına devletlerin karar verdiği bir kuruluştur. Bu bağlamda yıkım gerçekleştiren tarafın, devletin bir bakanlığı olduğu çok net bir şekilde ortadayken direkt müdahalesini beklemek yanlış bir beklenti olurdu. Sonuçta UNESCO kendi prosedürleri çerçevesinde hareket etmeye çalıştı. İlk olarak, 2016'dan itibaren reaktif misyon gönderilmesi kararı aldı. Orada yıkımların, tahribatların durdurulmasını talep etti. Buna dair bakanlıktan raporlar istedi. En son, Dünya Miras Alanı içerisinde yer alan Dicle Vadisi’ndeki dönüşüm uygulamalarının durdurulmasını, Suriçi’nde, yıkım sonrası yapılan koruma amaçlı imar planı (KAİP) revizeleri kendilerine sunulmadığı için kabul etmeyip 2012 KAİP’i baz aldığını karara bağladı. Tabii bu da 2018’e kadar yapılan tüm uygulamaları, 2012 KAİP’e aykırı olduğu için kaçak uygulama konumuna soktu.
Dolayısıyla Sur'da yapılan uygulamalara baktığımızda nereden baksak bir aykırılık, nereden baksak yanlışlık var. UNESCO'nun tek muhatap olarak devletleri baz alması zaten sorunlu bir durum. UNESCO Suriye'de, Halep'te, Suriye Devleti’yle iş birliği içerisinde Halep'in yeniden ayağa kaldırılması için çaba sarf etti. Maddi, manevi ve teknik destek verdi. O yıkım süreçlerinde yereldeki STK'lar ve Suriye Kültür Bakanlığı’yla iş birlikleri yaptı. Ama Sur'da bunu yapmadı, yapamadı. Çünkü karşısındaki muhatap devletti. Böyle baktığımızda aslında UNESCO'nun, belki BM'nin çalışma biçiminin artık çok ciddi bir şekilde tartışılması gerekiyor. Yani Sur'da olduğu gibi tahrip eden devlet ise ne olacak?
‘TARİHİ EVLERİ İNŞA EDEMEZSİNİZ’
Davutoğlu’nun Sur’a Toledo benzetmesi yapması konusunda neler söylersiniz?
Bence Toledo talihsiz bir benzetmeydi. Çünkü kendi kimliğiyle, 12 bin yıldır var olmuş bir kenti başka bir coğrafyadaki, başka bir tarihi kente benzetmeye çalışmak ve bunu da bir müjde gibi vermek en basitinden cehaletti. Olaya ne kadar sığ yaklaşıldığının göstergesiydi ve kendi cehaletlerini çok matah bir şeymiş gibi halka sundular. Tabii ki Diyarbakırlılar'dan da gereken cevabı aldılar. Sonucunda uygulayamadılar ve uygulayamazlar da. Çünkü Diyarbakır Diyarbakır'dır, Toledo Toledo'dur. Diyarbakır, binlerce yıllık geçmişe sahip bir kenttir. Kendine özgü bir kimliği, kendine özgü sosyokültürel hayatı, kendine özgü mimarisi vardır. Diyarbakır’ı nasıl Toledo yapabilirsiniz?
Toledo yapacağım demek aslında o kenti kimliksizleştirmek demektir. Sur’u Toledo yapamadılar ama çok daha rezil bir duruma soktular. Çok daha kimliksiz, çok daha niteliksiz bir hale dönüştürdüler. Kentte süregiden yaşamı sona erdirdiler, kentin kültürel hafızasını kesintiye uğrattılar. O dönemde hatırlayın: "Tarihi evleri inşa ediyoruz", "Diyarbakır Sur'u yeniden ihya ediyoruz", “ Sur’u müze şehir yapacağız” müjdeleriyle (!) Diyarbakırlılara ulaşmaya çalışıyorlardı. Ancak bu söylemlerle bile, alanı ruhsuzlaştırdıklarını ve kimliksizleştirdiklerini ifade etmiş oluyorlardı. Çünkü tarihi evleri inşa edemezsiniz!
'DİYARBAKIR'A KİMLİKSİZLEŞTİRİLEN BİR DOKU VERİLMEYE ÇALIŞILDI'
Geçtiğimiz haftalarda Sur’da yapımı bitirilen evlerin fotoğrafları da medyaya servis edildi. Dünya Miras Alanı eski başkanı olarak Sur’daki yeni yapılaşmalar hakkında neler söylemek istersiniz? Bu evlerin Diyarbakır mimarisiyle herhangi bir ilgisi var mı?
Bir kere Sur'un planı yüzlerce, hatta binlerce yıldır var olan bir antik planın devamıydı. Yani Roma Dönemi’nde inşa edilen kentin planı günümüze kadar taşınmıştı. Birbirini kesen ve 4 ana kapıya ulaşan ana yollar ve o ana yolların böldüğü alanlardaki dar, yine birbirini kesen yollar, ada-parsel ölçüleri sokak ölçüleriyle antik yapısını kent planında taşıyan bir kentti. Mevcut mimarisiyle bir Orta Çağ kenti gibi görünse de aslında Roma Dönemi’ne kadar uzanan o planı çok rahatlıkla görebiliyordunuz. Bunda tabii ki surların katkısı çoktu. Ama şimdi yapılan uygulamalarla antik plan büyük ölçüde yara aldı. Sokak sınırları, ada-parsel sınırları, tamamen değiştirildi. Oraya baktığınızda güya birbirinden ayrı gibi görünen ama avluda küçük duvarlarla örülmüş tam bir cezaevi formatında yapılar görüyorsunuz. Bunun Diyarbakır mimarisiyle de, kent planı ile de alakası yok. Ayrıca betonarme olarak inşa edilen ve plaka bazalt taşla kaplanan bu evler, özgün mimari planla da uyuşmuyor.
Tarihi evlerde, avlu, ortak yaşam alanıydı ve günün büyük bölümü avlularda geçer, yaşam adeta burada sürerdi. Yine eyvanlar da önemli öğelerdi. Dışa kapalı olan ev planı, tamamen avluya açılırdı. Elbette ki şahnişin dediğimiz (cumba) sokağa çıkma yapan bölümler vardı. Ancak özgününde bir evin tüm cephelerinde ya da tüm evlerde şahnişin yoktur. Yapılana baktığımızda, Diyarbakır’ı değil ama Hamamönü evlerine benzeyen bir görüntüyü rahatlıkla görürsünüz. Dolayısıyla değiştirilen, başkalaştırılan, aslında kimliksizleştirilen bir doku verilmeye çalışıldı diyebiliriz.
Oradaki yaşam sona erdirilirken, antik kent planı da tamamen değiştirilip dönüştürüldü. O da yetmedi, kentin arkeolojik katmanları altüst edildi. Höyük niteliğinde olan alana kepçelerle girip 3-4 metre derinliğinde kanalizasyon, internet, doğalgaz kazıları yaparak antik kentin katmanlarını da yok ettiler. Dolayısıyla toprağın üstünü de altını da hallaç pamuğu gibi attırarak, büyük tahribat yarattılar.
Dolayısıyla tamamen güvenlik kaygısıyla yapılmış, geleneksel yaşamı, mahalle ve dayanışma kültürünü sona erdiren bir uygulama görüyoruz. Hepimiz biliyoruz ki o cezaevi gibi yapılar normalde konut gibi görünse de orayı konut olarak hiç kimse kullanmayacak, kullanamaz. Çünkü çok lüks bir villa yaptık deyip aslında tamamen yapay, imitasyon bile diyemeyeceğimiz niteliksiz yapılar ortaya çıkardılar. Bu yapıları konut olarak kullanmanın çok güç olduğunun onlar da farkındalar. Bu nedenle ticari amaçla kullanacaklar. Ama bir şeyi hesaplayamadılar: Alanın dokusunu o kadar çok değiştirdiler ki turist nereye gelecek? Niteliksiz, özgünlüğü olmayan bir alan inşa ettiniz ve buraya turistin gelmesini bekliyorsunuz!
Eski bir müzeci olarak Sur’da tahrip edilen tescilli yapılara dair tespitleriniz neler?
Çatışma sürecinde hem bizim hem de Kültür Bakanlığı’nın yaptığı tespitlerde; 36 adet tescilli, 51 adet çevresel değerde yapı olmak üzere toplam 87 adet korunması gerekli yapının yerinde olmadığı tespit edildi. Temmuz 2017 de yine uydu görüntülerinin kadastral paftalarla örtüştürülmesi sonucunda alanda var olan toplam 4 bin 983 adet yapıdan, 3 bin 569 adedinin yıkılmış olduğu tespit edildi.
‘EN ÖNEMLİ KAYBIMIZ TOPLUMSAL HAFIZAMIZ’
Bütün bu anlattıklarınız ışığında Sur’da yaşanan bu yıkım ve yeniden yapılaşmanın sonuçlarını nasıl özetlersiniz?
En büyük sonucu ve zararı, kentte toplumsal hafızanın yok edilmesi... Toplumsal hafızamız silindi, aidiyet duygumuz zedelendi. Benim doğduğum ev, doğduğum sokak, okuduğum okul yok artık. Sur’a uzaktan baktıkça, "Ben bu şehirli miyim?" diye soruyorum.
Diyarbakır evleri 2-3 metre yüksekliğinde avlu duvarlarıyla sokağa kapalıdır. Ama o küçük kapıdan içeri girdiğinizde bir hayat görürsünüz avluda. Çünkü bütün hayat avluda geçer. Şimdi yapılan evlerde avlu dedikleri 1-1 buçuk metre yüksekliğinde duvarla sokaktan ayrılan, dolayısıyla tamamen güvenlikçi bir mimari yapı var. Eskiden geleneksel mimaride mahremiyetin korunduğunu, yaşamın çoğunlukla avluda ve eyvanlarda, yani açık alanda geçtiğini çok rahat izleyebiliyordunuz. Şimdi avlu, ailenin buluşma mekanı değil artık. Yaşam artık avluda geçemez. Tamamen geleneksel mimariye ve yaşama aykırı bir yapılaşma var ve bu çok bilinçli yapıldı.
Sur'da yapılanlar, mekan üzerinden toplumu şekillendirmeye dönük ve tamamen değiştirip dönüştürülmek için yapılan bir uygulama. Yine aynı zamanda en önemli kaybımız tabii ki toplumsal hafızamız. Tabii ki tarihimiz, geçmişimiz. Ama en önemlisi de yaşam yok edildi. Sur'da, Diyarbakır'da binlerce yıldır kesintisiz olarak süregelen yaşam, şimdi kesintiye uğramış durumda. Dolayısıyla hafızanın, kültürün taşıyıcısı insanların oradan sökülüp atılması, hem hafızanın hem de kültürün kesintiye uğraması demektir. Bu çok ciddi bir problem. Bu bir toplumun kültürel kimliğine vurulmuş en önemli darbedir. Sadece Diyarbakır değil, Nusaybin'e de, Cizre'ye de yapılan budur. Dolayısıyla bilinçlidir ve tam da kentkırımıdır.
Fiziki olarak geriye dönüş mümkün olmasa da bundan sonra neler yapılabilir?
Fiziki olarak geriye dönüş artık çok zor olmakla birlikte en azından yaşam yeniden var edilebilir. Çünkü her şey insanla var olur ya da insanla yok olur. Oradan zorla dışarı atılan, mülkiyetleri istem dışı kamulaştırılan o insanların, yeniden Sur'a yerleştirilmeleri, belki en azından açılan sosyal yaralara bir nebze de olsa merhem olabilir diye düşünüyorum. Çünkü o insanlar Sur'da nefes alıyorlardı. O insanlar ekmeklerini Sur'dan kazanıyordu. Hiçbiri sürekli geliri olan insanlar değildi. Hevsel'den kazanıyorlardı, günübirlik açtıkları tezgahlardan kazanıyorlardı, en azından dayanışma kültürüyle aç yatmaktan kurtuluyorlardı. İnanılmaz bir dayanışma kültürü, mahalle kültürü vardı. Ve dolayısıyla yaşamlarını kimseye bağımlı olmadan idame ettirebiliyorlardı.
Bu açılan sosyal yaraları daha fazla derinleştirmeden, bu insanların Sur'a geri dönüşleri sağlanmalı, bedelsiz olarak evler onlara verilmeli, yeniden yaşam gelmeli, yeniden hareket gelmeli. Belki o zaman en azından açılan sosyal yaralar bir nebze giderilebilir. En azından somut olmayan mirasın yaşaması için bir ortam hazırlanabilir. Bu yapılmazsa sosyal ve kültürel anlamda da geriye dönüş mümkün olmaz. Çünkü oradan atılan insanların öncelikli olmak kaydıyla tüm Diyarbakırlılar'ın travması devam ediyor. Süre giden bu travmanın sona ermesi için bu ciddi bir çözüm olacaktır. Diyarbakırlılar olarak bunu artık ciddi ciddi tartışmalı ve talep etmeliyiz. İlgili ve yetkililer de bunu önlerine koyup düşünmeliler. Bu yanlışı daha fazla devam ettirmemek adına yapılması gereken tek şey var: Oradan zorla atılan insanlara bu evleri verip, en azından oradaki yaşamı yeniden var etmeye çalışmak.