O bir feministten çok bir hümanistti: Zabel Yesayan
Sosi Antikacıoğlu: Düzene başkaldıran kadınlar yine var. Zamanında Zabel Yesayan da başkaldırmış. Düzeni değiştirememiş ama yüz yıl sonra yaptıklarıyla hayranlığımızı kazanıyor…
DUVAR- Sosi Antikacıoğlu’nun titiz bir araştırma sonucu kaleme aldığı Zabel Yesayan’ın sıra dışı yaşamını konu edinen ve tüm önemli eserlerinin incelemesini de içeren 'Zabel Yesayan Yaşamı ve Eserleri' kitabı yayımlandı. Öğrencilik yıllarını geçirdiği Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde doktorasını bitirdikten sonra 37 yıl boyunca Boğaziçi Üniversitesi'nin Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nde dersler veren Sosi Antikacoğlu, bu kapsamlı araştırmayla, “olağanüstü bir kadının destansı öyküsünü” okura armağan ediyor.
Kitap, Osmanlı döneminin ilk sosyalist-feminist yazarlarından, Batı ve Ermeni edebiyatının önemli ismi olan Yesayan’ın, 1878 yılında İstanbul’da başlayıp, ölümüne dek mücadeleyle geçen bir yaşam serüvenini konu ederken Sosi Antikacıoğlu da Zabel Yesayan’ı hem psikolojik hem de sosyolojik açıdan ele alırken, edebi dünyasına da okuru davet ediyor.
Bu kapsamlı çalışma için Antikacıoğlu’yla bir araya geldik. Bu çalışmadan yola çıkarak kadın hareketini, mücadelesini ve kadınların varolma serüvenini konuştuk.
İlham veren bir kadının yaşamını ve eserlerini okurla buluşturdunuz. Bu çalışma eminim ki uzun bir zamana yayıldı. Kaç yıl ve nasıl bir çalışmayla bu kitap oluştu?
Bu kitabı yazmak üç yıl kadar sürdü, ama ondan evvel, belki de on yıldan fazla Yesayan konusunda olgunlaşma diyebileceğim bir dönem geçirdim. 2000’li yılların başında tanıştım ben Yesayan’la. O zamana kadar unutulmuş veya daha doğrusu unutturulmuş olan yazardan o yıllarda bahsedilmeye başlanmış ama henüz çok az eseri Türkçeye veya Batı dillerine çevrilmişti. Yazarı daha yakından tanımak isteyince eserlerini orijinalinde okuyabileceğim için kendimi şanslı addettim, çünkü Batı Ermenice lehçesi Türkçe’nin yanı sıra benim ikinci anadilim. Oysa kitap arayışına başladığımda kötü bir sürprizle karşılaştım, yazarın ancak üç dört eserini İstanbul’da sahaflarda veya kütüphanelerde bulabildim.
VAZGEÇMEYİ HİÇ DÜŞÜNMEDİM
Yurt dışında Ermeni kültürü merkezlerinde arayışa geçtiğimde de durumun aynı olduğunu gördüm. Yesayan’ın hiçbir eserinin yeni baskıları yapılmıyor, eskileri de çok zor bulunuyordu. Yazarın tüm önemli eserlerini toplamak yıllar sürdü. İstanbul’da ve yurt dışında birçok dostum seferber oldu benim için, buldukları eserlerin çoğu elime ancak fotokopi olarak gelebildi. Dünyada bir iki kopyası kalmış olan romanları var, onları ancak sayfa sayfa fotoğraflayarak okuyabildim. Bu arada vazgeçmeyi hiç düşünmedim, çünkü elime geçen eserleri okudukça ve hayatı hakkında bilgi edindikçe daha da derinlemesine araştırma yapmak istedim. Bu olgunlaşma dönemi on yıl kadar sürdü, ama eserlerin yarısını okuduğumda zaten Zabel hakkında özellikle yurt dışında akademik konferanslarda sunumlar yapmaya ve bir kitap yazma fikri geliştirmeye başlamıştım.
Tabii ki iş ciddiye binince bütün o topladığım eserleri bir daha yakın okumayla inceledim ve yazmaya başladım. Bu zaman zarfında Zabel’in birkaç kitabı hem orijinalinde yayımlandı hem Türkçeye ve Batı dillerine çevrildi ama Yesayan çok üretken bir yazar ve bütün eserlerinin çevrileceğini zannetmiyorum. Tüm eserlerinin orijinal dilinde yeni baskılarının yapılacağını da zannetmiyorum çünkü Yesayan’ın ve bütün eski Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenilerin anadili olan Batı Ermenice lehçesi UNESCO’nun kaybolma tehlikesi altındaki diller listesinde ve okuyan az kişi var. Kitabımla eserleri okuyamayacak birçok kişiye Zabel’i ve tüm önemli eserlerini derinlemesine tanıma fırsatı verebilmek beni mutlu ediyor.
Türkiye kadın tarihi için çok önemli bir kaynak oluşturdunuz bu çalışmanızla. Siz de biliyorsunuz ki kadın çalışmaları oldukça meşakkatli. Peki Zabel Yesayan’ın sizdeki yeri nedir? Nasıl bir ilham aldınız ki yıllarınızı bu çalışmaya verdiniz?
Zabel’in bana en çok ilham veren yanı kadın olarak yaptıkları kadar da insan olarak yaptıkları. Başta tabii ki kadın olduğu için ilgimi çekti, neticede bir kadın olarak hemcinslerimin yaptıklarıyla ilgileniyorum. Ayrıca Ermeni toplumu son derece ataerkil olduğundan dolayı içinden nasıl böyle bir kadın çıkmış merakı vardı. Ama Zabel’i tanıdıkça onun insan yanının kadın yanından daha ağır bastığını gördüm. O bir feministten çok bir hümanist. Bu ataerkil toplumda kendine çizmiş olduğu yolu öğrendikçe ona hayran kaldım. Bir an bile kadın olduğu için atmaktan çekindiği bir adım olmamış. Aleyhinde konuşanlara, onu kadınlara yakışmayan hareketler yapmakla suçlayanlara hiç aldırmamış.
Toplumun kadınlara koyduğu kısıtlamalar umurunda bile olmamış. Yesayan için kadın erkek farkı diye bir şey yok, sadece insan var diyebiliriz. Türkiye’de de yurt dışında da feminist yönünün vurgulanmasının nedeni Türkçeye, İngilizceye, Fransızcaya çevrilen eserlerinin çoğunun kadın sorunlarına eğilen eserler olması. Bu belki de çevirmenlerin bilinçli seçimidir. Oysa eserlerinin tümünü göz önüne aldığımızda onu salt bir feminist yazar olarak kategorize edemeyiz.
Tabii Zabel’in eserleri yaşamından da izler taşıyor kuşkusuz. En acılı dönemde bir kadın karakter olarak var olmak zor. Hem kadın hem de “öteki” olmak aslında. Siz nasıl bakıyorsunuz?
Zabel’i hayatının değişik dönemlerinde değişik şekilde anlatmak gerekir diye düşünüyorum. Örneğin 1915’e kadar olan hayatını ele alalım. O yıllarda bugünkü anlamda ulus devlet içinde bir azınlık mensubu, “öteki” olarak yaşayan birisi olarak görmüyor Zabel kendini. Osmanlı değişik etnik toplulukları şemsiyesi altında toplamış olan bir imparatorluk, kendisinin ait olduğu Ermeni milleti de o toplumlardan bir tanesi; değişik ama eşit olduğuna inanıyor. Örneğin Ermeni geleneklerine, inançsız olduğu halde kilise adetlerine çok bağlı, ama onun yanı sıra Müslüman adetlerinden, camilerden, namaz kılıp Kuran okuyan insanlardan da olumlu bir şekilde, empatiyle bahsediyor eserlerinde. Yani milletlerin kardeş şekilde yaşadığı bir imparatorluğa ait biri gibi.
Gençliğinde İstanbul’da mutlu, Paris’te ise tam bir “öteki” olarak hissediyor. Dünyanın en güzel şehirlerinden biri addedilen Paris’i gri ve kasvetli buluyor, ortasından geçen Seine nehrini “Bir kara yılan gibi” diye betimliyor. Kocasıyla ayrı yaşamaya başlamasının nedeni de onun Paris’i, kendisinin İstanbul’u tercih etmesi. Ama 1915’ten sonra bambaşka bir dönem başlıyor hayatında. Artık İstanbul’da yaşamak istemiyor, zaten Paris’i hiç sevememiş, uzun bir yeni anayurt arayışına girişiyor, ta ki Sovyet Ermenistanı’na yerleşene kadar. Orada da sonradan ne kadar büyük bir felaketle karşılaştığını biliyoruz.
“Dönemin sıra dışı kadını” demek yanlış olmaz, ki sizin tanımınız bu. Peki bu sıra dışılık nereden geliyor Sosi Hanım?
Sıra dışılığı zekâsı, çalışkanlığı, yeteneği, vicdanı, idealizmi ve cesaretinden geliyor. Bütün bu olguları kendinde toplayan biri ister kadın ister erkek olsun sıra dışı sayılabilir bence. Kadın olarak bana özellikle çok çarpıcı gelen yanı toplumun kadınlara koyduğu kısıtlamalara hiç aldırmadan hayatını yaşayabilmesi. Bu da müthiş bir özgüveni olduğunu gösteriyor Zabel’in.
ZABEL'E İLHAM VEREN BABASI
Kitapta yazıyor ama ilham aldığı, örnek aldığı kimlerdi? Mesela Sırpuhi Dussap var, sanıyorum 1860’da ilk Ermenice romanı yazan kadın. Etkileniyor değil mi?
Ona en çok ilham veren, örnek aldığı kişi babası. Zamanına göre, hatta bugüne göre bile son derece açık fikirli ve ileri görüşlü bir adam. Tam bir feminist ve kızını da kadın konularıyla ilgili makaleler yazması için yüreklendiriyor. Zabel içgüdüsel olarak sade bir dil kullanıyor yazılarında. Babası bunu bozmaması, dilini sade tutması, o günlerin süslü içi boş addettiği kadın edebiyatından etkilenmemesi için özen gösteriyor. Kızlar için uygun bir evlilikten başka bir şey düşünülmeyen o yıllarda Zabel’in babasının en önemli amacı onun iyi bir eğitim alması.
SIRPUHİ DUSSAP'DAN DA İLHAM ALIYOR
Zabel’in hayran olduğu ve örnek aldığı bir de Sırpuhi Dussap var, Osmanlı topraklarında ilk Ermenice romanı yazan kadın. Kıymetli bir yazar, inanmış bir feminist. Sonradan başka feminist yazarların yaptıkları gibi sadece kızların ileride bilinçli bir anne olmaları için iyi eğitim almaları gerektiği tezini ileri sürmüyor, kadınların ekonomik özgürlük sahibi olmalarını da önemle vurguluyor. Ataerkil Ermeni toplumundan epey tepki gören bir yazar Dussap ama ilk kadın yazar olarak Zabel’i etkiliyor, hatta öğrencilik yıllarında bir gün artık yaşlı bir kadın olan Dussap’ı ziyarete gidiyor Zabel. Dussap’ın ona verdiği öğüt çok çalışması gerektiği, çünkü bir kadın yazar olarak erkeklerden daha iyi olması gerektiğini, vasat bir kadın yazara hayat şansı tanınmadığını söylüyor.
Ermenilerin en acılı zamanlarında yaşamış Zabel Yesayan, tüm acılara yazdıkları birer başkaldırı sanıyorum...
Yesayan hayatının değişik dönemlerinde değişik türde yazılar yazmış. Kitabımda bunları ayrı ayrı bölümler olarak verdim okuyuculara kolaylık olması için. “Felaketler ve Tanıklıklar” kısmında bu acılardan bahsettiği eserleri topladım. Bunlardan özellikle 'Yıkıntılar Arasında' Batı Ermeni edebiyatının başyapıtlarından. 1909 Adana katliamlarından sonra yazılan bu tanıklıkta yöreye yetimlere yardım etmek için gitmiş olan Zabel bizzat tanık olduğu katliam sonrası geride kalan kadın ve çocukların durumunu anlatır.
Büyük acıları melodrama kaçmadan gözler önüne süren önemli bir eser. 1915 sonrası o tür bir eser daha yazmasını beklemiş insanlar ama o yazmamış, bu kez felaketleri yaşayanların tanıklıklarını dinleyip onları kaleme almış; amacı olayların unutulmaması. Bunlara tam Yesayan eseri diyebilir miyiz tartışılabilir, bir nevi anlatılanları yazıya dökme işi. Ondan öteye yazdığı birçok başkaldırı eseri var ama onların özellikle Ermeni olmakla ilgisi yok, daha evrensel acılar hakkında, örneğin varlıklıların fakirleri ezmesi, kadınların mutsuz evliliklerde ezilmesi gibi.
ABDÜLHAMİD DÖNEMİNİN ZOR YILLARINI ATLATIYOR
Daha da ilginci zaten Zabel Abdülhamid zamanında da olduğu için nasıl bir sıkıntı yaşanıyor ya da yaşanıyor mu? O zamanlarda da her şeyi yasaklayan bir zihniyet var...
Zabel çok erken yaşta sosyal ve politik konularla ilgilenmeye başlıyor. On yedi yaşındayken artık cesaretli, korkusuzca konuşan bir genç kadın. Abdülhamit karşıtı dostları var, kendisi de Abdülhamit’e karşı. Babası kızı için endişeleniyor. O günlerde Paris’ten Fransızca Ermenice bir sözlük çalışması için iyi Ermenice bilen bir editör aranmakta olduğu haberi geliyor. Zabel’in Ermenicesi mükemmel. Babası hemen kızına bu işi ayarlıyor ve onu Paris’e yolluyor. Bu şekilde bir taşla iki kuş vurmuş oluyorlar: Hem Zabel’i İstanbul’da gelişebilecek tehlikelerden kurtarmış oluyor, hem de Paris’te eğitimine devam etme fırsatı geçiyor ellerine. Böylece Zabel Sorbonne’da derslere devam ediyor ve ilk üniversiteye giden Ermeni kadın olarak tarihe geçiyor. Tam yedi yıl İstanbul’dan uzak yaşıyor, böylece şahsen herhangi bir belaya bulaşmadan Abdülhamit döneminin en zor yıllarını atlatıyor. Ama tabii o dönemde yaşananları üzülerek ve kızarak izliyor uzaktan.
Belki günümüzden de konuşmak gerekecek. Göçmenlik meselesine değinmişsiniz. Zabel Yesayan eserlerinde bu sorundan da söz etmiş, yüz yıl evvelki sorun bugün de can yakmaya devam ediyor. Neler söylersiniz?
Tabii ki o günlerde yaşanan göçler de bu günküler gibi bir felaket. Zabel Balkan savaşıyla beraber o coğrafyadan gelenlerin üzerinden göçmenlerin acılarını dile getiriyor. Bu konu özellikle en başarılı tanıklıklarından biri olan 'Yeter Artık!'da işlenmiş. Bugün yaşasa yine yurtlarını terk etmek zorunda kalanların acılarına yazılarıyla tanıklık ederdi.
Yine günümüzden yola çıkarak kadın hareketlerini, popüler kadın figürleri üzerinden kadınların sorunlarını tartışıyor olmamıza nasıl bakıyorsunuz?
Bugün hem bizde hem yurt dışında bazı gelişmelere bakınca yüz yıldır bir arpa boyu ilerlemedik mi acaba diye hayıflanıyor insan. Birkaç gün evvel Amerika’nın en önde gelen üniversitelerinden birinde kadın araştırmaları kürsüsünün başında olan bir eski öğrencimle haberleşiyorduk, o da aynı şekilde düşünüyor. Halledilmiş zannedilen ama halledilmemiş olduğu apaçık meydanda olan sorunlar var her yerde.
Devamlı kadın bedeni üzerinden verilen kararlarla mücadele etmeleri gerektiğini söylüyor, bütün bir ders yılını kadının kendi bedeni hakkındaki kararları kendisinin vermesi gerektiği konularında çalışmalar yapacaklarını anlatıyor. Yani kadın konusunda halledildi zannedilen sorunlar hortlayıp insanların karşısına çıkıveriyor tekrardan.
HAYATINI ZABEL'E BORÇLU ÇOK İNSAN VAR
21. yüzyıldayız ama hala “Kadının adı yok” hükmünde her şey. Zabel Yesayan’ın hayatına baktığımızda ise en zor zamanlarda müthiş üretkenlik, başkaldırı. Bugün ne değişti Sosi Hanım, neler oluyor?
Bence pek bir şey değişmedi, belki ayrıntılar değişik ama işin aslı aynı. Düzene baş kaldıran kadınlar yine var. Zamanında da Zabel baş kaldırmış. Düzeni değiştirememiş ama yüz yıl sonra yaptıklarıyla hayranlığımızı kazanıyor, o da az buz şey değil. Bir de yetimlerle çalıştığı yıllarda binlerce çocuğun hayatını kurtarmış. Onların kurdukları aileleri de düşünürsek hayatını Zabel’e borçlu birçok insan var dünyada. Şimdi çaba gösterenler de her ne kadar sonuç alamıyor gibi görünseler de bir fark yaratıyorlar diye düşünüyorum. Veya öyle düşününce kendimi daha iyi hissediyorum belki de.
Barış aktivisti Zabel Yesayan’ı günümüze koysaydık, bugün yaşasaydı neler değişirdi?
Zabel bugün yaşasaydı gider göçmen kamplarındaki yaşamı daha iyi duruma getirmeye çalışırdı. Çevre sorunlarına ve ekonomik eşitsizliklere kafa tutardı. Her türlü insan hakları mücadelelerine katılırdı işçi hakları, kadın hakları gibi. Tüm etnik grupların haklarını savunacağı gibi LBGTQ hakları savunuculuğu da yapardı eminim. Ben hayatımın uzun yıllarını Boğaziçi Üniversitesi çatısı altında geçirdiğim için bu günlerde hep aklımda oradaki olumsuz gelişmeler var, son söz olarak bugün Zabel yaşasa akademik özerklik adına Boğaziçi direnişini gerçekleştirenlerin ön saflarında da yer alırdı diye inanıyorum.