YAZARLAR

Normalleştirme-normalleşme

Normalleşme-normalleştirme kavramları üzerine düşünmek entelektüel fikir jimnastiği olabilirdi. Değil. Normalleşme normalleşme derken muktedirlerin normalleştirme icraatını besler konuma düşülebilir bakarsınız. Meselâ tekme yumruk saldırı karşısında “ama bu hiç normal değil, lütfen normal olunsun” diye dilekçe vererek; mazallah!

Her gün kanlar içinde yüzler, dehşet içinde gözler görüyoruz. Bazen kopmuş kollar bacaklar, bazen kafası olmayan çocuk bedenleri. Bazıları yanmış, kavrulmuş, küçücük kalmış olabiliyor, bazılarının birazdan bürüneceği kaskatı soğukluk şimdiden belli: bastırıldıkları göğüslerde, onları son defa kucaklayanların dünyaya bir daha asla eskisi gibi bakamayacak gözlerinden dökülen yaşlar taze kana karışıyor, hayatın uçup gitmekte olduğu minik bedenleri saran ten artık kimseyi saramaz, işe yaramaz olmuş. Kimileri yerlere serilmiş oluyor, bazen sıra sıra bazen can havliyle, gelişigüzel. Istırap içinde anneler, babalar, kardeşler görüyoruz. Bu dünyada varlar mı yoklar mı belli değil.

Varlar, bir yandan da yoklar; çoğumuzun umurunda değiller. Onları yok etmeye uğraşanların umurundalar, haliyle. Canla başla uğraşıyor bunlar. Belirlenmiş, tanımlanmış, allanıp pullanmış, ezelî-ebedî meşruiyet haleleriyle aslı, özü görünmez kılınmış, mecburiyet ilan edilmiş, mecburiyet ilanı hazmedilmiş, bir güzel eritilip sindirilip kişiliğin parçası kılınmış, varoluş şartı kılınmış, kutsallığı çirkinliğini gizleyemediği halde aşık olunmuş, benlikler adanmış, uğruna şahsiyetler, haysiyetler kurban edilmiş hedefler… Vaat edilmiş toprak hedefi. Kutsal hedefin, insanlığın en kötü, en çirkin kısmı ırkçılar, bunların eli kanlı modern hizmetkârları faşistler ve aslında gayet basitçe, kendi dünyevî çıkarı dışında canlı-cansız hiçbir şeyi umursamayan aşağılık politikacılar elinde yoğurulmasıyla vücuda getirilmiş iğrenç kokulu, zehirli, berbat bir eriyik, on binlerce insanın öldürülmesine, iki milyonunun düpedüz açlık ve susuzlukla yavaş bir çürüme ve ölme sürecine sürüklenmesine, binlerce çocuğun gıdasızlık yüzünden veya doğrudan doğruya vurularak, bombardıman yıkıntıları altında bırakılarak sakatlanmasına sebep olan.

Vaka bu, evet. Fakat bundan ibaret değil. Yaşananı bir insanlık trajedisi haline getiren, seyredilebilirliği. Zulüm, katliam, hele soykırımı mümkün kılan, insanlığın -eğer hâlâ böyle bir şeyden sözedebiliyorsak- bağrında kapanması imkânsız yaralar açan, bunların önlenebilir olduğunu bilmemiz. Önlenebilir bir hadise vukûbuluyorsa seyredilebilirdir. Seyredildiği halde devam ediyorsa umursanmıyordur. “Elden ne gelir?..” çoğu zaman gerçek çaresizliği değil tercihleri ifade eder. Eğer Gazze Soykırımı vicdan sahibi olup iktidar sahibi olmayan yüz binlerce insan yerine dünyanın en güçlü yüz sermaye sahibini rahatsız etseydi, hepimiz biliyoruz ki, bu kıyamet benzeri ortama daha ilk belirtileri ortaya çıktığı anda engel olunurdu. En tepedekilerin insanlığın hayrına parmağını oynattığı görülmemiştir, görülmez. Eyvallah. Birkaç güçlü Batı devletinin ahalisi birkaç günlüğüne işi gücü durdursa yine devran dönebilirdi. Veya “İslâm âlemi” denen, Allah’tan çok sahtekâr muktedirlere tapılan topluluktan haysiyet sahibi birileri benzer şeyler yapsa…

Neden olmuyor? Bilmem. Bizi nelerin ne zaman nasıl harekete geçirdiğini hep doğru teşhis edemeyebiliyoruz. Ama, örneğimizde görüldüğü üzre, nelerin harekete geçiremediğini gayet iyi biliyoruz.

Sorulsa, imkânı yok kabul edilmez, katlanılmaz diyeceğimiz durumda baştan niye harekete geçmediğimiz, geçemediğimiz elbette esas soru. Bendeniz şu anda, iyice kurcalanırsa insan haysiyeti denen şeyin ne olduğu üzerine derin tartışmalara yolaçabilecek bu çetrefil meseleyle değil, az ötesiyle ilgiliyim; lafı bağlamaya niyetlendiğim yer yüzünden. Kanlar içinde çocuk bedenleri görerek yaşamımıza nasıl devam edebiliyoruz? Katlanılmaz, kabul edilmez dediğimiz başka bir sürü şeyle birlikte nasıl yaşıyoruz?

Baskı, korku, yılgınlık, umutsuzluk, beceriksizlik, idraksizlik, örgütlenememe… bir sürü sebep sayabiliriz. Ve muhtemelen insan denen yaratığın bilişsel mekanizmasında en önemli rolü oynayan ideolojik etkeni yine ihmal edeceğizdir. Nedense, toplum düzenlerini, siyaseti hep “temellerinden” kavramaya çabalayan, bunun için de gözünü daha çok “ekonomi” adı verilmiş, insan icadı olmasına rağmen doğaüstü yaratı zannedilen âleme diken okuryazarlar olarak, akıl-mantık dışı etkenlerin rolünü küçümseyegeldik. Halbuki beynimizde, maneviyatımızda, hissiyatımızda… artık neremiz diyeceksek… cereyan eden akıl-mantık dışı birtakım işlemler çoğu zaman sandığımızdan çok daha etkili, hattâ belirleyici olabiliyorlar.

“Normalleştirme”nin kabul edilemez işlerle birlikte yaşamayı sağlayan mekanizmanın başlıca yakıtı olduğunu inkâr edenimiz çıkmaz herhalde. Bunu ya kendi kendimize beceriyoruz ya da birileri bizi bu yola sokuyor. Psikiyatrların, psikologların gayreti bazen doğrudan bu sonuca yolaçabiliyor. Okuyup üfleyen hocalar, kendisinden şefaat dilenen veya çeşitli kıyaklar beklenen türbeler, heykeller, dağlar tepeler zihnimize, ruhumuza böyle bir yolda yardımcı -herhalde birçok zaman da, bizi birtakım beklentilerimizden vazgeçirici- olabiliyorlar.

Veya aklına fikrine önem verdiğimiz “kanaat önderleri”, beklentilerimizi bağladığımız siyasî önderler…

İsrail’inki gibi bir sistematik vahşeti, zulmü, adaletsizliği daha baştan, tavizsiz ve kayıtsız şekilde kınamayan insanların çıkabilmesi bile başlıbaşına panik yaratması gereken durum. Yaratmıyor. Yaratmadığı gibi, “Ama Hamas…” gibi bir gerekçeyle, kitle katliamı ve devâsâ yıkım mazur görülebiliyor. Buradaki konumuz açısından çarpıcı ve işaret verici olansa, Hamas’ın 7 Ekim’deki eylemi ortaya sürülürken, yetmiş senedir o topraklarda yaşanan sistemli zulüm ve berbat aşağılama pratiğinden neredeyse hiç sözedilmeyişi.

Siyasî birçok sebepten, koşuldan şundan bundan sözedebiliriz. Ancak etrafında dolaştığımız soru, “Bunlarla nasıl birlikte yaşanıyor?” Nasıl yaşanıyor? Bütün şartı şurtu ayıkladığımızda geriye kalacak olan sebebimsi şey şu: İsrail ordusunun dozerlerle dalıp Filistinlilerin evlerini yıkması on yıllardır sıradan hadise; yani normal. Böyle bir şey nasıl normal olur? Oldu işte.

Muktedirlerin en iyi bildiği şeylerden biri bu: Normalleştirdiğinizde insanların itiraz kapasitesi erir; zamanla da yok olur. Günün birinde biri yaşananın hiç de normal olmadığını ileri sürdüğünde garipsenir. Emperyalist politikaları, sınıfsal adaletsizlikleri bir yana, dünyanın demokrasi ve insan hakları bakımından en gelişmiş ülkelerinde Filistinlilere sahip çıkmaya kalkanlara doğrudan zulmedildi, ediliyor. Edilebiliyor. Zemini, on yıllardır İsrail ordusu dozerlerinin kafalarına göre istedikleri köye, mahalleye dalıp Filistinlilerin evlerini yıkmalarının normalleşmiş oluşu. Bugün soykırımdan sözettiğinizde “Ama Hamas…” hilebazlığına sarılanların sırtlarını dayadıkları şey de aynı. Filistinliler, dünya üstündeki sekiz buçuk milyar insandan -korkunç şartlarda var kalmaya çabalayan, aç, susuz, feci durumdakiler belki hariç- tek bireyin dahi razı olmayacağı koşullarda yaşıyor onyıllardır. Kim olsa isyan eder ve kendisini insandan saymadığını açıkça ilan eden birilerine her ne yapabiliyorsa yapar. Onyıllardır uğradıkları muamele ile, baskı ve zulmün hemen her zaman, her durumda, sistemli, bilinçli, açık ve yoğun bir aşağılama pratiğiyle birlikte yürütülmüş oluşuyla kıyaslandığında Hamas’ın 7 Ekim’de saldığı dehşet pekâlâ “normal” bulunabilir. Bulunamıyor. Şiddet eylemlerine katılan gençlerin yarıdan fazlası daha önce İsrail tarafından öldürülmüş birilerinin evlatları - bu bilgiyle ne yapacağız? Hamas’ın eylemi aracılığıyla ortaya dökülen şiddetin de normal olduğunu kabul etmemiz gerekir, “normal olarak”. Fakat edilemiyor. (Onaylanır, doğru bulunur, demeye getirmiyorum.) Bu tepkisel şiddeti “normal” kılan yetmiş senelik sürecin sebep olarak, kaynak olarak dahi sözü edilemiyor. Çünkü iki normal aynı yerde birarada varolamıyor!? Neyin normal olduğunu belirleyebilme, iktidar aracı, göstergesi ve icabı.

***

Nâçizâne, bu yüzden, birşeylerin aslında hiç de normal olmadığını gösterebilmenin önemli bir itiraz ve direniş aracı olduğunu sanıyorum. Birey olarak ancak minik itirazlar dile getirebiliyoruz, bazen direnmek yalnız “bana yediremedin” cinsinden inat bildirimi anlamına gelebiliyor, yine de bunların yaygınlığı ve birikimi belki değişime yönelik kapasite ve enerji yaratabilir diye umuyoruz. Umalım.

Lâkin “normalleşme” gibi bir lafı siyasete yön verecek slogan haline getirenler biz nâçiz bireyler gibi davranamaz. “Eh, olduğu kadar…” diyemezler. Parçalanmış çocuk bedenlerini göre göre sürdürülebilen -ve bu yüzden elbette pespayeleşen- yaşam, Meclis’te yumruklanan milletvekili izleyerek haydi haydi sürdürülür. Ya da Anayasa Mahkemesi’nin suçsuz yere hapse atılmış bazı insanların bırakılmasını buyuran kararı yönetenlerce takılmadığında hayat bilmemkaç sene “olağan akışında” devam ediyorsa, seçilmiş milletvekilinin hakkı gasp edildiğinde rahat rahat sürer. Bu yüzden, meselâ değişim gibi dinamizm ifade eden unsurlar barındıran siyasî vaat ve simgeler yerine “normalleşme” gibi bir cins -üstelik aslında varolmayan- “gerçeğimize dönüş” talebinin peşine düşüldüğünde, yolda Meclis kürsüsüne saldıran iktidar hizmetkârıyla karşılaşma ihtimali var. Zira onun efendisinin normali Anayasa Mahkemesi otoritesini içermiyor.

Normalleşme-normalleştirme kavramları üzerine düşünmek entelektüel fikir jimnastiği olabilirdi. Değil. “Normal”, başkasına hak tanımayan, adalet ve hukuku pratiğinden dışlamış iktidarların katlanılmaz durumları yerleştirip sürdürmek için ihtiyaç duyacağı ideolojik mekanizma içerisinde işe yarar kavram. Normalleşme normalleşme derken muktedirlerin normalleştirme icraatını besler konuma düşülebilir bakarsınız. Meselâ tekme yumruk saldırı karşısında “ama bu hiç normal değil, lütfen normal olunsun” diye dilekçe vererek; mazallah!