Nisa bebeği kim bıraktı: Anne mi devlet mi?
Günlerdir konuşulan Nisa bebeğin annesi E.S. şu an tutuklu. E.S’yi, bebeğini bırakmaya götüren koşulları uzmanlar değerlendirdi. Uzmanlar, annenin tek suçlu olarak hedef gösterilmesini eleştiriyor.
DUVAR - "2019 yılında O.T. ile imam nikahı kıydım, o evliliğimden kız çocuğum oldu. O.T, defalarca bana şiddet uyguladı fakat şikâyetçi olmadım. Aileme söylediğimde de bana, buna razı olmam gerektiğini ve eve dönemeyeceğimi söylediler. İki yıl sonra O.T’den ayrılarak çocuğumla baba evine döndüm. Babam çocuğu istemeyince, O.T. gelip çocuğu aldı. Evde üzerimde baskı vardı. Ailem tekrar istemediğim biri ile evlendirmeye çalıştı. Bu sırada sosyal medya aracılığıyla M.Ç. ile tanıştım ve onunla görüşmeye başladım. Ondan hamile kaldım. Çocuğu aldırmamı isteyip elime bir tane kurşun sıkıştırdı. Daha sonra numarasını değiştirdi ve ona ulaşamadım. 2021 yılının temmuz ayında evden kaçarak İstanbul’a geldim. Taksim’deki karakoldan yardım istedim beni Bahçelievler’deki kadın sığınma evine yerleştirdiler. İki ay burada kaldım. Sonra beni Maltepe Kadın Sığınma Evi'ne naklettiler. Bebek kontrollerimi Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde yaptırdım. Çocuğu da yine aynı hastanede 5 Ocak 2022 tarihinde doğurdum.”
Bu cümleler, medyada “Nisa bebek” olarak bilinen ve 29 Mart tarihinde Pendik’te terk edilmiş olarak bulunan bebeğin annesi E.S’ye ait. Bebeğin beyin ölüm gerçekleştiğine dair medyaya yansıyan haberler sonrası Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi bir açıklama yaptı ve bebeğin çocuk yoğun bakım kliniğinde cihaza bağlı tedavisinin devam ettiği belirtildi. Nisa bebek, hastanede hayata tutunmaya çalışırken ana akım medyanın bir kısmı da anneyle ilgili haberleri "cani anne" tanımlarıyla verdi. Gerçekten öyle mi? Bazı haberlerde 20, bazılarında ise 21 yaşında olduğu yazılan bir kadının üç aylık bebeğini bırakmasının ardında yatan sebepler sadece “canilikle” açıklanabilir mi? Bu konuyu psikiyatrist Gökçen Yılmaz Karaman, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Bölümü’nden Doç. Dr. Burcu Hatiboğlu Kısat ve Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği’nden avukat Hediye Gökçe Baykal ile konuştuk.
‘KADINLAR DOĞUM SONRASI DESTEĞE İHTİYAÇ DUYUYOR’
Kadınları, duygusuzluğa, mutsuzluğa ve ruhsal çöküntüye hatta kendine zarar vermeye götürebilecek bir süreç var, doğum sonrası depresyon… Neredeyse her beş kadından birinde görülüyor. Süresi ve etkileri bireyden bireye göre değişiyor. Ayrıca doğum sonrası ruhsal bozukluklar ile ilişkili farkındalık az. Psikiyatrist Gökçen Yılmaz Karaman, E.S.’nin de benzer bir süreçte olup olmadığı sorusuna temkinli yaklaşarak cevap veriyor. Yılmaz, “Lohusalık döneminde depresyon, kaygı bozukluğu gibi durumlar sık görülüyor. Bununla birlikte annelik hüznü denilen bir kavram var. Doğumla birlikte kişinin hayatında çok fazla şey değişiyor. Rol ya da sorumluluk değişimlerinin yanı sıra biyolojik riskler de çok fazla. Hatta ‘lohusa kadını yalnız bırakmamak gerek kötü ruhlar gelir’ denir toplumumuzda. Bunun sebebi, kişinin bu dönemde çok fazla desteğe ihtiyaç duyması” diye anlatıyor.
Böyle bir dönem geçiren kadınların profesyonel desteğe ulaşsa bile ilaç kullanımın yeterli düzeyde olmadığını vurguluyor. “Kişi emzirdiği için ilaç almakla ilgili çekinceleri olabiliyor. İlaç tedavisinin faydalı olduğu rahatsızlıklar bunlar, fakat bu nedenle ilaç kullanımı olmayabiliyor. Psikoterapi yani konuşma tedavileri uygulanması gerekiyor ama ülkemizde de bu çok yetersiz” diyen Yılmaz, konuyla ilgili uzman sayısının zaten az olduğunu, kamu hizmetlerinde bu alanda çalışan sayısının daha da az olduğunu ifade ediyor. Yılmaz diğer depresyonlarla doğum sonrası depresyonun farkına işaret ediyor: “Hem tedavisi zorlu hem de etkilediği kişi sayısı fazla oluyor. Kendisi, çocuğu, aile bireyleri gibi bir zincir var.” Bunu yaşayan bir kadın için aile desteğinin hayati öneme sahip olduğunu şöyle anlatıyor Yılmaz: “O dönemde kişi yeteri kadar uyuyamıyor. Kendinden başka düşünmesi gereken bir canlı var. Dolayısıyla enerjisini oraya akıtıyor. Bu noktada kendini ihmal edebilir ve içinde bulunduğu durumun farkında dahi olmayabilir. Şu anda bize önerilen şey, gebe kalan ve doğum yapmış bütün kadınların en az bir kere psikolojik açından taranması. Biz Osmangazi Üniversitesi’nde yürüttüğümüz bir araştırma kapsamında gebe kadınlara anket yapıyoruz ve ruhsal zorluk yaşadığını düşündüğümüz kadınları Psikiyatri bölümümüze davet ediyoruz.”
‘DENEYİM, BİLGİ EKSİKLİĞİ VE İMKANSIZLIKLAR VAR’
E.S, özelinde bir değerlendirme yapan Yılmaz Karaman, "Kendisi lohusalık döneminde ve stres faktörleri çok fazla. Öne çıkan durum bu aslında. Ruhsal bir hastalıktan çok çevresel faktörler söz konusu" diyor. Eğer hekim olarak böyle bir kadınla karşılaşsaydı yorumu ne olurdu? Yılmaz, kişiyi muayene etmediğini vurguluyor öncelikle ve medyaya yansıyan ifadelerden yola çıkarak bir yorum yaptığını söylüyor: "Gördüğüm kadarıyla göze çarpan psikopatolojik bir durum yok. Daha çok deneyim eksikliği, bilgi eksikliği ve imkânsızlıklar var. Dünya Sağlık Örgütü’nün de gençlik tanımına giriyor kişi yaşı itibariyle. Gençlik döneminde bir kadın ve geçmişinde de zor şeyler yaşamış. Dolayısıyla bazen buna benzer durumlarda kişide durumun ciddiyetini inkâr etme de görülebiliyor. Kişinin hiçbir şey olmamış gibi davrandığını eleştiren haberler okudum. Biz dışarıdan bakanlar olarak gerçekte ne olduğunu bilmiyoruz, bununla birlikte hiçbir şey olmamış gibi davranmak kimi zaman bir baş etme yöntemi de olabilir. Hayatımızda çok ağır çok üzücü kararlar vermek zorunda kaldığımızda zihnimiz bu şekilde kendini savunabilir.”
‘ANORMAL DURUMLARA VERİLEN NORMAL TEPKİ DE OLABİLİR’
Yılmaz ayrıca Amerikalı psikolog Abraham Maslow tarafından 1943 yılında yayınlanmış bir çalışmada ortaya atılmış İhtiyaçlar Piramidi teorisinden yola çıkarak değerlendirmede bulunuyor. Piramide göre, en alttaki ilk iki basamakta yemek yemek ve barınmak bulunuyor. Yılmaz da “Barınacak yeri olmayan, muhtemelen parası ve yiyecek bir şeyi de olmayan, dolayısıyla hayatta kalmaya çalışan birini görüyorum ben bu yaşananlara baktığım zaman. Bazen travmatik durumlarda dışarıdan anlaşılmaz görülenler anormal durumlara verilen normal tepkiler de olabilir” diye anlatıyor. Yılmaz, E.S.’nin bebeği terk etmesi konusundaki eleştiriler hakkında şöyle diyor: “Elbette bu büyük bedellerin ödendiği kutsal-tümgüçlü anne mitini destekleyen bir kahramanlık hikayesi de olabilirdi. Fakat kimse kahraman olmak zorunda kalmamalı bu dünyada” diye konuşuyor. İstenmeyen gebeliklerin psikolojik ve sosyal zararları olduğunu, etkili doğum kontrol yöntemlerin ve kürtajın ulaşılabilir olmasının önemini vurguluyor.
Medyada anne ile ilgili tanımlardan da bahseden Yılmaz, anneliğin idealize edildiğini, kutsallaştırıldığını anlatıyor. Annelikten dolayısıyla anneden yüksek, hatta bazen imkansız beklentiler içinde olmanın kadınların ruh sağlığını olumsuz etkilediğinden söz ediyor. Bu olgu bağlamında bebeği bırakan ve bebeği bulduktan sonra onu emziren iki kadın figürünün medyada birbirinin karşıtı olarak yer aldığını hatırlatarak durumun siyah ve beyaz olarak verilmesini eleştiriyor. Yılmaz, “E.S. tümden kötü, bebeği emziren sağlık görevlisi ise tümden iyi olarak yer aldı. Ama bu hikaye, gri bir hikaye. Ataerkil kültür kadınları iyi kadın ve kötü kadın olarak ayırma eğiliminde, bu gibi olguların yorumlanmasında bu düşünme biçimi öne çıkıyor. Bebeğin bir de babası olduğu gerçeğinin gündeme gelmemesi ayrıca kültürümüzde ebeveynlik değerlendirmesindeki çifte standardı gösteren önemli bir durum" diye konuşuyor.
‘SIĞINMA EVLERİNİN KAPASİTESİ YETERSİZ’
E.S’nin medyaya yansıyan ifadelerinden kadın sığınma evine yerleştirildiğini ve altı ay sonunda çıkmak zorunda kaldığını görüyoruz. Gitmesi tavsiye edilen evde bebeğin istenmeyeceği düşüncesiyle bebeği Pendik’te bir apartmanın yanına bıraktığını yine kendi ifadesinden öğreniyoruz. Hamile olan, sığınma evinde de kalmış ama yine kalacak yer arayışında olan E.S’nin bebeği bırakmasıyla sonuçlanan olaylar zincirinde tartışılan konulardan biri de sosyal hizmetlerin yeterliliği oldu. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Bölümü’nden Doç. Dr. Burcu Hatiboğlu Kısat, sosyal hizmetlerin çok kapsamlı bir alan olduğunu ve kadının gebelik öncesi sürecinden başlayarak içerisinde yer aldığı baskı koşullarının ve destek sistemlerinin bu kapsamda değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. Sığınma evlerinin sayısının ve burada çalışan personelin eksikliğinin ise bu sistemin sağlıklı çalışması önünde engel olduğunu söylüyor.
2021 yılı verilerine göre, Türkiye'de 145 kadın sığınma evi var. Bu sığınma evlerinin kapasiteleri ise 3 bin 482. Türkiye’nin nüfusuna kıyasla sayısının oldukça yetersiz olduğunu ifade eden Doç. Dr. Hatiboğlu Kısat, “100 bin nüfusa sığınma evi açma sorumluluğu zaten yerine getirilmiyorken söz konusu kapasite oldukça yetersiz” diyor. Hatiboğlu Kısat, bu noktada 6284 sayılı kanunun tanımladığı koruyucu tedbir kararları gereği, çocuğuyla birlikte kadına bir barınağın tahsis edilmesi konusunda devletin de sorumluluğuna dikkat çekiyor. Doç. Dr. Hatiboğlu Kısat’ın dikkat çektiği bir diğer nokta da erken yaşta evliliklerin çoğunlukla şiddetle sonuçlanması… Aile hekimliği sisteminin kadına yönelik şiddetin tespiti ve önlenmesinde etkin olarak kullanılabilecek bir yapısı olmasına rağmen, bu sistemin çocuk koruma kanunu ya da Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun gerekleriyle ilişkilendirilmediğini ifade eden Doç. Dr. Hatiboğlu Kısat “Bunun içine siz cinsel haklar konusunda yaygın farkındalık çalışmalarını ve cinsel sağlık hizmetlerini dahil etmezseniz, anlamı kalmaz. Çünkü cinsel haklara dair farkındalık ve cinsel sağlık hizmetleri çocuk evliliklerinin önüne geçebilmek, istenmeyen gebelikleri önlemek, şiddeti tespit etmek ve ortadan kaldırmak ya da ebeveynlik sorumlulukları açısından oldukça önemli. Aslında insan odaklı bir hizmet sistemi geliştirmesi gerekiyordu. Ama burada aile odaklı ve ailenin her ne olursa olsun korunmasına yönelik bir bakış açısının hâkim olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla aile içindeki güçsüz, şiddetle karşılaşma riski altındaki üyelerin sağlıkları göz ardı edildi ya da bu konuda yeterli hizmetler geliştirilemedi ne yazık ki… Sonunda olan da çocuklara ve kadınlara oluyor" diyor.
‘SIĞINMA EVİNDEN ÇIKARKEN HİÇBİR SEÇENEK SUNULMADI MI KADINA?’
Gebelik sürecindeki kadınların takibinin çok önemli olduğunu söyleyen Doç. Dr. Hatiboğlu Kısat, gebelik döneminde kadına şiddetin çok yaygın ama görünmez olduğu bilgisini veriyor: "Bu süreci takip etmezseniz sosyal hizmetler de geliştiremezsiniz." E.S’nin de böyle bir takip sistemi içine dahil olması gerekliliğini belirten Doç. Dr. Hatiboğlu Kısat, bu alandaki sosyal hizmetlerdeki yetersizlik nedeniyle hem kadının hem de çocuğun yaşam hakkının da ihlal edildiği görüşünde. Takip sisteminin neden önemli olduğunu da şu sözlerle anlatıyor: “İstenmeyen gebelik de olabilir. Sosyal hizmet sistemi içine o an girebilmesi gerekir kadının. Ben E.S’nin durumunda şunu sorguluyorum. Acaba gebelik istenmeyen bir gebelik miydi? Bu süreçte kadının destek, bilgi alabileceği bir sosyal hizmet sistemi var mıydı? Kadın sonraki süreçte de yaşadığı şiddetten kaçarken nelerle karşılaştı? Karşılaştıkları onu çaresizliğe mi itti? Yoksa çare seçeneklerini görebileceği sosyal hizmetlerle buluşabildi mi? Sonra sığınma evine yerleştirilmesi süreci nasıl olabildi? Sığınma evinden çıkarken hiçbir seçenek sunulmadı mı kadına? Bu sorular çoğalabilir. Ancak şu da bir gerçektir: Hizmet ve personel yetersizse, seçenek sunacak mekanizma yoktur”. Yurt dışında sığınma evlerinin farklı basamaklarda hizmet verdiğini dile getiren Doç. Dr. Hatiboğlu Kısat, bu barınma olanaklarının burada da sunulabileceğini söylüyor: "Şiddetten kaçanlar için ilk basamak sığınaklar örneğin, bugün sığınma evlerine geçiş sürecinde önemli işlev sunan barınaklar olarak görülüyor. Aslında kadınların şiddetten kaçtığı anda zaten evsizlikle karşılaşması nedeniyle geliştirilmiş kriz anındaki ihtiyaca cevap verecek bir hizmet modeli. Bu birimlere geldikten sonra 15 gün içerisinde kadının sığınma evine yerleştirilmesi sağlanıyor. Sığınma evlerinde kalışların esnetilebilmesi bu noktada önemseniyor. Ayrıca sığınma evi hizmeti bu iki basamaktan ibaret değil. Sığınma evinden çıkışta kadınlara sosyal konut olanaklarının sunulması ve kalacak bir konutun tahsisi gibi uzun süreli konut seçenekleri sunuluyor. Bu modeller önemli ve temel amacı, kadına gerçekten barınma ihtiyacını karşılayabilecek alternatif çözümler bulmak."
Doç. Dr. Hatiboğlu-Kısat, Türkiye’de sıkıntının 6284 sayılı kanunun etkin uygulanmamasında olduğunu ve denetlemede ciddi problemler yaşandığını anlatarak İstanbul Sözleşmesi’ne işaret ediyor: “6284 sayılı kanunun etkin uygulanması bu noktada çok önemli ve bu kanunun alt yapısının İstanbul Sözleşmesi olduğunu unutmamalıyız. Bu kapsamda ‘kadınlara şiddeti önleyici, koruyucu ve rehabilite edici hizmet modellerinin sürdürülebilir olması için sığınma evi sonrasında da hizmet olanaklarının geliştirilmesi vardır. Bu süreçte sığınma evinden çıkanlar için sosyal konut olanakları bir seçenek olarak karşımıza çıkıyor."
‘SIĞINMA EVLERİ KADINLARIN VE ÇOCUKLARIN ÇEŞİTLENEN İHTİYAÇLARINA CEVAP SUNMALI'
Sığınma evlerinin niteliklerinden bahsederken Doç. Dr. Hatiboğlu Kısat, sığınma evlerinin niteliklerinden de bahsederek "Zaten sığınma evlerine 55 yaş üstü kadınlar alınmıyor, neden? Bu 12 yaşından büyük erkek çocuğu olan kadınların sığınma evlerine kabul edilmemesi ile birlikte de düşünülebilir. Bu ne demek? 55 yaş üstü kadın şiddete uğramıyor mu? 12 yaşındaki erkek çocuk bu şiddetten etkilenmiyor mu? Kadın çocuğunu bırakıp, şiddetten nasıl kaçabilir? Aslında böyle yaparak kadınları evsizliğe ve şiddete açık halde yaşamaya bırakıyoruz. Sadece belirli özelliklerdeki kadın grubuna bu hizmeti sunuyorsunuz. İşin kötüsü, Nisa bebeğin annesi de bu gruba dahil olmasına rağmen yine de yaptıklarınızın işe yaramadığını görüyorsunuz. Çünkü kadınların ihtiyaçlarını ve yanlarındaki çocukların ihtiyaçlarını görmüyoruz” diye konuşuyor.
Sığınma evlerinin çocuk haklarını da kapsaması gerektiğini söyleyen Doç. Dr. Kısat "Kadınların çoğu çocuklu halde geliyor oraya. Ancak çoğu sığınma evinde çocukların yaşlarına uygun ya da ihtiyaçlarını karşılayacakları şekilde koşullar yok. Bu düşünülmüyor. Bu böyle olamaz. Sığınma evleri, kadın ve çocuk haklarının hayat bulduğu yerler olmalı" diyor. Ayrıca Doç. Dr. Hatiboğlu Kısat, "Şiddetten kaçıp sığınma evine gelmiş kadınlar için doğum sonrası depresyon ya da şiddetten kaynaklı travma ile etkili bir şekilde ilgilenilmesi gerekir ve bu da ancak meslek profesyonellerinin varlığıyla mümkündür. Nisa bebeğin vefatıyla tüm bu sistem sorgulanmalı" diye konuşuyor.
'TOPLUMSAL CİNSİYET SORUMLULUKLARIMIZ EŞİT OLMADIĞI GİBİ CEZALANDIRILMAMIZ DA EŞİT DEĞİL'
Sığınma evindeki sürecin de belirleyici olduğunu dile getiren Doç. Dr. Hatiboğlu Kısat, kadınlara başka seçenekler sunulup sunulmadığı konusunda soru işaretleri taşıyor ve bu noktada da ciddi eksikler olduğunu sözlerine ekliyor. "Nisa bebeğin annesine de acaba sığınma evinden çıkarken seçenek sunuldu mu? Ya da seçenekleri hakkında bilgilendirildi mi? Çocuğun geçici ya da kalıcı olarak korunma altına alınması, aile yanında desteklenebilme, kurum bakımına alınma seçenekleri değerlendirildi mi? Ya da çocuğunun kabul edilmediği koşulların değişimi için profesyonel müdahalelerde bulunuldu mu?” diye soran Doç. Dr. Hatiboğlu Kısat, “Kadın talep etmese dahi bilgilendirilmesi gerekirdi. Çocuğun yüksek yararının bir sosyal hizmet kurumundan çıkışta değerlendirilmesi gerekirdi. Eğer bunlar yapılmadıysa, kadını çaresizlik içerisinde bırakan bir sistem olduğunu görmek zorundayız” diyor.
E.S’nin tek suçlu olarak gösterilmesinin de bu çerçevede sorunlu olduğunu vurgulayan Doç. Dr. Hatiboğlu Kısat, “Toplumsal cinsiyet rollerimiz gereği toplumsal sorumluluklarımız eşit olmadığı gibi bu sorumlulukları gerçekleştiremediğimizde cezalandırılmamız da eşit değil. Bu adaletsizlik değil de nedir?” diye soruyor. E.S’nin ifadelerinde şiddet gördüğüne yönelik ve bebeğin babasının bebeği istemediğine yönelik ifadeleri yer alıyor. Bunlardan referans alarak Doç. Dr. Hatiboğlu Kısat, bebeğin babasının da çocuğa bakmakla yükümlü olduğunu ama bunu gerçekleştirmediğini, sadece kadının suçlu ilan edildiğinin altını çiziyor. Ayrıca TCK’nin 233. maddesini hatırlatarak devletin de sorumluluğuna dikkat çekiyor. Maddede, “Gebe olduğunu bildiği halde, kadını çaresiz durumda terk eden kimse suçlu konumdadır. Bu noktada hem erkek ebeveyn hem de kadını çaresizliğe terk eden ailesi bu süreçte suçlu kabul edilebilir” diyor. Ayrıca İstanbul Sözleşmesi’nden referans veriyor ve ekliyor: "Sözleşmede der ki, kadınların eşitsizliğini destekleyen örf, adet, gelenek, töre gibi toplumsal koşullar dönüştürülmelidir. Nisa bebeğin annesinin ailesini de bu çerçevede konuşmak lazım. Sonuçta kadın bebeği ile sığınma evinden çıktıktan sonra dönemeyeceği bir aile evine sahip. Ailenin de çocuğun yüksek yararı kapsamındaki sorumluluğunun tüm bu tartışmaya dahil edilmesi gerektiğini düşünüyorum."
‘KADINI BU DURUMA NELERİN İTTİĞİNE BAKMAK GEREKİYOR’
E.S’nin bebeğinin bulunması ve devlet koruması altına alınması sonrası başsavcılık tarafından bir soruşturma başlatıldı. E.S. de tutuklanarak cezaevine gönderildi. “Kastan öldürmeye teşebbüs” ve “terk” suçlarını işlemekle suçlanıyor Bebeğin, yaralanması veya hayatını kaybetmesi durumunda suçun niteliği de değişiyor. Bu nedenle E.S, müebbet hapis cezasıyla da karşı karşıya kalabilir.
Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği’nden avukat Hediye Gökçe Baykal, ceza yönteminin bir çözüm olmadığını savunuyor. Kadının bu duruma nelerin ittiğine bakmak gerektiğini ifade eden Baykal, “Ceza sonrası bir ıslah hedefleniyor ama bu toplumumuzun genel bir problemi. Bu kadını buna iten süreçleri de sorgulamamız gerekiyor. Mesela bu kadına sığınma evinde bir barınma ve iş imkânı sağlansaydı, sosyal ve ekonomik durumunu geliştirecek yönde bir adım atılsaydı sanmıyorum ki bir anne çocuğunu sokağa bıraksın. Genel bir düzenleme yapılmadığı sürece böyle münferit cezaların işe yaramayacağını düşünüyorum” diyor.
‘BABANIN İHMALİNDEN BAHSEDİLMİYOR’
Davanın ilerleyişinde toplumsal bir çıkarım yapılacağını düşünmediğini söyleyen Baykal, “Buradaki ihmal sadece annenin ihmali mi onu da değerlendirmek lazım. Burada bir ihmal söz konusu ise babanın da ihmalinden bahsetmek gerek. Sonuçta çocuklara bakma görevi sadece anneye yüklenmiş değil. Hem annenin hem de babanın sorumluluğunda. Ancak babanın da sahip çıkması gerekiyordu çocuğa” değerlendirmesini yapıyor. Devletin de sorumluluğuna dikkat çeken Baykal, “Bir de belli ki, kadın bir çıkmaz içinde ve muhakkak ki devletin de sorumluluğu var. Kadınlarımızı koruyamıyoruz, bu bir gerçek. Kadını koruyamadığımız için buna bağlı olarak çocuğu da koruyamıyoruz. Bunlar bir silsile halinde devam ediyor” diyor. Türkiye’de yeterince mevzuat ve kanun olduğunu ancak uygulamada sıkıntılar olduğunu anlatarak 6284 No’lu yasayı etkili şekilde uygulama çağrısı yapıyor.