Normalleşme
Zorunda mıyız? Türkiye’de sınıfsal ve kültürel tercihleriyle sol-sosyalist örgütlenmeler 70’lerde eriştiği güce erişse dahi politik gücünü hesaba dahil ederken CHP’yi etkilemek, zorlamak, sol sınırlarına getirmek üzerinden tasarımlar mı yapacak? Herkes kendi yoluna demenin bir zemini yok mu?
Mayıs seçimlerinden önce muhalefet ve toplumdaki değişim arzusunun dinamikleri arasında bir bağa ilişkin beklentiler vardı. Özellikle CHP’nin değişime ilişkin attığı her adımın bir karşılığı oluyor ve fakat sürekli kendi sağına çeken politik söyleme hapsolmak muhalefetin değişim beklentisini karşılamayacağını ortaya koyuyordu. Mayıs seçimlerinin deyim yerindeyse kendine has bir vasfı vardı: Otoriter rejim son bulacak ve Türkiye’de demokratik çatışma ve müzakerelerin zeminlerinin kurulmasına imkân açılabilecekti. Mayıs seçimlerinin bu vasfına karşın özellikle ana muhalefetin ürkekliği ile işleyen garanticiliği; seçim sürecine değil ama seçim sonucuna ilişkin dayanaksız inancı, değişim arzusunu dahi maniple etti. Aslına bakarsak toplumun çok büyük bir bölümünü, otoriter rejimi bir adım yana itecek kısmi bir restorasyona ikna etti. Seçimlerden sonra yaşanan hayal kırıklığının bir nedeni de bu. Seçmenin seçim sonrasına ilişkin duygusal, düşünsel yatırımının sınırlılığı ile yaşanan hayal kırıklığı arasındaki uçurum da bunu gösteriyor.
Cumhurbaşkanı tarafından Merkez Bankası’na yapılan atamaların muhalefet tarafından alkışlanabiliyor olması, Emniyet’te Soylu ile adı birlikte anılan ekibin yerini bir başka “ekibe” bırakması hatta RTÜK Başkanı’nın Atatürk filmine ilişkin bir dijital platformun tasarrufları hakkında inceleme başlattığını söylemesi liberal ve Kemalist muhaliflerin alkışlarına mazhar olabiliyor. Normal, olağan bir rejimdeymişiz; normal, olağan politik koşullardaymışız gibi; rejime ilişkin hiçbir yapısal sorunu görmeden, sınıfsal tercihlerin altını çizmeden. Millet İttifakı ve etrafında toplanan partilerin bu rejimin yapısıyla derdi var mıydı gerçekten, sınıfsal tercihleri bakımından farkı neydi? AKP’nin Merkez Bankası’na atadığı kişileri alkışlayanlara sorsak ne derler? Ormanlarımız kesilir, köylüler dövülür, Cumartesi Anneleri AYM kararına rağmen abluka içinde şiddetle gözaltına alınır, gazeteciler tutuklanır, ülkenin sokakları her gün psikopatça cinayetlere, çete savaşlarına teslim edilirken normalimiz hakkında ne derler? Benim kanaatim şu, Türkiye’nin yeni rejiminin yarattığı olağanüstü hâl, Millet İttifakı ve etrafındaki partilerce normalleştirildi, normalleştirilmeye devam edecek ve kabul etmek gerekir ki artık normalimiz bu; istisnayı yaratacak ise kurulu muhalefet içinden çıkmayacak.
Tanıl Bora’nın her kuşak kendi “CHP nedir, ne değildir?”ini yazacaktır cümlesini okuduğumda içim sızladı. İki nedenle: Birincisi, gerçekten de yazdık, fiili olarak da yazmaya devam ediyoruz. Hatta, o günün koşulları ile bugünün koşulları arasında dağlar kadar fark olmasına rağmen, atıf yaptığı Ahmet Kardam’ın 1976’daki cümlesini neredeyse aynı kelimelerle, 50 yıl sonra yazdık. Asıl sızlanmam ise “her kuşak” sözüne. Sızlanmadan isyana dönüşürcesine: Zorunda mıyız? Türkiye’de sınıfsal ve kültürel tercihleriyle sol-sosyalist örgütlenmeler 70’lerde eriştiği güce erişse dahi politik gücünü hesaba dahil ederken CHP’yi etkilemek, zorlamak, sol sınırlarına getirmek üzerinden tasarımlar mı yapacak? Herkes kendi yoluna demenin bir zemini yok mu?
Normalleşme metaforuyla anlatmak istediğim süreç belki de bu zemin olur. Sermayenin ilksel birikimi lehine doğanın ve emeğin sınırsız sömürüsünün; bürokratik gelenek ve teamülleriyle kamu yararına hareket etme kapasitesi kazanmış kurumların tasfiyesinin; eğitim, adalet, sağlık alanlarının paralılaştırılmasıyla toplumun geniş yoksul kesimlerinin paryalaştırılmasının; demokratik bir toplumun olmazsa olmazı temel hak ve özgürlüklerin gaspının, başta erkek olmayanlar için (ama psikopatlaşan normalin dışında kalan herkes için) tehlikeli hale gelen sokakların normalimizi oluşturduğu bir dünyayı yaratanlar, ona ortak olanlar dışındakilerin yaratacağı bir istisna belki kendi “CHP nedir, ne değildir”ini yazmak zorunda kalmaz. Belki “bizim tabanımız ne olursa olsun bize oy verir diyenleri” haksız çıkaracak bir istisnanın zamanı gelmiştir.
Daha çok sağcıyla bir araya gelerek daha güçlü olunmadığını kanıtlayan bir "tüzük sosyal demokrat partisi"nin yerini 90’lı yıllardaki deneyimin eleştirisiyle bir "kadro, program ve eylem sosyal demokrasi partisi" alırsa; (Bora’nın yerinde benzetmesiyle Güven Partisi’nden kopulursa) belki istisnayı yaratacak olanların kendi kuşakları için “nedir, ne değildir” diye sormaya değecek bir yapı da çıkar.
Çıksa, en azından sormaya değecek bir sorumuz olur.