O muhteşem eksik parça, çok tuhaf çok tanıdık: Vesikalı Yarim
Toplum erkeklere sevmeyi, kadınlara ise arzu nesnesi olarak sevilmeyi buyurduğundan anlatıların büyük aşıkları erkekler olmuş genelde. Karşılıklı, gerçek aşkı, insani tutkuyu, aşkın o ten titreten, ruh yakan karşılıklı yanını anlatabilen eser öyle az ki. “Vesikalı Yarim” işte onlardan biri.
İyi filmlerle esaslı aşklar birbirine benzer. Merak elbette çok güçlü bir duygu. Bir filme de bir insana da bizi iten şey başlangıçta merak, tanıma, bilme arzusudur. Ama elden merakı, gizemi alıp yerine tanımayı koydukça katman katman açılmak yerine tamamen uçup gidiyorsa, büyü aslında orada yoktur, hiç olmamıştır. İyi bir anlatıyı ve esaslı bir aşkı öyle “spoiler”la falan bozamazsınız.
Defalarca izlediğiniz, üzerine yazılmış şeyleri okuduğunuz, üzerine yazdığınız, çözümlediğiniz, sahne sahne bildiğiniz halde sizin için büyüsünü koruyan filmlere bakın. Yanınızda olduğu, iyi ve kötü pek çok yanını bildiğiniz, artık tanıdığınız halde hâlâ içinizin titreyebildiği insanlara bakın. Aşk dediğin hayat karşısında insanın daimi kırılganlığının doğurduğu, tutkulu ve endişeli olduğu kadar da şefkatli o kayırma hissi işte, hüzünlü neşe… Yanınızda olduğu halde elde etmediğinizi, nihayetinde ölümlü insanın kendinin bile sahibi olmadığını bildiğiniz için yitirme endişesiyle her gün özendiğiniz ve her gün yeniden öğrendiğiniz şey, sevgi. Ölümlü olduğumuz için severiz. Sevmek bizi belki her şeyden çok “şimdi”nin bir parçası kıldığı için, sevdikçe ölümlülüğümüzü unuturuz.
Tutulma, çarpılma, bir imgeye vurulma, kaçanı kovalama, incinmelere doyamama, incitene daima kalpte bir yer bulurken değer verene asla değerini verememe… Bir nevi araba kazası, küçük felaketler dizisi, asla karşılığı olmayan "zannetmeler" toplamı... Toplumun ve kültürün bize "aşk" diye, sevgi diye bellettikleri genelde bunlar... Kadına ve erkeğe asla aynı esnada birbirini sevme hakkı tanımayan, kadını bir arzu nesnesi, erkeği avcı olarak konumlayan bir kültür, “tanıdıkça sevme”nin yerine müzmin yaralama ve yaralanma bilgisini koyarak yanlış bir aşk anlatısını yerleştiriyor zihinlere. Kadına sevme izni vermeden onu temelde mülkleştiren çarpık bir sevilmeye hapsediyor. LGBTİ+ların hele, aşkını da arzusunu da varlığını da yok sayan bir toplum, kimseye sevme ve sevilme hakkı tanıyamaz aslında. Herkes sevmekte ve sevdiğiyle olabilmekte eşitse, aşk aşktır. Görsel, işitsel binbir veriyle kuşatıldığımız bir çağda insan yanında olanı her gün yeniden seçebilme şansına sahipse, aşk vardır. Diğer türlü seçtiklerimizi seçemez, sevdiklerimizi sevemez, tüketirken tüketiliriz. Tükettiklerimiz de en çok bizi tüketir.
Anlatıların çerçevesini belirleyen kültürlerin, dinlerin, siyasetin, her şeyi yönetilir kılmak için bir kalıba dökmek isteyen her şeyin ötesinde insan. Bu nedenle mücadeleye, umut etmeye, sevmeye devam ediyor. Bu nedenle filmler, tiyatro oyunları, diziler yapmaya, romanlar, öyküler yazmaya devam ediyor. Bunların hepsi birer direniş biçimi.
Uzun süre aynı insanı sevebilen, seçtiğini sevebilen insanın kararlılığında hep bir büyü buldum, böyle roman ve film kahramanlarını hep sevdim. Babam benim tanıdığım en sağlam aşıklardan biriydi. Tanışmalarından son nefesine kadar, tam 56 yıl boyunca anneme aşıktı. Edebiyatın da böyle kahramanları var işte... Bir sevgililer gününde, o zaman kırk yıllık eşi olan anneme yazdığı bir aşk mektubunu, babamı kaybettikten sonra notları arasında bulmuştuk. “Fatoş şimdi ne düşünüyordur acaba?” diye yazmıştı mektubun bir yerinde. Bunu yazdığı sırada annem yan odadaydı! Bunu okuduğumda aklıma nedense çağrışımsal olarak “Kara Kitap”ın Galip’inin kayıp eşi Rüya için kurduğu cümle gelmişti: “Düşünme, kıskanırsın.” Aşkın ne menem bir konsantrasyon olduğunu ve aşığın can yakıcı hayal gücünü Orhan Pamuk çok güzel anlatır. Gerçekte nasıl bir aşıktır bilmiyorum, yıllar önce bir röportajını okumuştum: “Bir erkek hem çok iyi bir yazar olup hem de çok iyi sevişemez,” diyordu, tam cümleyi hatırlayamasam da bu minvalde bir şeydi. Bu hiç de Doğulu olmayan kendiyle barışıklığını, açık sözlülüğünü hep sevmişimdir Orhan Pamuk’un.
Edebiyatın ve sinemanın çok seven, sonuna dek seven, maalesef “ölümüne seven” erkekleri gırla. Mülk kılarak, hak iddia ederek, “afili” erkekliğin klişe imgeleriyle değil gerçek bir insanı seçerek, gerçek bir sabırla bekleyebilenleri sevdim ben elbette. Böyle kadın karakterlerse maalesef pek az. Aslında kadınlar sevmeyi pek iyi bilir ama işte patriyarka erkeklere sevmeyi, kadınlara ise arzu nesnesi olarak sevilmeyi buyurduğundan anlatıların büyük aşıkları erkekler olmuş genelde. Karşılıklı, gerçek aşkı, insani tutkuyu, aşkın o ten titreten, ruh yakan karşılıklı yanını anlatabilen eser öyle az ki. “Vesikalı Yarim” işte onlardan biri.
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden hocalarımın ve dostlarımın, üstüne çok yerinde bir isimle “Çok Tuhaf, Çok Tanıdık” kitabını yazmış oldukları bu film, üniversite yıllarında ilk izlediğimde de etkilemişti beni. O kitabı yazanlardan, yüksek lisans yıllarından değerli bir arkadaşım Umut Tümay Arslan’la beraber Nilüfer Belediyesi Kütüphaneleri’nce, “Yılın Yazarı Sait Faik” etkinlikleri kapsamında filme dair bir söyleşi yapmak üzere çağrıldık. Geçen Salı gerçekleşen söyleşi için, filmi yıllar sonra, kimbilir kaçıncı kez tekrar izledim. Üsküp’te bir otel odasındaydım, filme dair hemen hemen her şeyi hatırlıyordum. Yine de film öyle etkilemekle kalmadı, gözümden bir damla yaş falan da indirmedi. Ağlattı beni.
Hayatının farklı dönemlerinde izlemiş olduğu, nasıl başladığını, nasıl bittiğini hatta neredeyse her diyalogunu bildiği halde bir film hâlâ nasıl insanın kalbini kırabilir? Bu filmi hâlâ bu kadar büyülü, bu kadar “tuhaf” yapan şey nedir? Filmi ilk kez izlememe vesile olan, bahsi geçen ortak kitabın da yazarlarından değerli hocam Nilgün Abisel’in en sık kullandığı sözcüklerden biridir, “tuhaf”. Bir yaratının büyüsünden, filmi, romanı oluşturanların toplamından fazla olan o şeye, Nabokov'dan esinle "X faktörü" diyelim. İşte o X faktörü sayesinde bazı insanlar ve filmler yanımızdan su gibi akıp geçerken bazıları zehir gibi kanımıza karışıyor. Gerçek büyü, tanıdıkça ve çözümledikçe yok olmuyor. Anladıkça büyüyor.
Nilüfer Kütüphaneleri baştan sona işini çok seven, müthiş bir ekip kurmuş. Mekânı ilk kez ziyaret edip bir etkinliklerine de ilk kez katılabildim bu sayede. Çok iyi, çok sahiciler, her yıl başka yazarla düzenlenen “yılın yazarı” etkinliği ve sempozyuma da, kütüphane çerçevesindeki tüm etkinliklere de aynı sevgi ve özenle yaklaşıyorlar. Türkiye’de sanırım bir ilk, yazarların belli sürelerle tüm ihtiyaçları karşılanarak güzel, doğal bir ortamda eserlerini bitirmelerini sağlayacak iki adet de yazı evi kurmuşlar. Onları da ayrıca ziyaret edip haklarında yazmayı umuyorum bir ara.
Söyleşiye katılım yüksekti, gelenler arasında filmi izlemiş olanların sayısı da az değildi. Kırk yıl önce de izlemiş olan vardı, yakın zamanlarda da. Umut Tümay’la söyleşirken bir ara aslında bir söyleşide olduğumuzu da unuttuk galiba, tutkuyla sevilen bir filme dair sohbete döndü.
Yeşilçam’ın en üretken senaristlerinden, yanılmıyorsam 400’ün üzerinde esere imza atarak Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiş Safa Önal, üzerine yazı değil kitaplar yazılmayı hak eden nevi şahsına münhasır bir senarist. “Vesikalı Yarim”, Sait Faik’in “Menekşeli Vadi” adlı bir öyküsünden uyarlanmış. Öyküyü bu söyleşi vesilesiyle tekrar okudum. Filmle aralarında aslında pek az ortak nokta var ama bunlar da çok vurucu noktalar. Sait Faik’in o müthiş gözlemciliğini, benzerine az rastlanan yalınlığını, hayatın hep tam içinde hem de alabildiğine uyumsuz bir sanatçı olarak özgünlüğünü en iyi duyumsayabileceğiniz öykülerinden biri bence. Sizi ikinci cümlede kendi dünyasına katıp sürükleyen benzersiz bir atmosfer kuruyor.
“Menekşeli Vadi”, “külhan tavırlı”, ne iyi ne kötü bir adam diyebileceğimiz şehir hayatına kapılıp gitmek gibi bir zaafı olan, olmadık bir sevda uğruna her şeyini kaybeden Bayram isimli bir adamın eve dönüş hikâyesini anlatıyor aslında. Hikâyenin başlarında bir başka erkek karaktere anlattığı sevda öyküsü, örneğine Yeşilçam’da da, günümüz Türkiye sinemasında mesela Zeki Demirkubuz filmlerinde sıkça rastladığımız çokça öğe barındırıyor: Takıntılı bir aşk hikâyesi, “mahalle” adamının pavyon kadınının peşine düşmesi, sevmeyeni sevmek, kadının tam bir femme fatale oluşu ve en nihayetinde yuvaya dönüş. Filmin final kısmı, hikâyenin odağı. Ancak öykü zamanıyla bir gece içinde geçen hikâyenin anlatımı ve Sait Faik’in aslında gerçekte olmayan bir yer, zamanın İstanbul’unda Mecidiyeköy civarında olduğu tahmin edilen, kenar mahalleyle gürül gürül akan yeni kent arasındaki bir “yokcennet” olarak tasarladığı Menekşeli Vadi’nin, yedi yıl sonra evine dönen o adamın tasviri o kadar çarpıcı ki… Hikâyede de filmde de kısacık rastladığımız, aslında üstüne başlı başına film kurulabilecek “evde bekleyen kadın” öğesi var bir de.
Safa Önal bu hikâyenin birkaç cümlesinden esinlenerek gelmiş geçmiş en vurucu aşk filmlerinden birini yaratmış. Yeşilçam klişelerini kullanarak ama klişeyi sık sık da kırarak… “İmkânsız aşk” temasını, Yeşilçam’ın yıllarca ekmeğini yediği, günümüzün çokça melodram izi taşıyan yerli dizilerinin de hâlâ ana malzemelerinden birini başlı başına bir imkâna çevirerek… Babasıyla pazarcılık yapan kendi halinde, “külhan tavırlı”, iyi bir adam olan Halil bir akşam iş bitiminde bekar arkadaşlarıyla Beyoğlu’nda bir kulübe gidiyor. Gidiş o gidiş. Başını yerden kaldırmayan bu adamın gözleri birdenbire tam bir peri masalı karakteri gibi nereden çıktığı anlaşılamayan Türkan Şoray’la karşılaşıyor. Türkan Şoray hep güzeldir, bu filmde hem kendi gibi hem değil gibi. Mesela sarı saçlı. Hem olağanüstü, gerçek olamayacak kadar güzel hem de o kamera için doğmuş, kamerayla sonsuz flört eden, baktığı yerdeki herkese ve elbette izleyiciye de “o da beni seviyor” dedirten sıcaklığıyla “çok tanıdık”. Bir aşk başlıyor ve Halil hayatını ceketini bile almadan bırakıp Sabiha’nın yanına taşınıyor. Başka her şey o aşk kapısının dışında kalıyor bir süreliğine.
Söyleşide üzerine konuştuğumuz ve kitapta da değinildiği gibi, bu filmin bu denli klişelerle bezeli ama bir yandan da klişeden alabildiğine uzak oluşunun çok anlaşılabilir birkaç sebebi var: Filmin bütün sermayeyi bir yanlış anlaşılmalar döngüsüne çevirmeyen, eksiltilerin çok iyi kullanıldığı şahane diyaloglardan, bildik “sır”rı tersine çeviren yaratıcılığına dek, öncelikle çok iyi bir senaryoya sahip oluşu. Bildik Yeşilçam melodramlarında ortaya çıktığı anda bütün büyüyü yok edecek “sır” kadının gerçek kimliği ya da hayatıyla ilgili gizlediği bir şey değil. Sabiha’nın ne ve kim olduğu ayan beyan ortadayken Halil’in aslında evli ve iki çocuklu olması, sır. Filmin ortalarında bir yerde öğrenildiğindeyse yine bir yalan/terk etme/ yüzleşmeme döngüsüne takılı kalınmıyor. Çok aşık insanın "ya gerçekse, ya evet derse" korkusuyla o can acıtıcı soruyu soramaması naifliğiyle anlatılıyor, Sabiha’nın sevdiği adamı sorgulayamaması… Filmin büyüsünde kendinden önceki ve sonraki anlatılarla (Orhan Pamuk’un “Kara Kitap”ına kadar pek çok çağdaş eserde de yansımaları var hikâyenin) kurduğu güçlü bağın payı var. Lütfi Ömer Akad’ın modernleşmenin sancılarını sinemaya aktarmaya çalışırken ahlakçılıktan kaçınan, olabildiğince gerçekçi mekân tasarımları ve karakterlerle olayları bağlam içinde görmeye izin veren durağan kamera kullanımıyla kurduğu çok doğru mesafe ve anlatımın da payı çok büyük, bu büyüde. Türkan Şoray faktörü olmasa bu film herhalde bu film olamazdı zaten. Ama ilk kez bu filmle “Ne kadar iyi bir aktör ve ne karizmatik adammış” dediğim İzzet Günay’dan yan oyunculara, tüm oyunculuklar da çok iyi. İyi senaryo, iyi rejiyle tüm yeteneklerin nasıl da yerini bulabildiğinin çok iyi bir örneği film.
“Vesikalı Yarim”, adındaki büyük yarılmayı (vesikalı ve yar) ve varoş/ Pera, Doğu/Batı, gelenek ve insan iradesi, geçmiş/ gelecek, evrensel ve yerel gibi anlatısına içkin tüm ikilikleri, olabildiğince yargılamadan önümüze koymayı başaran bir film. Arzu nesnesi bir femme fatale değil sahici bir kadın karakter gördüğümüz ender yerli yapımlardan biri aynı zamanda. Kadın karakterin finalde feda edilmediği bir film olarak da ayrıca ilgiye değer. Finalde Halil yuvasına döndüğünde “hah böyle olmalıydı” zaten demiyor izleyici. Aklımız sokaklarda, hayatın içinde, açık saçlarıyla kameraya doğru yürüyen Sabiha’da kalıyor. Kadının yürüdüğü yerden, yepyeni bir hikâye başlıyor. Çok güçlü bir aşk hikayesi ama sadece aşktan bahsetmiyor. Sabiha’nın “sevmek de yetmiyormuş, çok eskiden rastlaşacaktık” cümlesindeki, o hazin ama melodram kalıbını aşan “keşke”nin, çoktan kaybedilmiş, belki de Sait Faik’in o masalsı “Menekşeli Vadi”si gibi aslında hiç var olmamış her şeyi anlatması gibi. Günümüz Türkiyesi’ne dair de çok şey anlatıyor film. Upuzun, yüzleşilmemiş acılarla dolu onca “keşke”ye rağmen hayatı üstlenmek ve hayatın yüzüne bakarak yürümek, yürümek gerekiyor…
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024
'Geleneksel eş' akımı, kirli pembe bir kafes olarak ev 04 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI