Nihat Özdal: Özlemek kelimesindeki esnekliği seviyorum
'Sualtındaki Hafıza' kitabı Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayımlanan Nihat Özdal ile konuştuk. Özdal, "'Sualtındaki Hafıza'da kaygılarım, korkularım, kaybettiğimi düşündüğüm görüntüler var" dedi.
Nafia Akdeniz
DUVAR -Nihat Özdal'ın 'Sualtındaki Hafıza' adlı şiir kitabı Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayımlandı. 2000 yılında sular altında kalan Yukarı Mezopotamya’da, Özdal’ın çocukluğunun geçtiği dünyaya dair olan 'Sualtındaki Hafıza', anne karnındaki karanlık sulara, o başlangıca dönmek, varmak, dalmak, Özdal’ın bir ‘şekilde dalayazdım’ dediği gibi yazmak çok katmanlı bir okuma performansı talep ediyor. Özdal ile kitabını konuştuk.
‘kırkıncı düğme’nden açıyorum söyleşimizi... "Hep başladığımız yere döneriz..." Bahsettiğiniz dönmeyi ben bir varma hali olarak okuyorum, T. S. Eliot’un "Başladığımız yere varmış / Ve o yeri ilk defa anlamış olacağız" dediği şiirindeki anlama hali olarak. Sualtında kalan yaşama başlama alanınız nehir dalışlarını bu bağlamda değerlendirebilir misiniz? Hatırladığınız gibi değil, daldığınız gibi Halfeti ve her dalışınız yeni bir hatıra. Doğduğunuz evdeki odaya ayakkabı ile giremezken paletlerle dolaşıyor olmanız, o yürüyüşü yüzüyor olmanız, size yeryüzündeki yeriniz ile ilgili ne öğretti? Bu öğretinin şiirindeki yansımasını örneklendirebilir misiniz?
Yürüyüşümüzde kaldığımız zaman gücümüz ve kabiliyetimiz yer çekimine bağlanır. Burası yer, ayakkabılarımızın bağcıkları da dahil sıkıca bağlandığımız bir alan. Varlığımızı korumak için düşmememiz gerekir. Yer, parçalarımızın ilişkisi bozulmadan girdiğimiz bir sokak, ev olabilir. Bir gerekçeye ihtiyaç duymaz kapıyı açmak, hatırladığımız için buluruz adresi. Yürümek ile ilgili hareket bizi ne kadar yerde tutuyorsa paletler de askıda bırakır. Dalıştaki boşluklar, içinde olduğun şeyin itaat mekanizması dışındadır. Yer ile ilgili mevzuların görüş açısından kaçabileceğimi öğrendim dalışlarda. Sadece bedensel bir başkalaşma değil, soluk alıp veren muğlak bir nesne, kaybettiklerim beni ele geçirmeye başlayınca nehirlere dönerim.
''SUALTINDAKİ HAFIZA'DA KAYGILARIM, KORKULARIM VAR'
Yüzüyor olduğumuz ilk yere, anne karnına dönelim. O başlangıca, konuşamadığımız o dil öncesine. "Anne karnı ya da başka su kütlesi, belirli derinliklerde konuşamamak başlangıç ile ilgili, göbek bağı, oksijen hortumu..." dediğiniz yerden gidemedim uzun süre. Kendi dalış hafızamdaki en keskin, hiç eskimeyen his ilk kez kendi nefes alışverişlerimin hiç olmadığı kadar bilinç seviyeme yükselmesiydi. İlk kez anı yaşamayı deneyimliyordum. İşim gücüm nefes alıp vermekti. Aklım, dilim susmuş, bedenimin ritmini duymaya başlamıştım. Kalp atışım, kan dolaşımım... Sanki derim su olmuş, iç organlarım görünüyordu. Bütünlüğümü ağzımdaki oksijen hortumuna borçluydum, çıksa paramparça olacaktım. Göbek bağımla ilişkimi hatırladım. Sizin sualtı hafızanızdaki hatırayı buradan tanıyorum ama yerini bulamıyorum. Koordinatlarını anlamlandırmam için biraz daha ipucu verebilir misiniz? Bir adadan aldığınız deniz kabuklarını bir çöle bırakıyorsunuz. Çölde su gibi, serap gibi. Siz getirmeseniz asla bir araya gelemeyecek iki uç bunlar. Ancak bir şairin bir araya getirebileceği sözcükler gibi. Neredeyse imkânsız. Bu mudur aradığınız bütünlük?
Koordinatlara suyun altından bakmışsın. 'Sualtındaki Hafıza'da kaygılarım, korkularım, kaybettiğimi düşündüğüm görüntüler var. Kaybetmek duygusunun tahakkümünden oluşan dalışlar ve sözcükler, bir şekilde dalayazdım. Koordinatlar bir durumu saklayan ve taşıyan güzergahlarda geçiyor. Anne karnında hazırlığını yaptığım karanlık bir durumdan, vaadi şüpheli bir dünyaya düştüm/düştük. Çocukluğumun geçtiği bu dünya tekrar sular altında kalınca anne karnındaki karanlık sular yeniden başladı. Koordinatlar evet bu durumla çok bağlantılı, bir söyleşide koordinatlar ile hafıza sarayları kurduğumu söylemiştim. Yitirmekten korktuğumuz şeyleri saklarız.
‘sekizinci düğme’yi de açayım... "Hüznü devam ediyorsa bir kulacın / düştüğün yüzmekten daha derin bir meseledir." Hiç dalmadım Halfeti’ye. Sualtındaki Hafıza fotoğraflarındaki bulanıklıktan biliyorum oradaki ağır hüznü. Sizi daldıran belinize taktığınız ağırlıklar değil de hafızanın yükü... Hani olmasa dalmak yerine uçmayı seçerdim dediğiniz yük. Sualtında kalmadı belki ama boğulmuş bir şehir Kıbrıs’ın Kapalı Maraş’ı da. Zorla yerinden edilen bu insanların hissettiği aidiyet de hüzünle eş anlamlı ve çok ağır. Onlara eşlik ettiğim şehrin açılan sokaklarındaki yürüyüşleri de bir derin dalış. Yarım asırdır uçmak yerine onları da daldıran ağır bir hafıza var bellerinde. ‘Batık’ evlerine bağlılıklarında hem sizin bahsettiğinin insanın zayıflığı, sıkı sıkıya bir eve bağlılığı hali var hem de şehrin geleceğini, hayata dönüşünü tasarlamak için ihtiyaç duydukları güç. 'Sualtındaki Hafıza'ndaki bazı metinleri mermere kazıyıp sualtına batırmanız, koordinatlarını bırakmanız orada yaşanacak yeni deneyimlere gelecek tarihli bir davetiye, yeni bir okuma eylemi çağrısı. Zayıflığın güce dönüşmesi belki de. Oradaki yer de zaman da sizin kontrol ettiğiniz bir ritimle dönüşüyor olacak Gerçeküstü. Ya hüzün? O da dönüşecek mi?
Suya batırdığım mermerler farklı bir okuma yöntemi öneriyor. Batık bir şehre dalarken oradaki hüzünle tanışıklık çabası kurmanıza gerek kalmıyor, hüznün temaşasının dalış ağırlıklarından alacağı çok şey yok.
'YÜRÜMEYE BAŞLAMADAN YÜZDÜK HEPİMİZ'
Okuru sualtına çağırmanızla ilgili sormaya devam etmek istiyorum. Su yansımalardan bir cam tabakasıdır diyor ve devam ediyorsunuz: "Bu sahnelerdeki cam ile ilişki, nehir insanlarının suyla ilişkisi oldu. Her şey orada duruyordu; suyun altında. Ellerini uzatıp dokunduklarında görüntü kırılıyor, anılarını gösteren yüzey bulanıklaşıyordu." Kırılan görüntü ve bulanık yüzey... Dokunur dokumaz içindekine uzaklaştıran, yabancılaştıran, hatta iten bir etken bu durumda su. Bir sınır. Belki yasak bölge. Buna rağmen dalmak aynanın içinden geçmek demek, camın geçirgenliğinden. Öyle mi?
Yürümeye başlamadan yüzdük hepimiz. Yansımalar ayna tarihinden çok önce sularda başladı. Onda ilk gördüğümüz kendimize dokununca büyü bozuldu, görüntü dağıldı. Ben camı kırdım, annemin karnındaki ilk günlerden bu yana hep bir su manzarası vardı hayatımda. Bu önce bir nehir, sonra göl, şimdi ise deniz oldu. Bu manzaralara bakmak elbette keyifli ama bu mesafe koymak değil mi? Cam, ayna bir yüzey ama ötesine geçilmiyor. Evet camı kırdım ve baktığım tüm manzaralardaki sulara daldım. Yılın tüm mevsiminde bir şekilde sudayım, komşular, arkadaşlar çok sorar üşümüyor musun? Üşümek işte o yüzeyde kalmakla ilgili…
Ya deri? Julia Kristeva’nın bahsettiği süt kaymağından iğrendiğim gibi iğrenmiyorsam bir başkasının derisinden ya aşığım ya da anne. "Biyoloji ve aşk deri tarihi ile başlar" dediğiniz yerdeyim. ‘Doku’dan okumaya devam ediyorum: "Derinle geldiğin hiçbir mesafe / derin olarak gidilmeyecektir." Suyun derisi var demek ki ve hafızamız derimizin altında. 'Sualtındaki Hafıza'yı yazarak Frankenstein’ın derisini ters düz ediyor ve dikiş yerlerini gösteriyorsunuz. Parçalı bütünlüğümüzle tanıştırıyorsunuz. Olası aşkla. Bir inşa öğretisi var hem yaratım hem yıkımla ilgili. Dikmek ve sökmekle ilgili. Terzi kızıyım ben. Çocukken giysi patronları çıkardığım paftaları şimdi sizin koordinatlarınızı takip edebileceğim bir harita gibi görüyorum. Doğru parçaları bir araya getirebildiğimde gelecek sanki deri değişme zamanı. Bunca umudun içinde bir sürü de uğursuz tahmininiz var: Yükselen sular, fırtına dalgaları, kuraklık, yangınlar... Yine de özlediğiniz biri var orada, öyle yazdınız. Neresi orası?
Üçlemem ve sonrasında 'Sualtındaki Hafıza' ile kurduğun ilişkinin sahiciliğini ele veren bir soru olmuş, teşekkürler. Özlemek kelimesindeki esnekliği seviyorum; dün, şimdi, yarın.