Nuray Şen: Mevcut siyaset, annelerin çığlığını duymaya hazır değil
Nuray Şen'le şiir kitabı ‘Tarihin Delikanlı Çocuklarına Bir Yol Hikayesi’ni konuştuk. Şen, "Çatışmalardan beslenen sistemin demokrasiye kavuşması gerekiyor. Bu ülkeye demokrasi lazım" dedi.
Roni Nasır Kaya
DUVAR - Nuray Şen’in şiir kitabı 'Tarihin Delikanlı Çocuklarına Bir Yol Hikayesi' Sitav Yayınları tarafından yayımlandı. Kitap, Şen'in yaşamı boyunca tanıklık ettiği acıları, kayıpları ve arkadaşlığı anlatıyor.
Nuray Şen’le kitabı vesilesiyle geçmişi ve geleceği konuştuk.
Kitabınıza ve şiirlerinize geçmeden önce kısaca kendinizden bahseder misiniz? Kitabınızın giriş bölümündeki yazıda tiyatrocu olmak istediğinizi belirtmiş fakat sonrasında öğretmen olarak hayata tutunmaya çalıştığınızı yazmışsınız, neden tiyatro?
68 Kuşağı'ndan geliyorum ben. Dünya gençliğinin hayatı sarstığı, salladığı yıllardan. Öğrenci hareketlerinin toplumsal hareketlere doğru aktığı, heyecanlı cesur çocukların hayatımızı onurlandırdığı vakitlerden geliyorum. Arkadaşlığın tadını, kokusunu vefasını ve sadakatini o yıllarda bildim. Oldum olası hayallerinin peşinde koşan biriydim. Meraklıydım. Bana benzer arkadaşlarımla birlikteydim. Çok okur, şarkı söyler, şiirler yazardık ve hepimiz hayata hikâyeler bırakmak istiyorduk. Hayallerimin en belirgini tiyatro üzerineydi. Gözlerimi kapar kendimi bir tiyatro sahnesinde bulurdum. 1969 yılında öğretmen okulundayken iyi bir ekiple Sartre’ın ‘Mezarsız Ölüler’ adlı eserini sahneledik. Hepimiz iyiydik.
70 yılı başlarında tiyatro eğitimi almak için Berlin'e gittim. Hayatımı biraz yoluna koymuşken Türkiye 12 Mart 1971'de askerî darbe ile altüst oldu. Ben uzaktaydım. Tüm arkadaşlarım ağır işkencelerden geçip cezaevlerine kapatılmıştı. İşte o zaman arkadaşlarıma bu zalimliği ben yapmışım gibi acı çektim. O ruh haliyle gidip yeniden siyasetin peşine takıldım. Oyunculuğa veda etmediğimi, sadece ertelediğimi düşünüyordum ama bir daha fırsatım olmadı. Türkiye'ye döndükten sonra öğretmenliğe başladım. Çok da sevdim. Ama tiyatro ilk hevesimdi. Hüznüm bu yüzden.
“Acıların tanığıyım” şeklinde bir ifadeniz var. Sanırım bu çatışmalı ortamda eşinizi ve iki oğlunuzu kaybettiniz.
Erken büyüyen çocuklardık biz. Bizden sonra gelenler bizden de erken büyüdüler. Açlık sefalet bir yana şiddetin her tonunun koynunda büyüdüler. Telafisiz tesellisiz acıların tanığıydım ama sonra mağduru oldum. 90'lı yılların zulüm ikliminde eşim Mehmet Şen'i öldürdüler. Sonra iki evladımı canımdan ciğerimden koparıp aldılar. Kör oldum, sağır oldum, lâl oldum. Kafama vura vura, ruhumu yırta yırta öğrettiler evlat acısını.
Sanığı oldum o çatışmalı süreçlerin. Evlatlarım yaşındaki sorgucuların işkencesinden geçtim. Cezaevinde yattım, mahkeme kapıları uğrak yerim oldu. Öyle çaresizdim ki, içimi dışımı parçalayan bu acılar karşısında güçlü olmaktan başka çarem yoktu. Çaresizliğe, ailemden geriye kalan tek çocuğuma sarıldım. Bu bir inat hikâyesiydi artık. Ölümcül nefrete, kine, intikama sarılmadım. Çünkü bu duygular çok haklı duygular olsa da sadece daha çok ölümü getirir beraberinde. Acıları katlar. Beni ayakta tutan bunlar. Şiirlerim içimden geçen her şeyin kelimelere dökülebilen yanıdır. Gerisine kelime yok. Hangi cümleler içeride hiç soğumadan yanıp duran ateşe dokunabilir ki?
“Hayatım yarımlardan ibaretti” diyorsunuz, neden?
Ortadoğu ve onun kalbi Mezopotamya coğrafyası aynı zamanda dünyanın merkezi. Tarih boyunca palazlanan her güç, bu topraklara sahip olma savaşı yürüttü. Tüm zamanlarımız yukarıda fillerin tepiştiği, aşağıda mazlumların ezildiği soğuk ya da sıcak savaşlara tanıklık etti. Kürt sorunu ve Filistin- İsrail sorunu bir çözüme kavuşturulmadan da bitip tükenecek gibi görünmüyor. Bir lanetli kader gibi coğrafyamızın kederini taşıyoruz koynumuzda. Bir ailem vardı yarım kaldı, anneydim yarım kaldım, arkadaştım, öğretmendim, yoluna bir ömür tükettiğim ideallerim vardı, aşk vardı, hepsi yarım, hepsi hasarlı...
Daha önceki albüm çalışmanızı saymazsak bu ilk kitabınız. Nasıl gelişti kitap süreci, nasıl karar verdiniz?
70 yaşındayım. Hayata bir hikâye bırakmak istedim. Elimde avucumda bu şiirler vardı. Kalbimin kelimelerini paylaşmak istedim. Bir arkadaşımla sohbet ederken babasının bir cümlesini aktarmıştı: "İnsanın namusu hafızasıdır." Tek tek insanların olduğu kadar toplumların namusu da hafızasıdır. Hafıza zayıflarsa veya sadece günü yaşamaya kurgulanırsa sıkıntı başlar. Bu geçmişin acılarına takılıp kalma değil yarını sağlam temeller üzerinde inşa etmek için köklerine dayanmak anlamındadır. Nilüfer değiliz ki köksüz kömeçsiz savrulalım hayatın üstünde. ‘Bir Yol Hikayesi’ ile toplumsal hafızaya, tarihin delikanlı çocuklarından bir katrecik hatıra eklemek istedim. Hepsi bizim çocuklarımızdı. Kıymetlimiz gözbebeğimiz canımızdan öte canımızdılar. Günahlarıyla, sevaplarıyla, aşklarıyla, inandıklarıyla hayal kırıklıklarıyla, doğruları yanlışlarıyla insandılar. Ve şüphesiz ki çok cesurdular. İstedim ki unutulmasınlar. Hayallerimin elini tutup yola çıktığımdan bu yana uzun bir yol yürüdüm.
‘Bir Yol Hikayesi’ adlı şiirde sürekli geçmişi anma var. Geleceğe dair ne düşünüyorsunuz? Nietzsche’yi referans göstererek “Umut en büyük kötülüktür” diyorsunuz. Bizi yaşatan nedir?
“İnanç perdesi ne kadar kalınsa aklın güneşi o kadar geç doğar” demiş bir bilge kişi. Aslında yaşadığımız tam da böyle bir süreçti. Bir umudun peşine düşmek gerçekleşmesi için aklınla kalbinle emeğinle çaba harcamak ve umudun gibi yaşamak hayata anlam vermektir. Herkes için daha adil daha güzel daha özgür bir yaşam istedik. Lakin perdemiz fazla kalındı. Umudu çevreleyen inanç analitik düşünceye bilimin aritmetiğine göre yol alamazsa eğer ciddi sorunlar açığa çıkar. Zamanında çözülmeyen sorunlar giderek bir tıkanmaya yol açar, ortam kirlenir, hayaller, duygular sakatlanır. Umut bir kötülük aracına dönüşür. Çözümsüzlük işkenceyi uzatır. Bu biraz da yolda bulduğunu yola çıktığın ile değiştirmeye benzer bir hal işte. Aşılabilir mi? Elbette. Ancak kazanımlar ve demokratik normlar üzerinden siyaset üretecek güç gerektiriyor. Her iki tarafı da çözüme ikna edecek geniş bir muhalefet cephesi oluşturmaya ihtiyaç var. Mevcut Türkiye koşullarında oldukça zor görünse de halen işkenceyi uzatan umudun hayata akarak gerçekleşmesi de böyle mümkün olabilir. Gerçi böyle düşünsem de politikacıların gündemi de önceliği de farklı. Duyguları hesap kitapları farklı. Bu yüzden ne desem ne söylesem Fuzuli'nin ‘Şikayetname'sinden öte bir anlam taşımayacağını biliyorum.
Bir şiirinizde İsmail’in adak olduğuna vurgu yapıyorsunuz. Adak olmak coğrafyamızın çocukları için bir kader midir?
Adanma hikâyesi coğrafyamızın derin kederiyle bağlantılı kültürel bir şekillenme adeta. Mitolojiyle, tarihle, dinsel inançlarla, sosyal yaşamla ilişkisi var. Yönetme, yönetilmeyle ilişkili. Kökleri çok derin. Adak olma, kendini adama, iradeyi yönetenine teslim etme öyle birkaç cümle ile açıklanacak bir şey değil. Ortadoğu insanının ruhsal şekillenmesinde izleri var. İsmail'in hikâyesi bunun için çok önemli. İbrahim peygamber tek mutlak güç olan tanrıya evladını sunuyor. Bu olay, insan kurbanının dinen yasaklanmasının miladı olsa da kurbanlık kültürü müritlik olarak yaşamaya devam ediyor. Fanatik bir biçimde bağlandığı yönetenine ruhunu ve bedenini bağışlama oluyor.
Hasan Sabbah hikâyeleri var. Alamut kapısına dayanan Selahattin Eyyubi'nin karşısında Hasan Sabbah'ın bir göz işaretiyle kendilerini uçurumdan atan fedailerinin hikâyelerini çok dinledik, çok okuduk. Benzer adanmışlıkları yaşadık. “Kanımızla canımızla seninleyiz ey başkan” sloganı aynı ruhsal bağlılık ve adanmışlığın ifadesi. Eğer böyle değilse insanın kendini ateşe vermesi nasıl açıklanabilir? Bedenine bomba bağlayıp, bir insan nasıl kendini feda edebilir? İnanç perdesinin kalınlığında yatan bir gerçeklik bu. Mezopotamya topraklarına bahar gelene, özgür irade, analitik düşünce normları gelişene kadar varlığını bir biçimde sürdürmeye devam edecek.
‘Bir Mektup Hikayesi’ adlı şiirinizde acı, öfke, isyan var. Fakat aynı şiirde Urfa’nın reyhan kokan efsunlu yaz gecelerinden bahsediyor, çocukluk hayallerinizi anlatıyorsunuz. Eğer bütün bu olup bitenler bir düşten ibaret olsaydı, Nuray Şen o reyhan kokan gecelerde nasıl bir dünya hayali kurardı?
'Bir Mektup Hikayesi' büyük oğlumun, ilk çocuğum Doğu'nun gerçek hikâyesi. Tırnak içine aldığım her kelime her cümle ona ait, bana söyledikleri ve arkadaşlarının aktarımları. Fırat'ın hikâyesini de böyle yazdım. Nasıl yaşadılar o dağlarda, nasıl sevdiler, nasıl katlandılar, vedasız, ecelsiz nasıl gittiler bilinsin istedim. Yazarken bütün damarlarım kanadı. İçimdeki bütün bahar dalları kırıldı. Urfa cehennem sıcağını yaşar yazları. Evlerde değil, damlarda yatılır. Geceleri taht denilen yerden yüksek tahta bazalara serilir döşekler. Önce dama hortum tutularak yıkanır serin olsun diye. Dam kenarına dizilmiş reyhanlar sulanır gece reyhan koksun diye. Çocuklarımla biz çok hayal kurduk o esrarlı gecelerde. Çok mutlu olduk. Planlar yaptık geleceğe dair. Ölüm yoktu o zamanlar. Hikâyemiz hayatın doğal akışı üzerineydi.
Bir düş olsaydı, sonraki ızdırap yılları, o insanı insan olmaktan utandıran ağır zulüm, al yeşil çiçeklerin bile üstüne yapışıp kalan ölüm kokusu, bir kötü düş bir sevimsiz masal olsaydı eğer, tüm hayallerim dönüp dolaşıp yine sevgiye akardı. Çocuklar üzerine olurdu tüm hayallerim. Çocuklar bayram şekerleri gibi rengarenk gülsünler isterdim. Erkenden büyümesinler, hayalleri olsun, aç kalmasınlar, ölüm sevdiklerini almasın ellerinden, şu dünya onların olsun diye kurardım hayallerimi...
Bir başka şiirinizde de şu dizelerle okuyucuya sesleniyorsunuz “İnsan insan olalı, nice kıyımlar gördü, nice kıtlıklar nice savaşlar nice acılar yaşadı, nice katliamlar... Lakin, insan insan olalı, hiçbir şeye yanmadı, evlat acısıyla yandığı kadar!”.
Çocukken, kendime ait alanlar yaratmıştım. Biraz uçuk kaçık şeylerdi ama yoğun duygularımı paylaştığım yerlerdi. Adını 'üzülme köşem' koyduğum bir keder köşem vardı mesela. Evimizin misafirler için ayrılmış odasında kenarda, büyük Maraş işi ceviz oyma bir masa dururdu. Örtüsü yerlere kadar uzanırdı. Ne zaman bir azardan, çatılmış bir kaştan, bir yasaktan incinsem masanın altına girerdim. Orada kendimi tedavi eder iyileştirirdim.
Belki de hayatın beni çok ezdiği zamanlarda kendi kendimi tedavi etme onarma gücümün kaynağı o mahrem köşelerimdi. Çocuklarım yanımdayken zorlansam da bilirdim ki altından kalkamayacağım dert yoktu. Hatta eşimi öldürdüklerinde bile bir yolunu bulup çıkabilmiştim o enkazın altından. Ama işte zamanın da, keder köşelerinin de, inandığın her şeyin de gücünün yetmediği acılar var. İstisnasız hiçbir annenin yaşamasını istemediğim acılar. Bu trajedi evlatlarını nasıl kaybetmiş olursa olsun tüm annelerin hikâyesi. Tarih boyunca kadının doğurduğunu yine kadının doğurduğunun öldürdüğü bir dilemma. Belki de Habil- Kabil söylencesi acımasız egemen erkek hırsının öldürmeyi normalleştirme çabasıdır. Ama bir tesellisiz yaradır ki bu, tüm zamanlarımızda kanamaya devam etmekte.
‘O gece’ adlı şiirde de bir anne feryadıyla “Çığlığım içime akıyor” diyorsunuz.
Burada büyük üstat Neşet Ertaş'ı anmak isterim. “Kadın insandır, erkek insanoğlu” diyordu. Ne güzel söylüyordu. Ama hayatta hala bir karşılığı yok. Siyaset erkanı ve savaş kurmaylarının her ihtiyaç duyduklarında “Analar ağlamasın”, “Annelerin gözünün yaşı dinsin” söylemleri sadece bir yalanı ifade ediyor. Bir taraftan çatışma cephesine sürecek yeni gençleri çocukları toplarken ve siyasiler onlara destek verirken bu tür sloganlar bir demagoji olmuyor mu? Mevcut siyaset annelerin çığlığını duymaya hazır değil. Çoğunun çatışma alanlarında bir tavuğu bile yok ama cenazeler üstünden rant toplamaya, gittikçe daha da kirlenen siyaseti sürdürmeye devam ediyorlar. Hani derler ya eldeki yara duvardaki delik... Bu yüzden annelerin çığlığı içlerine akıyor, ateş düştüğü yeri yakıyor. Onlar kendi sesleriyle kavruluyorlar.
Çatışmalardan beslenen sistemin demokrasiye kavuşması gerekiyor. Bu ülkeye demokrasi lazım. Elbette insan hayatını ve geleceğini ipotek altında tutan zihniyetlerin değişmesi istemekle gerçekleşecek bir şey değil. Bu sistemin mağduru herkes elini taşın altına koymalı. Ekonomik şiddet bir yana en mağdur kesim anneler ve gençler bence. Onlar bu işe el atmalı. Artık evlatlarını kurda kuşa yem ettirmemek için bir “Anneler Hareketi” niye olmasın? Hiçbir anneyi ötekileştirmeden, hiçbir siyasi partiye, örgüte bulaşmadan ve bulaştırmadan sadece evlatları için ayağa kalksa anneler ve şöyle haykırsalar “Ayağımızın altından cenneti alın, çocuklarımıza dokunmayın!” Belki de buradan demokrasiye çıkan bir yol bulunur. En büyük erdemin insanı yaşatmak olduğuna inanırız.
'Hayal' adlı şiirinizde Diyarbakır’a, İstanbul’a özlemi dile getiriyorsunuz. Geçmişin izlerini sürmek, izlerini sürüp her şeye dokunmak istediğinizi belirtmek istiyorsunuz. O gün geldiğinde hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını varsayarsak sizde nasıl bir hayal kırıklığına neden olur?
Peşine düştüğüm hayallerim yaralı. Peşine hiç düşemediğim hayallerim de hasarlı... Çok hata yapan, hayatta çok keşkeleri olan biriyim. Yeni hayal kırıklıklarına razı olurum seve seve, yeter ki 'Hayal' şiiri gerçek olsun.
Bütün şiirleriniz birbirinden farklı tat ve duyguya sahip. Bundan sonra yazar kimliğinizi şiirle mi sürdüreceksiniz, yoksa başka projeleriniz var mı?
Kitabım yeni çıktı. Anladığım kadarıyla çok az sayıda okuyucuya ulaşabildi. Olumlu tepkiler aldım. Belki ilerde ömrüm yeterse tabii ikinci bir kitap olabilir. Aklımda anneannemin trajik hikâyesi var yazmak istediğim. Ve böyle birkaç kadın hikâyesi daha…
Son olarak, bu kitapta arkadaşlarınıza karşı bir ahde vefayı da dile getirmişsiniz...
Arkadaşlıkta da, aşkta da sadakate inanan biriyim. Seversem birini günahlarıyla sevaplarıyla severim. Doğrularıyla yanlışlarıyla. Çünkü insan böyle bir şey. 68 zamanında mayalanmış bir sevdaydı benimki. Unutulmaz arkadaşlarım oldu. Görmesek te birbirimizi ellerini hep elimde hissettiğim arkadaşlarım. Hiçbir arkadaşımdan vazgeçmem. Gün olur benden vazgeçen olursa da ben sevmeye devam ederim.
Burhan Karadeniz vardı, Özgür Gündem çalışanıydı. Diyarbekir'de 90'lı yıllarda henüz yirmili yaşlarında sokak ortasında vuruldu. Günlerce değil, aylarca yoğun bakımda kaldı. Tedavisi Almanya'da devam etti. Sonunda hayata yeniden katılabildi bir tekerlekli sandalyeyle. Avrupa'da olduğum zamanlar yanına giderdim. Yapayalnız bırakıldığına üzüldüğünü bilirdim, ben de üzülürdüm. Bir gün hiç hesapta yokken acı haberini aldım. Evinin bir odasında kimsesiz, vedasız gitmişti. Burhan'ın gözlerine yapışıp kalmış o derin hüznü unutabilir miyim? Kalbimin sırlarını önlerine bir sofra gibi serdiğim, arkadaşı olmaktan onur duyduğum nice dostumu, bir evlat muhabbetiyle bağrıma bastığım manevi çocuklarımı yitirdim. Her biriyle bir parçam düştü toprağa. Unutmadım. Ömrüm oldukça hafızamda ve kalbimde yaşamaya devam edecekler.