Nicolas Cage, kendini arıyor!
Normalde krallar için söylenen bir sözü filme uyarlayarak bitirelim: Nicolas Cage öldü! Yaşasın yeni Nicolas Cage!
Hatırlanacağı üzere Nicolas Cage, özellikle 1980’li yılların ikinci yarısından 2000’li yıllara kadar, en aranılan ve kendisine en sağlam kariyer edinmiş aktörlerden biriydi. Sinemaya ilk gerçek adımlarını amcası Francis Ford Coppola’nın birkaç filminde yan roller alarak ve Alan Parker’ın dikkat çeken "Birdy"sinde (1984) başrolü Matthew Modine ile paylaşarak atan Cage’in kariyerinin yükselişi 80’li yılların sonu ile ciddi bir ivme kazandı. Arada birkaç hatalı adım olsa da "Arizona Junior" (1987), "Moonstruck" (1987), "Wild at Heart" (1990) gibi filmler ona hem büyük yönetmenlerle çalışma şansı hem de tanınırlık açısından büyük bir katkı sağladı.
Değindiğimiz yükseliş 90’lı yıllarda bütün hızıyla sürdü: Cage, hem sempatik romantik komedilerde hem aksiyon fırtınası yaratan ‘block buster’larda hem de oyunculuk yeteneğini sonuna kadar sergileyebildiği bağımsız filmlerde oynadı. Bu filmler Cage’e hem Mike Figgis, Barbet Schroeder, Brian DePalma ve Martin Scorsese gibi isimlerle çalışmış olmanın getirdiği bir saygınlık hem de neredeyse her aksiyon filmini sırtlayabileceğini kanıtlayan gişe başarıları getirdi.
Kariyerine efsanevi oyuncu Marlon Brando’nun başlattığı (ve sonrasında Dustin Hoffman, Robert De Niro gibi isimlerin devam ettirdiği) ‘method acting’ yoluyla başlamış, "Leaving Las Vegas" filmiyle En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını kucaklamış ve zamanla bir ‘yıldız’ mertebesine ulaşmış olan Cage, sinemaya damga vurmuş bir star olması beklenirken 2000’li yıllardan sonra inanılmaz bir çöküş yaşadı: "Adaptation" veya "Matchstick Men", kariyeri adeta ‘uçuruma’ yuvarlanan bir oyuncunun son çırpınışlarıydı ve sonraki dönem bir ‘dibe vurmaydı’! Özel hayatında dört tane boşanma yaşamış ve vergi borçları yüzünden sıkıntıda olan Cage, (maddi sebeplerden dolayı) kendisine gelen neredeyse her teklifi kabul ederek, inanılmaz bir hızla, arka arkaya filmlerde (bazen bir yılda beş tane!) oynayarak kendini ‘tüketmeye’, yüzünü ‘eskitmeye’ başladı ve bu filmlerin çoğu vasat, hatta vasat altıydı. Zamanında zirveyi görmüş ama sonrasında tepetaklak’ olmuş bu kariyer döneminde aklımızda kalan filmler herhalde 2009 yılında oynadığı "Bad Lieutenant" ve 2013 yılında yer aldığı "Jo" olacaktır.
Bu kadar badire atlatmış ve artık kendisinden seyirci olarak umudumuzu kestiğimiz bir dönemden sonra sinema salonlarında buluştuğumuz Cage’in son filmi "Yetenekli Bay Cage", hoş bir sürpriz yaratıyor. Çünkü artık belli bir yaşa gelmiş olan Cage, hem yaptığı inanılmaz hataları kabul etmiş ve hazmetmiş bir şekilde kendini sorguluyor hem de bunu yaparken filmi bir kurmaca belgesel türüne çevirmeden bazen ‘absürd’ noktalara uzanan, eğlenceli bir macera yapımı sunuyor. Üstelik hikâyede oyuncu Cage/star Cage ve sadece Cage’in birleştiği hoş bir sentez de bulunuyor!
Gerçek hayatından esinlenmiş filmin hikâyesine bakacak olursak: Özel hayatında ve kariyerinde ciddi sorunlar yaşayan Nick Cage, yeni ve iddialı bir filmde rol alarak hayatında bir çıkış aramaktadır. Beklediği fırsatı bulamayan oyuncu başta istemese de para karşılığı zengin bir adamın doğum gününe katılmayı kabul eder. Ancak bu esnada seçimden çekilmesini sağlamak için Katalonya başkanının kızı kaçırılır ve baş şüpheli aynı zamanda bir uyuşturucu baronu olan bu zengin adamdır. Olaya el atan CIA, Cage’den hem onlara yardım etmesini hem de kızı kurtarmak için onlarla birlik olmasını ister.
BEN CAGE, NICOLAS CAGE
Aslında klasik bir insan kaçırma sekansıyla başlayan film, daha ilk görüntülerinden itibaren bu olayın bile ikinci planda kalacağını gösteriyor: Katalonya başkanının kızı ve erkek arkadaşı, Cage’in şaşaalı dönemindeki filmlerinden "Con Air"in son sahnesine hayran hayran bakmaktadır. Sert bir saldırıyla sonlanan bu sahneler hızlıca mekanı yıldız oyuncuya bırakıyor. Yaş almış yüzünü hiçbir şekilde saklamayan Cage’in yeni filmini çekmeye hazırlanan bir yönetmenle ve menajeriyle konuştuğu sahnelerde oyuncu sık sık eski filmlerine göndermelerde bulunuyor ve eski kariyerini ne kadar özlemle hatırladığını hissettiriyor. Ama film, sadece bir anlamda kendini oynayan Cage üzerinde yoğunlaşmıyor daha doğrusu senaryosunu bunun üzerine kurmuyor. Her ne kadar filmin gerçek kahramanı tabii ki o olsa da senaryo bu ‘bitmiş' starın çevresi tarafından nasıl göründüğüne de dikkat çekiyor. Örneğin onu partisine davet eten zengin adam Javi (Pedro Pascal), sadece onun tanınırlığından faydalanmaya çalışan bir adam değil aynı zamanda onun ciddi bir hayranı. Aynı şekilde Cage’in ayrılmış olduğu karısı ve kızı onun zamanında zirvede olduğunu bilen ama bahsettiğimiz iş temposu yüzünden asla tam olarak yanlarında olamamasından şikayet eden karakterler… Dolayısıyla bezmiş bir tavırla ve alkol bağımlığıyla ortalıkta dolaşan bir eski ‘yıldızın’ kendini böyle bir maceranın içinde bulması eğreti durmuyor. Kendisini ‘sönmüş’ ve ailesinin ‘tükenmiş’ olarak bulduğu bu karakterin, etrafındaki bazı insanlar tarafından hala ‘O Nicolas Cage; o bir yıldız!’ gibi görülmesi hikâyede hoş bir tezat yaratıyor. Üstelik biz de seyirci olarak bu düşünceye ortak oluyoruz: ‘acaba bu kadar hatalı bir kariyer inşasından sonra Nicolas Cage tekrar bizi şaşırtabilir ve eski günlerinden esintiler yaratabilir mi?’
SEN BİR YILDIZSIN OYUNCU DEĞİL!
Nicolas Cage’in performansını sadece ‘kendini oynuyor!’ diyerek adlandırmak da bizce biraz haksızlık olur çünkü oyuncu bunun ötesine gidiyor. Sahip olduğu ‘yıldız’ statüsüyle oynarken performansına nüanslar katarak basit bir karakter parodisi olmaktan uzak duruyor. Kendisinin yarattığı bu absürt, garip ve biraz şapşal adam portresi hem filme bir ‘film içinde film’ havası hem de hikâyeye bir dinamizm katıyor.
Nicolas Cage’in kendisiyle hesaplaşması sahneleri için de film ilginç bir yol buluyor. Bazı yerlerde Cage’i bilgisayar tekniğiyle gençleştirilmiş hali olan, kendisiyle (Nicky ile) konuşurken görüyoruz. Cage ne kadar sorunlarından ve özgüvensizliğinden bahsederse bahsetsin, Nicky sürekli ‘Sen bir oyuncu değilsin, sen bir starsın!’ sözleriyle onu tahrik etmeye, ‘gaz vermeye’ çalışıyor. Sürekli agresif bir tavırla konuşan bu hayali karakter zaman zaman, Cage’in zirvede olduğu zamanlarda bile kendisinde gözlemlediğimiz bir abartılı, ‘başıboş bırakılmış’ tutum takınmaktan geri durmuyor.
Filmde çok büyük bir orijinallik taşımasa da yine de tabiri caizse ‘tıkır tıkır’ işleyen bir senaryo var. Başta sadece bir ‘iş’ alışverişi gibi başlayan Javi (Pedro Pascal) ile Cage arasındaki bağlantı, hikâye ilerledikçe çok daha kişisel ve duygusal bir boyuta geçiyor ve filme heyecanlı olduğu kadar hoş bir mizah katan sekanslara da kapıyı açıyor. Bu iki karakter arasındaki ‘interaktif’ durum her birinin hafif maço tavrını, ihtiyaçlarını ve normal şartlarda oluşması çok zor arkadaşlık bağını dengeleyen ana unsur... İki karakterin de filmlere karşı hissettikleri aynı sevgi ve aradıkları tat, Javi’nin Cage ile beraber bir film çekme isteğini söyleyince (daha doğrusu itiraf edince) daha da somut bir çerçeveye oturuyor.
Aslında dediğimiz gibi senaryoda çığır açan bir durum yok, bazı yan karakterler belki de bilinçli bir şekilde biraz ‘karton’ kötü adamlar ve hikâye biraz fazla ‘iyi’ bitiyor. Ama bizce çok da önemi yok çünkü bu finale kadar yapım hedefine ulaşmış ve biz de yeteri kadar gülümsemiş, zaman zaman heyecanlanmış halde ve de en önemlisi uzun zamandır en formda gördüğümüz bir Cage ile tekrar kucaklaşmanın memnuniyetiyle koltuğumuzda oturuyoruz.
Normalde krallar için söylenen bir sözü filme uyarlayarak bitirelim: Nicolas Cage öldü! Yaşasın yeni Nicolas Cage!