Nilgün Toker: HDP sadece Kürt partisi olsa bu kadar tehditkâr görülmezdi
Prof. Dr. Nilgün Toker’e göre iktidar, Türkiye toplumuna seslenmesinden, Kürt meselesine sıkışmamasından, toplumsal müzakere alanları açmaya çalışmasından rahatsız olduğu için HDP’yi tehdit olarak görüyor. Öte yandan Toker’e göre Türkiye hep otoriter iktidarlarla yönetildi ama artık totaliterleşiyor. Bunu engellemenin yolları ise toplumsallaşmayı yaratmaktan, zulme uğramayanın da mazlumu savunacağı bir insani sıçramayı sağlamaktan ve muhalefetin bu farkındalığı sağlamasından geçiyor.
12 Eylül askeri darbesinden bugüne kadar geçen 40 yıllık süreçte takvim yaprakları değişse de Kürt siyasetçilerin yaşadıkları pek değişmiyor. 1994 yılında DEP’li Kürt milletvekillerinin TBMM’den zorla çıkartılarak tutuklanması, 2016 yılında HDP eş başkanlarının tutuklanması, 17 Mart’ta HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun vekilliğinin düşürülmesi ve aynı gün HDP’ye kapatma davası açılması…
Bu süreci Türkiye coğrafyasının mahkûm edildiği döngüsellikle açıklayan felsefe profesörü, barış akademisyeni ve hak savunucusu Nilgün Toker’e göre buradan çıkışın ilk adımı yurttaşlık bilinciyle kurulacak bir toplumsal ortaklık. Yurttaşların haklarının bilincinde olması ve mağdur edildiklerinde ses çıkartmaları önemli. Ama yeterli değil.
Toker, mağduriyet yaşayan kesimlerin “Bana zulmediliyor” demek yerine “zulüm var!” dediği ve adalet arayışında eşitlik ilkesini gözettiği noktada zulmün biteceğine inanıyor. Peki böylesi bir noktaya ne kadar yakınız? Prof. Dr. Nilgün Toker’e kulak veriyoruz…
1994’te TBMM’de Kürt milletvekillerine yapılan müdahale, 2016’da HDP eş genel başkanlarının tutuklanması, şimdi de Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesi ve kimi yorumlara göre MHP’nin genel kuruluna bir ödül niteliğinde HDP’ye kapatma davası açılması… Bu son gelişmeler “büyük resmin” hangi parçaları?
Gergerlioğlu’nun vekilliğinin düşürülmesinin hemen ardından HDP’ye kapatma davası açılması bir tesadüf değil, iktidar stratejisinin bir parçası. Sadece parti kapatma değil, her tür kapatma fiili bir dışlamadır. Bu fiili dışlamayla kimlerin içeride ve dışarıda kalacağına egemenler karar veriyor. Gergerlioğlu’nun fiziki olarak TBMM’den çıkartılması çabası toplumun bir kesiminin fikir ve taleplerinin Meclis dışında bırakılma çabası olarak görülmeli. HDP’nin kapatılma girişimi ise yalnızca etnik bir kesimin dışlanması değil; bu partiyle temsil edilen siyasal, sosyal ve ekonomik taleplerin yok sayılması demek.
Bu gelişmeleri yakından takip edenler gelecekte ne olacağını merak ediyor ve olası sonuçlara göre endişeler taşıyor. Peki siyasi iktidarların tutumlarına dair genelleme yapmak veya öngörüde bulunmak mümkün müdür?
Politik olaylarda her zaman mantıksal bir tümevarım yapılamaz ya da illa bir nedensellik bağı kurulamaz. Faşizan diktatörlüklerin nasıl işlediğine dair bir bilgimiz var, bu yönde tahminlerde bulunabiliriz. Dolayısıyla mevcut iktidarın da kendisini mutlak bir iktidar olarak tesis edebilmek için zulmü artıracak her tür aracı kullanacağını zaten söylüyorduk. Ama “zulüm arttıkça iktidarın yok oluşu hızlanır” gibi neden-sonuç ilişkileri kuramayız. Çünkü zulüm, ona izin verildiği sürece devam eder. Bunu hem tarihsel örneklerden hem güncel tanıklıklarımızdan biliyoruz.
MUHALEFET NEGATİF SİYASET YAPIYOR
Yani zulmün artışı yakın vadede iktidarın sona yaklaştığı anlamına gelmiyor, öyle mi?
Bu zorunlu bir ilişki değil. Bir faşizan iktidar durup dururken değil, karşısındaki itiraz güçlendiğinde sona erer.
O halde muhalefetin sıklıkla kullandığı “Zulüm ile abâd olanın sonu berbat olur” sözünün politik arenada karşılığı yok mu?
Bu aslında muhalefetin siyasetsizliğini açığa vuran bir atasözü. Zalimin sonu ne olur bilemem, ama zulüm kendi kendine bitmez. İktidar siyaset alanını kapattığında muhalefetin bu alanı açmaya çalışması, konuşma özgürlüğünü engellediğinde inadına konuşması gerekir. Zulmü ortadan kaldıracak bir siyaset yoksa zulmün aktörleri değişir ama zulüm devam eder. Hukuku en yüksek mahkemesine kadar araçsallaştırmış, kurumları ortadan kaldırmış bir yapı var. “Bu koca yapıyı ne yapacağız”, “adalet ilkesine göre biçimlenmiş bir toplumsallığı yeniden nasıl tesis edeceğiz” soruları sorulmalı ve bunlara siyasal yanıtlar bulunmalı. Muhalefetin yaptığı ise negatif siyaset dediğimiz yalnızca olumsuz olanı göstermek. Oysaki bir gelecek ufku vermesi lazım ki, insanlar buna dayanarak itirazlarını güçlendirme zeminleri yaratsınlar.
BİR ARADA OLMAYI BECEREMEYENLERİ DİKTATÖRLER TOPLAR
12 Eylül darbesinin 40. yılı dolayısıyla yaptığımız söyleşide, “Bir Türkiye toplumundan söz edilemez. Elbette ortada bir toplumsallık, bir arada yaşadığı iddia edilen birileri var ama bu bir aradalığın toplum vasfına sahip olmaya yetmediği açık. Toplum dediğiniz şey bir ortaklık üzerinden organize olmuş yapıdır, yurttaş o ortaklığın adıdır” demiştiniz. Eğer bir Türkiye toplumu yoksa, zulme karşı ortak bir itiraz nasıl mümkün olabilir?
Zulme itiraz etmenin yolu bir siyasal mücadeledir. Dolayısıyla öncelikle yeniden bir arada yaşama ilkesini bulmak, toplum haline gelmek zorundayız. Bunu hem zulme itiraz eden yurttaşları temsil ettiğini söyleyen muhalefet hem de biz yurttaşlar yapmalıyız. Zulme açık veya gizlice onayı, toplum olma vasfını kaybettiğimiz için veriyoruz. Bir arada olmayı beceremeyenleri diktatörler toplar. Bunu değiştirmemizin yolu kendi aramızda ortaklık kurmaktan geçiyor.
Belki de tek tek kişilerin sizin işaret ettiğiniz anlamda bir toplumsallığa ihtiyacı yoktur. Örneğin Kürt meselesinin çözülmesi, Kürt yurttaşların eşitlik talebinin karşılanması gibi bir dertleri olmayabilir. O zaman zulüm devam mı edecek?
Kişi dediğimiz hak taşıyıcısı, hukuksal bir öznedir. Birey ise kendi ilgisinin farkında olan ve buna göre hareket eden kişidir. İkisi arasındaki bağ hak kavramı üzerindendir. Bireyin, kendi hak sahipliğinin farkında olup başkasının hak sahipliğini önemsemediği durumda toplumsallık çözülür. O zaman da zulüm devam eder. Dolayısıyla zulüm uygulayan bir iktidarın devam edip etmeyeceğine dair kararı her bir yurttaş vermek durumunda. Bunun için illa zulme uğruyor olmanız gerekmiyor. Çünkü bizim hak taşıyıcılığımızı mümkün kılan şeyin, başkalarının haklarını da koruduğunu anladığımızda yurttaş oluruz. Toplumsallık da böyle kurulur. Farklı taleplerimiz olabilir ama esas mesele bu farklı taleplerin eşitliğini savunabilmek. Yurttaş olmakla ilgilenmiyor, yalnızca kendi odamıza kapanıyorsak faşizmin onaylayıcısı, sessiz çoğunluk haline geliyoruz.
Bu bütün yükün tek tek bireylerin sırtına bindirilmesi anlamı taşımıyor mu? Siyasi aktörlere de bir görev düşmüyor mu?
Elbette düşüyor. Kendisinin muhalefet partilerinde temsil edildiğini düşünen her bir kişi, tüm bu yaşananlara yanlış diyorsa, bu yanlışın yol açtığı kutuplaşmanın yıkıcı olduğunu da fark ediyor demektir. Siyasi ‘liderler’ bu insanlara bir şey söylemeli: “Bu yıkımı ortadan kaldırabilmemiz için her birimizin eşit hak taşıyıcısı olarak yeniden birbirine bağlandığı bir toplumsallık inşa etmemiz lazım”. Toplum üyesi olmak doğuştan kazanılmaz, bu bir öğrenme sürecidir.
DÖNGÜSELLİK İÇİNDE FARKLILAŞMAYI YARATAN ŞEY, KAHRAMANIN EYLEMİDİR
HDP’nin kapatılma davası 12 Eylül dönemi ve 1994 yılında TBMM’de yaşananları akla getiriyor. Takvim değişiyor ancak söylem ve uygulamalar neredeyse aynı. Bu bir girdap mı? Geçmişe bakarak bugünü nasıl okumalı ve geleceğe nasıl bakmalıyız?
Bütün bu süreç Türkiye coğrafyasını bir döngüselliğe mahkûm ediyor. Siyasetin en büyük görevi bir gelecek ufku açmak. Herodot, “döngüsellik içinde çizgisel bir hareketle farklılaşmayı yaratan şey kahramanın eylemidir” der. Günümüze çevirirsek bu döngüsellikten bizi çıkaracak olan şey “Başka bir Türkiye’yi birlikte kurabiliriz” söylemi ve eylemliliğidir. 40 yıl içinde ara ara siyasal alanın açıldığı, yıldızın parlar gibi olduğu anlara tanık olduk. O anları kuran bir siyasal sözdü, unutmayalım. Süleyman Demirel gibi sağ cenahtan bir siyasetçi bile Turgut Özal’ın yüzde 20 oy oranına rağmen Meclis’te yüzde 60 çoğunlukla temsil edilmesindeki adaletsizliği “Özal ihtilalde” sözüyle tarif etmişti. Keza bugün zulmüne tanık olduğumuz AKP iktidarının bile ilk başlarda görece bir müzakere alanı açtığını gördük. Yakın tarihte yenilenen İstanbul seçimlerinde ortaya çıkan sonuç da bu gidişatın değişmez bir döngüsellik olmadığına dair inancı güçlendirdi. Fakat “nasıl değişir” sorusuna bütünlüklü bir yanıt bulmalı ve değişimi ortaklığımızın ilkesi yapmalıyız.
Sizce nasıl değişir?
İstanbul seçimlerine bakalım. Orada bütün farklarımızla birlikte kendiliğinden oluşan bir itiraz ortaklığıyla belediye yönetimi değişti. İstanbul ve Ankara’da oylanan ve onaylanan Ekrem İmamoğlu veya Mansur Yavaş değil, değiştirebiliriz inancıydı. Her türlü farklılıklarına rağmen insanları ortaklaştıran şey, zulme karşı çıkılabileceği, bu zülüm yapılarının alt edilebileceği inancıydı. Demirtaş’ın, HDP’nin “Seni başkan yaptırmayacağız” sözü de zamanında benzer bir ortaklık kurmuştu.
Ama sonuçta Erdoğan “başkan” oldu.
Bu ortaklıkların gerekliliğini illa başarılarıyla sınamamalıyız. Her zaman kazanılır diye bir kaide yok. Esas kaide direnmek, bu direnç odaklarını işleyebilir kılmak, toplum olabilme becerisini güçlendirmektir.
KÜRTLERİ ORTAK DÜŞMAN GÖRENLER, İKTİDARIN ZULME DEVAM EDECEĞİNİ BİLMELİ
Belli kriz anlarında Kürtlerin “Türklerin arasındaki ihtilaflar ne olursa olsun söz konusu Kürtler olduğunda birlik olurlar” dediklerini, devlet ve “toplum” karşısında en zayıf halka olduklarını düşündüklerini görüyoruz. Bu halet-i ruhiyenin haklılık payı var mı?
Kürtleri ortak düşman olarak gören kesimler iktidarın zulme devam edeceğini de görmeli, bilmeli. Zulmün aktörü değişebilir. Hatta son 20 yılda gördüğümüz üzere zulmün nesnesi de her an değişebilir ve sen de zulme uğrayabilirsin. İYİ Parti bunu görmüş olmalı ki, Türkiye’nin kurucu ilkesi olan Kürt düşmanlığından çekinik bir dille de olsa çıkmaya çalışıyor. En azından yapmadıklarıyla bunu göstermeye çalışıyor. Kürtleri daimi düşman ilan eden bir “Türkiye birliğinin” zulmü de beslediğini öğrenmiş olmaları gerekiyor. Eğer öğrenmedilerse vay halimize… Kürtlerin halet-i ruhiyesine gelirsek, bu kadar çok hayal kırıklığına uğrayan bir halkın hâlâ ayakta durmasına büyük saygı duymak gerekiyor. Sürekli dışlanmanın yarattığı bir içe kapanma da yaşanabilirdi. Ama öyle olmadı. Kürtler bir arada yaşamanın öğrenilmesi gerektiği konusunda toplumun diğer kesimlerinden daha bilinçliler. Bunu partilerinde ve eylemliliklerinde gösteriyorlar. Kendi taleplerine kapanmayıp adalet ve eşitlik gibi kamusal taleplerle birlikte düşündüklerini, siyaset yaptıklarını, mücadele yürüttüklerini çok iyi ortaya koyuyorlar.
Peki HDP kapatılır ve bu siyaset alanı ortadan kaldırılırsa sonuç ne olur?
Bu kadar şiddet aynı zamanda hem kapanmayı hem öfkeyi doğurur. Ama HDP seçmeni öfkesini siyasal yollardan ifade etmeyi öğrendi. Yoksa gerçekten bir şansımız kalmaz. HDP kendisi gibi zulme itiraz eden kesimlerin lafı hiç dolandırmadan, “Bu bir zulümdür, şiddettir, toplumun bir kesimini yok saymaktır” dediğini duymak isteyecektir. Bildiğim kadarıyla Deva Partisi güçlü CHP ise çekinik bir dille bunu yaptı. CHP’nin bunu yapmasını bile bir kazanç olarak görmek lazım. 15 yıl önce bu tepkiyi bile vermezdi. Onların da bir şeyler öğrenmiş olduğunu umuyorum.
ADELETSİZLİĞİ GÖRMEK KAZANILAN BİR YETİDİR
Kapatılan Refah Partisi, Fazilet Partisi geleneğinden çıkan, hatta bir ara kendisi kapatılmak istenen AKP’nin de “birşeyler öğrenmiş olması” gerekirdi ama şu anda HDP’yi kapatmak istiyor. Yarın iktidara gelse CHP ve İYİ Parti’nin de “ezilirken” “öğrendiği şeyleri” unutmamasının, aynı zulmü tekrarlamamasının bir garantisi var mı?
Bu neyi öğrendiğinize bağlı. Kötülük de öğrenilen bir şeydir. AKP iktidara gelme yolunda hak mücadelesini öğrenmedi, onu araçsallaştırdı. Hatta bu stratejik araçsallaştırma içinde birçok hak savunucusunu da içinde ‘istihdam etti’. Bunların bir kısmı memur olarak görevine devam ederken bir kısmı ayrıldı.
1990’larda mütedeyyin bir doktor olarak insan hakları savunuculuğu da yapmış, başörtüsüne özgürlük mücadelesi sırasında şu anda AKP’de yer alan aktörlerle de teması olmuş, başörtülü diye Meclis’ten atılmaya çalışılan Merve Kavakçı’yla dayanışmış ama kendisi bugün bizzat AKP’liler tarafından TBMM’den atılmak istenen Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun da “öğrendikleri” var…
Gergerlioğlu yer aldığı mücadele alanı içinde dönüşmüş, başka hakların varlığını görmüş, o hakların ihlal edilmesinin şiddet olduğunu fark etmiş, zihinsel genişleme yaşamış bir insan. Benim deneyimim de böyledir. Hak savunuculuğuna idam cezaları ve işkencelere karşı çıkarak başladım ama başörtülü öğrencilerimin hakkını da savundum. Adaletin her tür özel hak ihlalini görmenizi sağlayacak bir ilke olduğunu öğreniyorsunuz. Bunlar kitaplardan değil, karşılaşmalarla öğreniliyor. İnsanlar hak ihlaline uğradıklarında mağdur pozisyonuna sıkışıp kalıyor. Bunu Boğaziçi deneyiminde de gördük. İlk günlerde “Boğaziçi’ne bu yapılamaz” refleksi vardı, daha sonra diğer üniversitelere yapılanları fark ettiler. Adaletsizliği görmek kazanılan bir yetidir. Yani “bana zulüm yapılıyor” değil, “zulüm var!” dememiz lazım. Bizi bireysel çıkarları dışındaki her mücadeleye kapalı insandan yurttaşlığa çıkartacak sıçrama tam da budur. Tekrar ediyorum, “Bana zulüm yapılıyor” değil, “zulüm var” demek bizi yurttaşlığa sıçratır.
EĞER AÇIK ŞİDDET YOKSA, ZULME UĞRAYAN BUNU FARKETMEYEBİLİR
Farklı grupların belli aralıklarla zulmün nesnesi haline getirilmesinin bir amacı, zulme uğramayanın da zulme uğrayanın hakkını savunmasını engellemek için mi?
Tamamen katılıyorum. Zulme uğrayan gruba dahil olmamak zulmü görmenizi ve “zulüm var” sıçraması yaşamanızı engelleyebiliyor, sadece kendi kendi mağduriyetinize kapanmanıza yol açabiliyor. İşte burada siyasetin devreye girmesi ve bu ortaklaşmayı sağlaması gerekiyor. Adaletsizliğe uğrayan insanların mağduriyet diline kapanmasını önleyip veya onları o dilden çıkartıp genel bir adalet arayışının parçası kılmak mecburiyetindeyiz. Ben de Barış Akademisyeni olarak bir mağduriyete uğradım ama sadece o mağduriyetten konuşursam hak savunuculuğu yapamam. Mağdur edilmemek için bütün mağduriyetlerin kaldırılması gerektiği bilinciyle davranmalıyız.
“Zulüm var” demeden önce, “bana zulmediliyor” tespitini yapabilmek için de bir aşamaya ulaşmış olmak gerekmiyor mu?
Eğer ortada açık şiddet yoksa zulme uğrayan bunu fark etmeyebilir. Örneğin pandemi sürecinde yoksullaştırılanlar zulme uğradıklarını fark etmiyor olabilirler. Bu farkındalığı yaratmak için de siyaset gerekli. Siyasetin görevi insanlara yaşatılanın zulum olduğunu söylemek, göstermek ve bununla da yetinmeyip mücadele etmek. Muhalefetin sadece zulmün tespitini yapması yetmez. Onunla mücadeleyi de örmesi gerekiyor. İnsanlar kendi yaşamları içinde debelenirken yaşadıklarını tarif edemeyebilirler. Siyaset bu meselelerin görülmesi, tanınması ve birlikte söylenmesi için var. Eğer siyasal aktörler de o debelenme içinde kalacaksa siyaset ne işe yarar?
Şiddet örtük biçimde yapıldığında ve buna dair farkındalık geliştirilmediğinde, iktidar otoriterleşmeye devam mı edecek?
Bir kere AKP iktidarı için otoriter değil, totaliter bir yapıdan söz edebiliriz. Bu ikisi sürekli karıştırılıyor. Türkiye hep otoriterdi, artık totaliterleşiyor.
Otoriterleşmeyle totaliterleşme arasındaki fark nedir?
Otoriterlikte bir sistem, bütünlük ve öngörülebilirlik vardır. Hukuk kurumları çalışır. Totalitarizmi otoriterizmden ayıran en önemli fark öngörülemezliktir. Kimin ne zaman zulmün nesnesi olacağı, dostun ve düşmanın tanımı, kimin yurttaş olup olmayacağı sürekli değişir. Otoriter rejimler homojen toplum yaratırlar, totaliter rejimler ise hiyerarşik topluluklar. AKP için otoriterleşiyor demek Türkiye tarihini görmemek demektir. Türkiye tarihi otoriter yapılardan kurulmuştur ama her zaman kurumları, bir hukuku, tanımlı dost ve düşmanları olmuştur. Şimdi tanımların silikleştiği, belirsiz bir rejimden bahsediyoruz. İdeolojik bütünlük, bütüncül bir millet tarifi bile yok. Birtakım gruplar ve ahaliler var, iktidar bunlar arasında hiyerarşi kurmaya çalışıyor.
O halde artık espri konusu olan “Türkiye otoriterleşiyor mu” sorusunu, “Türkiye totaliterleşiyor mu” ile değiştirmek gerekiyor…
Olan biteni yalnızca devletten hareket ederek tanımlarsam şu anda bir totaliter diktatörlük var derim. Toplumsal direnç noktalarından tabloya baktığınızda başka bir tablo görüyoruz. Faşizm var ama henüz kendisini toplumun tamamına tecelli ettiremedi.
Bu, totaliterleşmenin henüz tamamlanamadığı anlamına geliyor, öyle mi?
Tabii ki. Zaten bunun var olması umutlu olmamızı sağlıyor. İtiraz biçimlerinin çeşitliliği de fazla. Kürtler, kadınlar, LGBTİ bireyler, gençler... Pandemiyle birlikte esnaf direnç gösteriyor, kargo çalışanları, kuryeler örgütleniyor, madenciler yürüyor, avukatlar direniyor… Yurttaş inisiyatifini eline almış önemli topluluklar var Türkiye’de. Bunlar umut verici şeyler.
HDP TÜRKİYE TOPLUMUNA SESLENEN BİR PARTİ OLMASAYDI BU KADAR DÜŞMANLAŞTIRILMAZDI
Kapısına kilit vurulmak istenen HDP’yi bu tabloda nereye koyuyorsunuz?
HDP dışlanmışlığın tanınması ve dışlananların “içeri” alınması mücadelesidir. Kürtlerin tanınma mücadelesi için siyaset yapan diğer partilerden farklı olarak HDP’de özel olan şey, bu mücadelenin tüm toplumu ilgilendirdiğini söylemesiydi. HDP’liler “Bir yerde adaletsizliğin olması her yerde adaletsizliğin yaşanmasını mümkün kılıyor” dedi. Müşterek bir demokrasi mücadelesi verildiğinde hem Kürtlerin tanınma mücadelesinin karşılık bulacağına hem de demokratik bir toplumsallık inşa edileceğine inandı. HDP’yi “Kürtlerin solcularla ittifakı” olarak görenler haksızlık etmişler olurlar. Demirtaş, “bizim meselemizin çözülmesi Türkiye’deki adaletsizlik meselesinin çözülmesiyle aynı şeydir” dedi. HDP, Kürtlerin de Türkiye’de adaletsizlikle yaşayan başka kesimler olduğunu fark etmeyi ve kabullenmeyi öğrendiği bir sürecin sonunda kuruldu. Tanınma mücadelesini yalnızca kendiniz için değil, adaletsizliğe uğrayan tüm kesimlerle birlikte yaptığınızda bir müzakere alanı açmış oluyorsunuz. Zalimin kapatmaya çalıştığı bir müştereklik alanı kuruyorsunuz. HDP’ye bu kadar öfke duymalarının sebebi, tam da toplumsal müştereklik arzusu ve iddiası taşıyor olmasıdır.
Yani “bana zulüm yapılıyor” kalıbından çıkıp başkasının uğradığı zulme de işaret etmesi, “zulüm var” demesi mi?
Evet. Bence HDP’nin tehlikeli görülmesinin nedeni de bu. HDP yalnızca Kürt kimliğine odaklı kalsaydı, sadece Kürtlere seslenen bir parti olsaydı, bu kadar tehditkâr olarak görülmezdi. HDP Türkiye toplumuna seslenen bir parti olmasaydı, devletle pazarlık yapan siyaset tarzını sürdürseydi bu kadar düşmanlaştırılmazdı. Ama HDP “Kürtler eziliyor ama işçi sınıfı da, kadınlar da, başka kesimler de eziliyor. Ezilmeyi ortadan kaldırmazsak hepimiz ezilmeye devam edeceğiz, ezen gücü ortadan kaldırmamız gerekiyor” dedi. Bunun kadar tehlikeli bir diskur var mı? HDP bu anlamda otantik siyaset yapan, tümüyle politik bir parti oldu. İktidar, kendisinin tesis etmediği bir ortaklık alanına izin vermek istemiyor. Çünkü bu ortaklıkların kendi iktidarını yıkacağını biliyor. Kapatmak istediği alan tam da o.
İrfan Aktan Kimdir?
Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.
Akşener’in taht oyunları continues 27 Eylül 2021
Korkut Boratav: Ekonomik kriz yok, yoksuldan alıp zengine veriyorlar 25 Eylül 2021
Oğuz Kaan Salıcı: Çözüm sürecindeki önerilerimizin arkasındayız 18 Eylül 2021
Mahmut Aytar: Bizi örgütleyen açlığımızdır 13 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI