Nobel'den 'Klara İle Güneş'e: Ishıguro bize ne anlatıyor?
Kazuo Ishiguro, gelecek kaygısı, çevre sorunları, makineleşmenin sonuçları gibi meseleleri metnine yerleştirirken bunlardan hiçbirini öncelemiyor. Hepsini ayrıntılara, diyaloglara, nesnelere gizliyor.
Geleceği düşlemek ve öngörmeye çalışmak, gündelik hayatımızın bir parçası sayılabilir artık. Bilim kurgu türünde yazılmış metinlerin, sinema filmlerinin, bilim ve teknik alanında bildiğimiz/duyduğumuz ve hatta “haberimizin dahi olmadığına” inandığımız gelişmelerin tesiriyle hepimizin geleceğe bakışı değişti. Bir süredir, önceleri uzak gelecekte gerçekleşeceğine inandığımız birçok şeyin, yakın gelecekte dünyayı şekillendireceğine inanıyoruz. Elbette bu bekleyişin temelinde bir korku ve endişe hâli de var. Çünkü her şey insanı ilgilendiriyor, insanı hedef alıyor ve bazen de insan türünün devamlılığını tehdit ediyor. Yalnızca bilim ve teknik alanındaki gelişmelerin değil, aynı zamanda kapitalist sistemin ve makineleşen toplumun da bu tehlikede payı olduğunu biliyoruz. Bütün bu unsurların edebiyattaki tezahürlerine baktığımızda, genellikle iki tür yazar kimliği çıkıyor karşımıza: Ya yapay bir dünyaya dayanan ütopik/distopik anlatılar meydana getirmeyi tercih ediyor yazarlar ya da düzen değişimine dayalı -daha “gerçekçi”, daha bugüne benzer- alternatif dünyalar yaratıyorlar. Fakat bazı yazarlar var ki, onlar her iki tarafa da eğilimli. Değişen dünyayı bütünsel bir bakışla, kapsayıcı bir şekilde ele almaya çabalıyorlar. Kazuo Ishiguro, onlardan biri.
Ishiguro’yu 2017 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olduktan sonra çok daha iyi bilir olduğumuz aşikâr. Yine ödülle birlikte onu öne çıkaran bir hadisenin de, yazarın 'Beni Asla Bırakma' adlı romanından uyarlanan filmin oldukça popüler hâle gelmesi olduğunu söyleyebilirim. 1981 yılından beri yalnızca yazarlık yapan Ishiguro’nun biyografisinden ve başarılarından uzun uzadıya bahsedecek değilim; fakat onu Nobel’le ödüllendiren jürinin belirttiği ödül gerekçesini, bu yazının muhtevasıyla da oldukça uyumlu olduğu için hatırlatmak isterim: İsveç Akademisi’ne göre, Ishiguro’nun romanları büyük bir duygusal güce sahip. Ve yazar bu romanlarda, insanın dünyayla bir bağlantısı olduğu yanılsamasının altında yatan dipsiz uçurumu açığa çıkarıyor.(1) Ishiguro’nun Nobel Edebiyat Ödülü’nden sonra yayımlanan ilk romanı ve bu yazının da yazılma sebebi 'Klara ile Güneş', insan ruhunu ve duygu durumlarını ciddi bir sorgulamaya tabi tutan kurgusuyla hem bu geleneğin hem de yazarın 'Beni Asla Bırakma' ve 'Gömülü Dev'de yakaladığı tematik birliğin devamı niteliğinde.
Yapı Kredi Yayınları’ndan Lâle Akalın’ın aşina olduğumuz o özenli çevirisiyle çıkan 'Klara ile Güneş', ilk bakışta fedakârlığa dayanan bir arkadaşlık öyküsü yahut bir anne-çocuk hikâyesi olarak görülebilir.(2) Oysa sayfalar ilerledikçe Ishiguro’nun kafa yorduğu meselelerin bir kitabının daha özünü oluşturduğunu anlıyoruz. Ishiguro, tek bir “büyük” meseleye odaklanmayan yazarlardan. Bunların ne kadarının fark edileceğiyle de pek ilgilendiğini söyleyemem. Ana kurgunun fonunda farklı farklı sorunsallar bekliyor okuru. Ishiguro, gelecek kaygısı, çevre sorunları, makineleşmenin sonuçları, bireyin günden güne yalnızlaşması gibi meseleleri metnine yerleştirirken, bunlardan hiçbirini öncelemiyor. Hepsini ayrıntılara, diyaloglara, nesnelere gizliyor. Kast sisteminin varlığını ve nasıl işlediğini, insanların giydiği kıyafetlerin onları ele vermesi üzerinden anlatıyor örneğin. Yahut makinelerin toplum için tehdit olarak algılandığını, bir yapay zekâya tiyatro bileti satılmasını istemeyen bir insan üzerinden aktarıyor. Akıştaki hikâye devam ederken, kitaptan neyi ne kadar alacağı ve hangi problemi daha çok önemseyeceği, tamamen okurun elinde.
İNSANLAR VE İNSANIMSILAR TOPLUMU
2008’de Paris Review dergisine verdiği röportajda(3), aynı romanı üç defa yazdığını (ilk üç romanını kastediyor); 2015 yılında The Guardian’da çıkan bir yazıda ise aynı kitabı defalarca yazma eğiliminde olduğunu söylemişti Ishiguro. Bunu bir tür “dirty secret” olarak tanımlamıştı.(4) Elbette benzer temaları işlediğinden söz ediyor. Onun değerlendirmesiyle 'Klara ile Güneş'i ilişkilendirebileceğimiz kitaplarına baktığımızda ise ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Ishiguro daha önce 'Beni Asla Bırakma'da klonlanmayı ele aldı ve klonların yaşamlarının “gerçek” insanların yaşamından hiç de farklı olmadığı mesajını verdi. Her klon günü geldiğinde “tamamlanıyor”du, tıpkı insan yaşamının nihayete ermesi gibi. 'Gömülü Dev'de toplumsal bellek ve unutuş temaları üzerinden yine insanı ve toplumu didik didik etti; kitap fantastik nitelikleriyle öne çıksa da aslında yine 'Beni Asla Bırakma'da olduğu gibi distopik bir görünüme sahipti. Bunlarla birlikte, Ishiguro, 'Günden Kalanlar'da bir uşağı, 'Beni Asla Bırakma'da bir klonu başkişi olarak kullandı. Tabakalaşmayı da, eşitsizliği/ayrımcılığı da, insan olmanın trajikliğini de ele aldı. 'Klara ile Güneş', yine farklı bir başkişiye sahip. Aynı zamanda romanın anlatıcısı konumunda da yer alan Klara, bir yapay arkadaş. Romandaki birçok “YA”dan biri, fakat hepsinden farklı özellikleri var. (Orijinalinde “AF” şeklinde gördüğümüz ve açılımı “Artificial Friend” olan bu ifade, Türkçeye “YA” -Yapay Arkadaş- olarak çevrilmiş.) Klara, üstün gözlem yeteneğiyle öne çıkıyor. Romanın ilk sayfalarında, sergilendiği mağazada bir çocuğun kendisini yapay arkadaş olarak edinmesini, “hiçbir zaman yoksunluk çekmeyecek kadar iyiliğe kavuşacağı” (s. 13) günü beklerken, ne kadar derin bir gözlemci olduğunu anlıyoruz. Romana adını veren öğelerden Güneş de daha en başta dahil oluyor hikâyeye. Klara, en çok Güneş’in hareketlerini takip ediyor çünkü gücünü ondan alıyor. En genel anlamda, hikâyenin, evin bir üyesi hâline gelen Klara ile hasta Josie’nin arkadaşlığı üzerine ilerlediğini ve Klara’nın Josie’yi kurtarmak için başvurduğu yolların Güneş’e çıktığını söyleyebilirim. Josie’nin annesi ile komşusu ve arkadaşı Rick de hikâyede önemli roller üstlenmekte.
National Public Radio’da kitapla ilgili çıkan bir yazıda, “Bu dayanılmaz” diye söze başlamış yazının sahibi.(5) Bu tanımlama ilgimi çekmekle birlikte, romanı dayanılmaz yapan elbette Klara ile Josie’nin arkadaşlık hikâyesi değil. Dayanılması güç olan, Ishiguro’nun insanı yüzleşmekten kaçtığı duygularla baş başa bırakması. Ölümü hatırlatmak/çağrıştırmak için türlü yollar bularak, insanın, varlığının “geçici” olduğunu derinden anlamasını sağlaması ve ona, ne kadar “yabancılaştığını” görebilsin diye kendisine dışarıdan bakma imkânı yaratması. Tam da bu nedenle “dışarıdan bir göz” olabilecek “farklı” anlatıcılar seçiyor Ishiguro. Klara, “tam olarak” insan değil, fakat insana çok çok uzak görünen bir robot da değil. Aksine, insanları gözlemledikçe onlara yaklaşan bir yapay arkadaş. Görevi bittiğinde yavaşça “solması” ise tıpkı 'Beni Asla Bırakma'daki klonların tamamlanmasına benziyor. Yazar, onun “yapay”lığını roman boyunca gördüklerini tasvir etmesi üzerinden hatırlatıyor bize. Klara, algıladığı her şeyi -görüş ekranındaki- “bölmeler” aracılığıyla algılıyor, parçalı görüyor; bu da bazen görüntülerin birbirine karışmasına yahut bozulmasına sebep oluyor.
Klara’nın diğer “YA”lardan farklı olarak dış dünyaya oldukça ilgili olduğunu ve özellikle insan davranışlarını titizlikle gözlemlediğini, kendince çıkarımlar yaptığını görüyoruz. Bunun sebebi, bir gün “eşlikçi” olduğunda arkadaşlık ettiği çocuğa en iyi şekilde hizmet vermek. Gözlem yeteneğinin kuvvetini belli eden ilk cümleleri ise sahibini -Josie’yi- gördüğünde kuruyor Klara:
“Solgun ve zayıftı ve bize doğru ilerlerken, yürüyüşünün diğer gelip geçenlerinkine benzemediğini görebiliyordum. Tam olarak yavaş yürümüyordu ama attığı her adımdan sonra sanki hâlâ güvende mi ve acaba düşer mi diye kendini sağlama almaya çalışıyor gibiydi.” (s. 16)
Ki, Josie’nin olmasa da annesinin Klara’yı tercih etmesindeki sebep de gözlem yeteneği oluyor. Onu satın almadan önce, Klara’dan, Josie’nin yürüyüşünü taklit etmesini istiyor Anne. İlerleyen sayfalarda ondan Josie gibi davranmasını istediğini de okuyoruz, hatta çok daha ileri giderek bir gün bizzat Josie’nin kendisi olmasını istediğini de. Bunu anlamlandırmak çok da zor değil. Klara’nın Josie hakkındaki ilk izlenimleri üzerine alıntıladığım cümlelerde hissettirildiği gibi, Josie hastadır. (Josie’nin Sal adında bir ablası olduğunu ve bir hastalık yüzünden yitirildiğini de öğreniyoruz zamanla.) Ishiguro, bu hastalığı açıkça anlatmaktansa yavaş yavaş, kademe kademe sezdiriyor. Önce Klara’nın gözlemleriyle, sonra Josie’nin Klara’ya söyledikleriyle:
“(…) Ve ben büyürken birlikte bir sürü muhteşem şey yapacağız. Tek bir şey var, bazen şey… Belki de bazı günler çok iyi olmadığımdandır. Bilmiyorum. Ama sanki bir şeyler oluyor gibi. Ne olduğundan emin değilim. Kötü bir şey olduğunu bile bildiğim yok. Ama bazen her şey, neredeyse, şey yani, olağandışı oluyor.” (s. 28)
HER ŞEY HÂLÂ KONTROLÜMÜZ ALTINDA MI?
Gelelim 'Klara ile Güneş'in meselelerine… Sanıyorum yazarın sınıfsal ayrımı ele alışından söz ederek başlamak gerek. Romanda Klara gibi arkadaşları satın alabilmek bile sınıfsal bir mesele. Josie ve komşusu Rick arasındaki en belirgin farklardan biri bu. Hatta Klara’yı gören Rick, Josie’ye, “bir yapay arkadaş almayacağını söylediğini” hatırlatıyor. Diğer yandan, romanda Josie gibi çocukların “yükseltildiği” söyleniyor. Rick gibilerinse kaderine bırakıldığı ve “önlerinin açılmadığı”. Josie istediği üniversiteye gitme şansına sahipken Rick çok düşük bir oranda da olsa kendisi gibi çocukları da kabul eden bir üniversiteye girmek için annesiyle birlikte eski bir tanıdığa -tabiri caizse- yalvarmak zorundadır. Bu “yükseltilme” durumunu tam olarak açıklamıyor yazar. Hatta boşlukları doldurmaya çalışarak, Josie’nin ablası Sal’in başına bu nedenle bir şey gelmiş olabileceğini, Josie’nin de bu durumdan dolayı hastalandığını düşünüyoruz. Neredeyse bütün bildiğimiz, yükseltilmiş çocukların evlerinde bir tür uzaktan eğitim aldığı. Bu da ellerinden düşürmedikleri “uzundörtgenler” aracılığıyla gerçekleşiyor. Rick ve Josie arasındaki -yani aslında yükseltilmiş çocuklar ile yükseltilmemiş çocuklar arasındaki- ayrımın en belirgin olduğu sahnelerden biri, Anne’nin düzenlediği ve Josie’nin bile gönülsüzce katıldığı “etkileşim toplantısı”nda yaşanıyor. Birçok çocuğun ve ebeveynin bulunduğu bu toplantıya Josie’nin ısrarı üzerine geliyor Rick. En başında oraya ait olmadığını biliyor ve bunu dillendiriyor. Eve girdiği ânı şöyle aktarıyor Klara:
“Rick çimenlik tepecikte giydiklerini giymişti, normal kot pantolon ve kazak. Ama yetişkinler onu derhal fark ettiler.” (s. 62)
“Normal” kelimesi oldukça dikkat çekici. Öte yandan, Anne üzerinden de kıyafete değiniliyor romanda:
“Yetişkinler kadındı. Her ikisi de yüksek kademeli ofis çalışanı giysileri içindeydi.” (s. 18)
Ishiguro, sınıfsal ayrımın altını çizerken çocukların yeteneklerine değinmeyi ihmal etmemiş. “Yükseltilmemiş” Rick’in zeki bir çocuk olduğunu, kendi icatlarını yaptığını biliyoruz. Bununla birlikte, Rick’le ortak bir gelecek tasarlayan Josie’nin aslında etkileşim toplantısındakilere benzemekten içten içe korktuğunu da biliyoruz. Yazar soruyor: Birileri ilerlesin diye diğerleri kenara atılırsa ne olur? Sistemin adaletsizliği bir distopya mı yoksa zaten içinde bulunduğumuz sistem çoktan adaletsizleşti mi?
The Guardian’a 'Klara ile Güneş' hakkında konuşan Ishiguro’nun sözlerinden, zihninin yapay zekâdan türeyen bazı sorularla meşgul olduğunu anlamak mümkün. Bütün bu gelişmeler, eşitlik/adalet/demokrasi üzerinde etkili mi? Kapitalizmin doğası, kendi modelini kendisi değiştirmekte. Öyleyse, biz insanlar hâlâ bu şeylerin kontrolüne sahip miyiz?(6) Yazarın endişesine bağlı olarak romanda öne çıkan bir diğer mesele, makineleşen dünyada insanın konumunun değişmesi durumu. Bunu hissettiren birkaç belirti var. Aralarında öne çıkanı, Klara’nın tiyatroya gireceğini zanneden ve “yüksek kademeli mavi bir elbise giymiş olan” bir kadının onun varlığından duyduğu rahatsızlığı dile getirmesi, “işlerini ellerinden alan”ların bir de tiyatro biletlerine talip olduğunu düşünmesi. Bir diğer belirti, Klara’nın -evden uzak- babasının “iş değişikliği” yaşamış olması. Üstelik kendisi kabul etmese de “faşist” olarak tanımlanabilecek bir grubun içinde yer alması. Makinelerin insanları yerlerinden etmesiyle toplumda farklı grupların ortaya çıktığını anlıyoruz böylece. Ayrıca, bir kesimin “YA”lardan hoşlanmadığı romanda açıkça belirtiliyor:
“Klara, şu anda YA’lar hakkında giderek büyüyen, yaygın bir kaygı var. İnsanlar sizin fazla zeki hale geldiğinizden söz ediyorlar. Korkuyorlar, çünkü içinizde neler olup bittiğini artık izleyemiyorlar.” (s. 253)
Bunlarla birlikte, Klara için de bir eskime/işe yaramama tehlikesinin varlığından söz edilebilir. Romanda B3 model “YA”ların mağazada yerini almasıyla Klara gibi B2 model “YA”lar daha kuytu köşelerde sergilenmeye başlıyor. Böylece makineleşmenin bir makine için bile tehdit oluşturabileceğini görüyoruz. Ishiguro, ne kadar hızlı tükettiğimizi, durmadan “yeni” olana ilgi duyduğumuzu vurgulamış.
GÜNEŞ HER ZAMAN BİZE ULAŞMANIN YOLUNU BULUR
Son olarak inançtan bahsedeceğim. Klara’nın Josie’yi “iyileştirme” yolundaki hikâyesi birçok yerde “umudun hikâyesi” olarak tanımlanmış. Bense, “inancın hikâyesi” olarak tanımlamayı tercih ederim; çünkü umut tek başına yeterli değildir, sizi harekete geçirecek daha kuvvetli duygulara ve -en mühimi- inançta istikrara sahip olmanız gerekir. Klara’nınki bir inanç hikâyesi. Performansı Güneş’ten aldığı enerjiye bağlı olan Klara, onu bir Tanrı gibi görüyor. Diyebiliriz ki: Güneş, “YA” evreninin Tanrısı. Daha önce mağazadan gözlem yaparken öldüğünü sandığı bir dilenciyi “canlandırdığına” inanıyor Güneş’in. Bu nedenle de Josie’ye iyi gelecek şeyin onda olduğu fikrine kapılıyor. Sırf Güneş’i rahatsız ettiğini düşündüğü için mağazada hava kirliliği yaratan “Cootings Makinesi”ni yok etmek istiyor. (Ishiguro çevre sorunlarına da değinmiş romanında. Bu hususta Klara’nın doğayla ilgili gözlemleri ilgi çekici.) Güneş’e ulaşmak içinse elinden geleni yapıyor. Ki, Klara eve ilk geldiği zamanlarda Josie’nin günlük durumuyla gökyüzünün durumu arasında bir bağ kurarak Güneş’e inancını belli ediyor:
“Josie iyi değilse gökyüzü onun kusmuğunun ya da soluk dışkısının rengini alabiliyor, hatta içinde çizgi çizgi kan bile bulunabiliyordu.” (s. 51)
Tek başına gerçekleştiremeyeceği yolculuğu, Rick’in yardımıyla gerçekleştiriyor Klara. Sıra Güneş’le konuşmaya geldiğinde, onun insan türüne ne kadar yaklaştığını hissediyoruz. Dua eden bir insandan neredeyse hiçbir farkı yok Klara’nın. İsteğini dile getiriyor, bunun sebeplerini sıralıyor ve hatta teminat gösteriyor. Ishiguro, bir yapay zekânın, zihni bir “tabula rasa” iken insanı taklit ederek ne derece insanlaşabileceğini anlatırken daha önce 'Beni Asla Bırakma'da klonlar aracılığıyla gündeme getirdiği bir soruyu yeniden soruyor: Yapay zekâların bir ruhu var mı? Olacak mı? Evet, Klara’nın gösterdiği gelişim hakikaten kayda değer; fakat daha da mühimi, onun “duyguları” da taklit etmesi, özümsemesi durumu. Öyle ki Güneş’e yalvaran Klara, çocuğunun ölmemesi için dua eden bir anne gibi şefkatli, dingin, merhamet dolu. Öte yandan, Klara ikinci kez Güneş’le konuşmaya gittiğinde, hazırladığı sözlerin tamamen mağazadaki gözlemlerine dayandığını görüyoruz. İlk konuşması Güneş’in dilenci adam ve köpeğine yardım ettiği inancına dayanırken, ikinci konuşması ise yine Güneş’in, birbirini seven iki insanın kavuşma ânında mutlu olduğu inancına dayanıyor:
“Güneş’in sevgililerin iyiliğini istediğini biliyorum, belki de birbirlerini bulmaları için onlara yardım bile ediyordur. O zaman, lütfen Josie ile Rick’i de düşün. Onlar henüz çok genç. Josie şimdi vefat edecek olursa, sonsuza kadar ayrılmış olacaklar. Dilenci Adam ile köpeğine yaptığını gördüğüm gibi, keşke Josie’ye de özel besininden verebilsen, o zaman Josie ile Rick de sevgi dolu resimlerinde diledikleri gibi beraberce yetişkinliğe adım atabilirler. Sevgilerinin Kahve Fincanı Hanım ile Yağmurluk Adam’ınki gibi güçlü ve uzun ömürlü olduğuna ben bizzat kefil olurum.” (s. 235-236)
Burada şuna da kısaca değinmek isterim. Klara’nın, Güneş’le konuştuğu bölümde, “İltimasın arzu edilen bir şey olmadığını biliyorum” (s. 236) dediğine şahit oluyoruz. Bu cümle, yükseltilmiş çocuklar ve yükseltilmemiş çocuklar ayrımını ve Rick’in iyi bir üniversiteye gidebilmek için yetkili kişiden iltimas dilemek zorunda kaldığını işaret ediyor. Ki zaten, işleyen sistem gereği iltimasın hüküm sürdüğü, bazı insanların kayırılmasının “doğal” olduğu bir toplumda yaşanıyor her şey. Ishiguro’nun metinlerindeki yarı örtük göndermeler ne kadar da dikkate değer.
Yapay zekâlar gibi kurmacalar da icattır. Biz nasıl bir yapay zekâyla empati kurmaya çabalıyorsak yazar da okuruyla empati kurmaya çabalıyor. Onun vereceği tepkileri kestirmeye çalışarak bir evren yaratıyor. Fakat Ishiguro’nun kaleminde bu kolaycı çıkarıma ait olmayan bir şeyler var. Romanda, Klara’nın teknik özellikleri okurun onu daha iyi tanıması ve daha sağlam bir bilim kurgu yazmak adına uzunca anlatılabilirdi örneğin. Klara, basit düzeydeki bazı fiziksel unsurları algılamada zorluk çekerken insan duygularını daha rahat çözümlüyor, bir insan gibi yürümeye, dua etmeye kalkışabiliyor... Çünkü Ishiguro yalnızca etrafında dolaştığı temel meseleye hizmet edecek, onu besleyecek ayrıntılarla ilgileniyor. İklim değişikliğinden kaynaklanan çevre sorunlarının, ayrımcılığın, eşitsizliğin, ölümlülüğün orta yerinde duran Klara’nın hep çocuksu görünmesi ve saflığının bozulmaması da bundan…
“Güneş her zaman bize ulaşmanın yolunu bulur.”
1 https://www.nobelprize.org/prizes/literature/2017/summary/
2 Romandan yapılan tüm alıntılar için: Kazuo Ishiguro, Klara ile Güneş, Çev. Lâle Akalın, Yapı Kredi Yayınları, 1. baskı, Mayıs 2021. Bununla birlikte, yazı boyunca erişim linki verilen tüm çevrimiçi kaynakların son erişim tarihi 30.05.2021’dir.
3 https://www.theparisreview.org/interviews/5829/the-art-of-fiction-no-196-kazuo-ishiguro
4 https://www.theguardian.com/books/booksblog/2015/jan/27/kazuo-ishiguro-reading-group
5 https://www.npr.org/2021/03/03/972841445/klara-and-the-sun-is-a-masterpiece-about-life-love-and-mortality
6 https://www.theguardian.com/books/2021/feb/20/kazuo-ishiguro-klara-and-the-sun-interview