YAZARLAR

Öfke

Pek çok duygu gibi öfke de bizim toplumsal yaşamdaki varlığımızı hayati derecede etkiliyor. Çünkü duyguların hayatta karşılığı var, bedende yeri var bizi etkin ya da edilgen kılmada payı var. O nedenle öfkelenelim ama kendi kendimize değil, aynı duyguda buluştuğumuz bedenlerle bir araya gelerek, haklı olduğumuzu bilerek…

Yumruğunu sıkıyorsun, dişini birbirine kenetliyorsun, için boğazına kadar sıkıntıyla doluyor, çaresizce geçmesini bekliyorsun, bir süre sonra geçiyor ama bu sefer de içine kaçan, orada bitip tükenen şeyin kalıntısı seni “iyiye” dair olana ikna etmiyor. Böyle hissetmemize sebep olan duygu: Öfke. Bu duygunun bizde karşılığı onunla baş etme şekillerimize göre değişiyor. Dışarıdan bir nedenden yani toplumdan, içinde bulunduğumuz coğrafyada yaşananlardan dolayı öfkelendiğimizde ve bununla tek başımıza mücadele etmeye çalıştığımızda, bedenimiz hasar alıyor, mutsuzluk yükleniyor, içimize kaçan öfke bizim hayat neşemizi çalıyor, çünkü soruna değil kendimize yöneliyoruz, yaşananları kişiselleştiriyor, yükü tek başımıza omzumuza alıp devam etmeye çalışıyoruz, içimizden taşanı yutup, ağırlığıyla yaşamaya mahkûm oluyoruz. Ancak yine (nedeni dışarıdan olan) öfkeni seninle aynı şeyi hisseden bedenlerle bir araya getirip paylaşırsan ve duygunu etkin bir hâle getirirsen, bunu neden olan şeye yöneltirsen, öfke bu sefer direnmeye vesile olup, seni özgürleştirebiliyor. Son yıllarda sık sık tanık olduğumuz “anlık kopuş” hareketlerinde karşımıza çıkan da böyle bir öfkenin yansıması.

Seneca, “Öfke Üzerine”(1) adlı metninde, öfkeyi olumsuzluyor, onu “anormal” bir kategoriye sokuyor, ona göre; “En bilge insanların bazıları öfkeye kısa bir delilik adını vermişlerdir”. Sonrasında şöyle bahsediyor öfkelenenden: “Öfkeli insanların belirtileri de aynıdır: Gözleri alevlenip parlar, yüzleri yüreklerinin dibinden kaynayıp gelen kandan ötürü derin bir kırmızıya dönüşmüştür, dudakları titrer, dişleri sıkılmıştır, saçları diken diken, havadadır. Kendi anormalliğini ve heyecanını iğrenç ve korkunç bir biçimde dışa vurmak için kaskatıdır…” Uzun uzun anlatıyor Seneca, öfkenin ne kadar kötü bir duygu olduğunu ve bireyi, toplumu, yönetenleri nasıl esir aldığını.

Öfke, “anormal” bir duygu olarak görülebilir pekâlâ, bizim sorunsallaştırma çabasına girdiğimiz öfkede, tasvir edilen bu “akıl dışı” hâl, olumlu anlamlar taşır. Bizi “anormalleştiren”, “delirten” yaşanmışlıklar karşısında “normal” olsaydık sıkıntılı olurdu çünkü. Öfkemizin nedeni, ne kadar “anormalse” yaşanandan duyulan öfkenin de o kadar akıl dışı olması gerekir. Çünkü hiçbir şey olmamış gibi devam etmektense, öfkeli olmayı seçmek, etik bir tavırdır. Ancak burada göz ardı etmememiz gereken, başta da bahsettiğimiz gibi onun kendi içimize değil de nedene yöneltmek gerektiğidir, bizimle aynı öfkeyi hisseden bedenlerle karşılaşmalar yaratıp, değiştirmek için etkin kıldığımızda bu duygunun dönüştürücü olabileceğini anımsamaktır. Tek başımıza öfkelenip durmak, yaşananların yükümlülüğünü sırtlanmak, bizi bir yere taşımıyor, tam tersine boşluğun içinde debelenip durmamıza, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen umutsuzluğa hapsediyor. Bizi edilgen, seyirci konuma razı ediyor ki son yıllarda özellikle coğrafyamızda yaşananlar karşısında içinde bulunduğumuz umutsuz hâl, bana kalırsa bu öfkeyle tek başımıza baş etme çabasıyla da ilişkileniyor.

Fikirlerimiz görünmez kılınıyor, çabamız anlamsızlaştırılıyor, bedenlerimiz fabrikalarda, mağazalarda, evde masa başında köleleştiriliyor, güvencesiz bir hayata mecbur ediliyoruz, ifade özgürlüğümüz çalınıyor, haksız, hukuksuz bir dünyaya ikna edilmeye çalışılıyoruz. Bedenimizin tepeden ayağa nesneymişiz gibi biçimlenmesi amaçlanıyor, hakikati söyleme cesareti gösterenler cezalandırılıyor, hiç olmamışız gibi, yokluğumuzu ilan etmemiz bekleniyor. Şehirlerden, tarlalara, hayvandan, ağaca her şeyi yok etmeye, bizi işlevsiz, bozuk bir aletmişiz gibi çöpe atmaya çalışıyorlar. Üniversiteler neo-liberal politikalarla yeniden yeniden biçimleniyor, birilerinin savaş tamtamları Suriyeli çocuklara “hayalim yok” cümlesini kurduruyor, “yabancı” görülenin bedeni binalardan atılıyor… Böyle bir ortamda yaşıyoruz, bu nedenle en çok ihtiyacımız olan duygu, öfke ve onun “akıl dışı” yanı bana kalırsa. Çünkü bize kaybedecek hiçbir şey bırakmadılar, hayata dair elimizde olan ne varsa hepsini kapitalist sistemin kazanlarında erittiler. Böyle bir durumda olması gereken öfkeyi ortaklaştırmak değil de nedir? John Holloway, öfkenin toplumsal bir öfkeye dönüştürüldüğünde, neler yapabileceğinden bahsederken şöyle söyler: “Toplumsal öfkenin muazzam dalgaları, bu öfkelilerle, çatlaklarla, akıntıya karşı yüzmek için çaba sarf edenlerle bir araya gelince aniden çok güçlü bir akışa dönüşüyor. Bunlar insanların yaşamlarını ve gerçeklik algılarını dönüştüren ayaklanma anlarıdır. Bu anlar, ortada böylesi bir değişim için gereken koşullar olmadığında bile hızlandırılmış ve radikal bir toplumsal değişim için birer fırsat sunar.”(2) Bize dayatılan bir gerçeklik var, bu dünyada sizler nesnesiniz, güçsüzsünüz denmeye çalışılıyor; evet, biz tek tek öfkemizle başa çıkmaya çalıştığımızda böyle hissediyoruz, dünyada hiçbir anlamımız yok, onca acıyı görüp sadece izleyeceğiz, kahrolacağız, tükeneceğiz, seyirci konumunda kalacağız, otoritelerin bizden umdukları da bu ama gerçeğimiz bize dayatılan değil. Holloway’in söylediği gibi anlar yaratabilirsek, gerçekliğin bu olmadığını gösterebilirsek, bu durumdan çıkışın yolunu da bulabiliriz belki. Bunun için elimizde hiç yoksa öfkemiz var, onun direnmeye iten yanı var ve bunu işlevsel kılmayı başarırsak, yine Holloway’in cümleleriyle söylersek durum şu oluyor: “Kurban acısını bir kenara atar ve faal bir özne olmaya başlar; bir araya gelmiş pek çok ben, bir Biz’e dönüşür. İşte bu haysiyetli bir öfkedir, haklı bir öfkedir, umudun öfkesidir.” Öfkeyi, haklı hâle getirmenin yolu onu ortaklaştırarak, haysiyetli bir direnişe dönüştürmekten geçiyor, böyle bir öfkenin bir araya getirdiği bedenler umudun peşine düşebiliyorlar; bu nedenle öfkeyi kişiselleştirip, dünyanın yükünü tek başına taşıyıp boşluğa düşmekten de kurtuluyorsun. Bunu Gezi gibi deneyimleri yaşayanların anlayabileceğini düşünüyorum çünkü Gezi’de yaşadığımız şey, adını koyamadığımız o ruhta gizli olan ortak duygu bana kalırsa öfkeydi, o öfkenin umuda dönüştürüldüğü andı.

Son yıllarda öfkeyi umutlu hâle getiren örnekleri en çok kadınların, quirlerin ve iklim aktivisti çocukların direnişlerinde görüyoruz. Bazen neşeyi çoğunlukla ise haklı öfkeyi sonuna kadar hissedebildiğimiz direniş pratikleri bunlar. Örneğin, geçtiğimiz yıl Şili’de başlayıp dünyaya yayılan danslı protestonun şarkısının sözlerinde en çok hissettiğimiz duyguydu öfke, şöyle diyordu kadınlar: “Hata benim değil, nerede olduğum, ne giydiğim değil. Beni bunlarla suçlayamazsın. Tecavüzcü sensin! Polisler, yargıçlar, devlet, başkan...” Öfkenin yönü onu hissettiren nedene dönmüştü, bir araya gelen bedenlerin dansında, bedenin her kıvrımından yükselen öfkenin ortaklaşmış, haysiyet mücadelesine dönüşmüş yanını görebilmiştik, dünyadaki tüm kadınları ortak öfkenin umudunda bir araya getiren bir öfkeydi bu. Öfkenin belki de böyle durumlarda en işlevsel yanı başka bedenleri sarıp etkileyebilme kuvveti, seni içine düştüğün boğulma hissinden kurtarıp etkin kılabilmesi. Yine bir başka örnek şu an yaşanıyor, Meksikalı kadınlar Mexico City’deki Ulusal İnsan Hakları Komisyonu’nun işgal ettiler(3), bir aydır direniyorlar, burayı bir sığınma evi hâline getirdiler, bu resmi binada tüm şiddet mağduru kadınlar ile mağdurların anneleri bulunuyor artık. Binanın duvarlarında, yine öfkenin belirgin his olduğu kara-mor spreylerle yazılmış: “Kahrolası bürokratlar!”, “Artık korkmuyoruz!”, “İtaatsizlik olmadan özgürlük de yok”, “Aşağıdakiler biziz ve yukarıdakilerin peşine düştük!” cümleleri dikkat çekiyor ve tüm bunlar bize yine bir araya gelen bedenlerin haklı öfkesini hatırlatıyor. Ve bu öfke, direnmeye vesile olan öfke, bizi etkileyen, yalnız olmadığımızı anımsatan, öfkemize sahip çıkarsak izleyici konumdan çıkabileceğimizi de gösteren bir öfke, inatçı bir öfke, Türkiye’de olağanüstü hâl şartlarında bile sokakları dolduran kadınların, quirlerin öfkeleriyle ortaklaşan öfke, umudun öfkesi.

Bu örneklerde de görüyoruz ki pek çok duygu gibi öfke de bizim toplumsal yaşamdaki varlığımızı hayati derecede etkiliyor. Çünkü duyguların hayatta karşılığı var, bedende yeri var bizi etkin ya da edilgen kılmada payı var. O nedenle öfkelenelim ama kendi kendimize değil, aynı duyguda buluştuğumuz bedenlerle bir araya gelerek, haklı olduğumuzu bilerek…

Dipnotlar

  1. Seneca, L., A. (2020), “Öfke Üzerine”, (Çev. Cemal Bilge Özşar), s. 4-5, Bursa: Biblos Yayınları.
  2. Holloway, J. (2017), “Öfke Günleri, ‘Paranın Hükümranlığına Karşı Öfke’”, (Çev. Utku Özmakas), s. 25, İstanbul: İletişim Yayınları.
  3. Haberin ayrıntısı için bknz. http://isyandan.org/haberler/meksika-feminist-isgal-devam-ediyor/

Emek Erez Kimdir?

Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.