'Oğlum Barbie bebekle oynarsa eşcinsel olur mu?' Çocuklar ve oyuncaklar
Kızlar ve oğlanlar giderek ayrılan toksik dünyalarda gezinirken küçük yaşlardaki dostluk giderek yerini gıcık olma ve düşmanlığa bırakır. Cinsler pembeli mavili paravanların arkasında bir arzu/nefret döngüsüne hapsedildiğinden ilk “date”ler, ilk dokunuşlar bile dev bir önyargı külliyatıyla şimdiden küçük heriflere ve küçük kadınlara dönüşmüş “çocuklar” arasında gerçekleşir. Her iki cinsin de kendisi gibi olmasına, kendini bulmasına hiç alan bırakılmaz ki, birbirlerini bulabilsinler.
Çocukların oyuncaklarla ilişkisi, toplumsal cinsiyetin karmaşık örgülerinin başlıca kurulma alanlarından biri. Örneğin oyuncak bebek, kız çocuğunun eline erkenden verilmiş bir rol model aslında. Çok güzel, günün güzellik ölçülerine en uygun biçimde güzel kadınlara “bebek gibi” denirken kastedilen, bıngıldağı kapanmamış insan yavrusu değil, bu oyuncaklar olsa gerek.
Aslında nereden baksan “rakibi” olan bu oyuncaklar, kız çocuğuna hem “neye benzemesi gerektiğini” hem de erkenden anneliği ve bakım hizmetlerini öğretir. Saçları taranır, kıyafetler alınıp giydirilir, soyulup banyo yaptırılır, yemek yedirmeye çalışılır, yemeyince azarlanır… Kız çocuk, bebeğiyle aynada kendisine baktığında kendisinden çok daha güzel bir kız görür ve ne yaparsa yapsın kusursuzluğuna erişemeyeceği bu oyuncağın hizmetçisi olmuştur! Oyuncak bebekler bu hayranlık/nefret döngüsü içinde tuhaf arkadaşlardır.
Gür ve parlak saçları, anime gözleri, pıspırıl cildiyle “ideal kız çocuğu” yüz yıllarca kız çocuğunun oyuncağı oldu. Dünkü yazımda yer aldığı gibi, 64 yıl kadar önce dünyaya sürülen ilk Barbielerle bunun yerini “ideal kadın” imgesi aldı. Barbie ve art arda ortaya çıkan Cindy gibi muadilleri, bir çocuk değil bir kadındı. Daima kusursuz görünen, eğilip bükülmeyen, ağlamayan, duyguları ve bir cinsel hayatları olmayan oyuncaklar. Hep taze, hep güzel ve yetişkinliğe ramak bir “ihtimaller zirvesi”nde… Barbie ve gerçek dünyadaki hâkim erkek rollerinin aksine, filmde de değinildiği gibi “Barbiesiz bir hiç” olan Kenler cinsel organları olmayan yetişkinlerdi. Gerçekte bir şey yiyip içmedikleri gibi sevişmeyen yetişkinler.
“Barbie” oyuncaklar ve toplumsal cinsiyet örüntüleri üzerine sohbet ettiğimiz Dr. Arzu Erkan, bu duruma dair şunları söylüyor:
"Barbie’nin idealize edilen 'imkansız' bedeni birçok çocukta ve genç kızda yeme bozukluğuna neden oldu. Beden algısı sorunlarının yanı sıra çocukların belki cinsel kimlik sorunlarıyla boğuşmalarına da neden olmuş olabilir. Barbie de Ken de hayatın içinde çok değişik rollerde var olan, birbiriyle sürekli etkileşimde olan hatta ebeveynlik rolleri içinde bireyler olarak tasarlanmıyor. Cinsellikleri de tasarlanmış ve sınırlanmış. Hem çokça kışkırtılmış bir cinsellik var hem de gerçekçi bir cinsellik içermiyor. Hem baştan çıkarıcı hem de cinselliği yasak ya da gizli bir yere sıkıştıran bir yanı var, orası müphem yani. Dolayısıyla çocuklar bunu entegre etmeyi de öğrenmiş olmuyorlar.”
Kız çocuğunun bedenini tanımasından çok bedenine yabancılaşmasına hizmet eden Barbieler, filmin “gerçek dünyadaki kadın karakterleri” aracılığıyla anlatıldığı gibi, çocukluğa ve ergenliğe dair türlü duygunun da hedefi olurlar, doğallıkla. Çoğunun abartılı bir ilgi evresinden sonra türlü işkencelerden geçirilip kırılıp atılması, zarar görmesi de bununla mı ilgili acaba?
Arzu, meselenin yine Barbie’nin bir “oyuncak arkadaş”tan çok bir statü belirteci ve tüketim nesnesi olmasıyla ilgili olabileceğini söylüyor. “Bu oyuncaklarla beraber belli bir giysi, belli bir moda, belli bir akım sunuluyor, Barbie’nize pazenden bir şey dikemezsiniz yani onun giyeceği şey bellidir ve bu kızın aksesuarını da, tarağını da, mümkünse her gün bir yenisi çıkan arkadaşlarını da satın almanız gerekir. Böylelikle çocuk kendini bir zümreye ait hisseder ve orada kalmaya çalışır, oyuncakla kurduğu bağ da duygusal olmaktan çok bununla ilgilidir. Bu mantalite her şeye de yansır, kendi beden görünümünüze, kendi giysi ve aksesuarlarınıza…”
Dolayısıyla çocuklar bu oyuncaklarla beraber aslında her şeyden çok “ideal tüketici” olmayı öğreniyorlar, hayat boyu buna sadık kalacak bir hedef kitle, çekirdekten yetiştirilmiş oluyor.
“Barbie” filminin ne yapar ve ne söylerse söylesin olanaklarla yaratılan pespembe tanıtım balonunun gerisinde kalacağını dünkü yazımda söylemiştim. Öte yandan bu “eleştirel Barbie”nin gerçekten eleştirel yanları da var, eleştirel mesafemizi koruyarak bunlara da bakabilmeliyiz.
Pespembe/hayali Barbieler diyarı, Byung-Chul Han’dan ödünç aldığım deyişle, tam bir “aynılar cehennemi”. “Stereotipik Barbie”sinden doktoruna, pilotuna birçok Barbie, Beyaz Alfa’sından Uzak Doğulusuna çeşit çeşit Ken var. Ama kadınlar da erkekler de kendileri gibi değil, çağın ideal güzellik standartlarına göre üretilmiş birer klon. Topluluğun lideri olan Barbie siyah. Araya çeşit olsun diye bir “şişman Barbie” bile sıkıştırılmışsa da çoğu bol filtreli Instagram imgeleri gibi “gerçek olamayacak kadar güzel” insanlar. Bu diyarda kadınların da erkeklerin de cinselliklerinin olmayışı ve günlük hayat ritüellerinin farklılığı çiftleri ister istemez her açıdan “göstermelik kılıyor. Yani Barbie ve Ken dış dünya için ideal bir çift ama aralarında aslında aşk ve arzu yok. Bu bir aşk filmi değil, finale kadar da olmuyor. Finalde stereotipik Barbie, filmin dün değindiğim ana temasına uygun biçimde insan olmayı (“sıradan Barbie”) seçerken mutlulukla ziyaret ettiği ilk yer bir jinekolog oluyor.
Filmin en sevdiğim yanlarından biri, kız ve oğlan çocuklarının birbirinden apayrı dünyalarda “oynayarak” yetiştirilip sonra gerçek dünyaya salınmalarına dair bazı örüntüleri güzel serimlemesi.
Kızlar olabildiğince, insanı bayıltacak kadar pembe bir “ev”rende minyatür “ideal kadın”lar, çay ve kahve setleri, oyuncak evlerle sözüm ona hayata hazırlanır. Aynı esnada erkek çocukları oyuncak araba, kamyon, tren, uçak, tır, römork gibi muhtelif araçla odalarından çıkmadan dünyayı dolaşırlar. Dinozorundan ejderhasına, robotundan yaratığına her nevi ilginç veya tehlikeli oyuncak karakterle münasebetleri olur. Böylelikle kız çocukları pembik ev dünyalarında kalırken oğlan çocuklarının dünyaya hakimiyeti giderek artar. Su tabancası ve kılıçlardan başlayarak silahlarla da ilişkileri gelişir. Sonuç olarak adım atacakları dünyanın kız çocuklarının pespembe diyarıyla hiç alakası yoktur. Erkeklerin çoğu ise daha kendine bile hâkim değildir. Filmde gerçek dünyaya adım atıp “meğer biz dünyanın hakimiymişiz ya” bilgisini edinen ve sonra bu öğrenilmiş ataerkillikle dönüp Barbie diyarını “zehirleyen” Ken hikayesi de oldukça muzip bu açıdan. Bu noktada prodüksiyon, senaryo ve reji kadar “stereotipik Barbie/Ken”i canlandıran Margot Robbie ve Ryan Gosling’in olağanüstü performanslarının katkısının da altını çizelim.
Çocukların parmağında kaydırma kası geliştiren günümüz internet dünyası da kız ve erkek çocukların dünyasını eşitlemek yerine, toksik biçimde ayırır. Kızlar asla “buralardaki ideal kadınlar kadar” mükemmel olamamanın her türlü sıkıntısını yaşar. Erkek çocuklarsa yine aynı imgeler aracılığıyla kızları hem elde edilecek ve “puan verilecek nesneler” olarak algılamayı öğrenir. Kızlar ve oğlanlar giderek ayrılan toksik dünyalarda gezinirken küçük yaşlardaki dostluk giderek yerini gıcık olma ve düşmanlığa bırakır. Aşk aslında çok masum biçimde ve erkenden gelen bir duygudur. Ama cinsler pembeli mavili paravanların arkasında bir arzu/nefret döngüsüne hapsedildiğinden ilk “date”ler, ilk dokunuşlar bile dev bir önyargı külliyatıyla şimdiden küçük heriflere ve küçük kadınlara dönüşmüş “çocuklar” arasında gerçekleşir. Her iki cinsin de kendisi gibi olmasına, kendini bulmasına hiç alan bırakılmaz ki, birbirlerini bulabilsinler. “Barbie” filminin isyankâr ergeninin dediği gibi “kadınlar da erkekler de kadınlardan nefret eder”, kadınlar sadece arzulanır. (Daha önce defalarca yazdığım bu söze bu filmde rastlamak hoşuma gitti.)
Evrenleri bebeklikten itibaren sıkı sıkıya ayrılmış iki cins ileride sevgili, partner, eş olunca ne olur? Öyle toksik bir toplumsal eğitimden geçmişlerdir ki arzu ile şefkatin, sevgi, anlaşma ve çatışmanın bir arada bulunabileceğini hiç öğrenememişlerdir. Bir çiftin zevkle deneyimlemesi gereken film izleme, tatile gitme, dünyaya dair türlü konularda sohbet etme gibi doğal anlar bile ya bir zorunluluk ya da “kadınlar böyledir/erkekler şöyledir” saçma genellemelerine hapsedilir. Çiftlere kendileri gibi değil, benimsetilmiş kadın ve erkek rollerine göre hareket etmeleri öğretildiğinden iki insan çoğunlukla birbirini hiç tanıyamadan “tüketir”. Var olmayan ideal bedenlere dair sanal imgelerle kusurlu gerçek insan bedeni ve günümüzün çoklu seçenek yanılsaması da devreye girdiğinde çoğu kez cinsellik de doğal bir akış içinde yaşanamaz.
Bir çiftin hem birbirini arzulayıp hem de arkadaş olabileceği bilgisi, böylelikle çocukluktan itibaren sakatlanmıştır. Halbuki arzuyu da arkadaşlığı da sürdüremeyen çift, tükenir. Bu tükenirken tüketme de günümüz kapitalist dünyasının en çok işine gelen şey: Birbirlerini keşfedemeyen, anlayamayan, ayrı ayrı ekranlara, beraber ve solo tüketim alışkanlıklarına, bomboş sanal imgelere hapsolmuş çiftler ya da bireyler.
Bu anlamda kapitalizmin yaptığı da “bir yanıyla” dinin yaptığına benzer aslında: Kadın, erkek ve aile ilişkisini norm kabul edip tüm dünyayı buna göre düzenlemek. Ama bunu yaparken de çiftleri birbirine düşman etmek. “Evlenilecek ve eğlenilecek” gibi yapay ayrımlar yaratıp üreme/arzu/sevgiyi birbirinden keskin çizgilerle ayırmak. Elbette ki ikisinin etki ve hasarları (özellikle kadınlar açısından) karşılaştırılacak cinsten değil. Bağnazlık yasaklayarak, kapatarak nesneleştirir ve özgürlüğü bireyden tamamen alır. Tüketim kültürüyse zihnin önüne tatmini, keşfi, derinleşmeyi giderek imkansızlaştıran bir filtre koyarak…
Arzu Erkan çocuklara oyuncaklarla dayatılan bu toksik cinsiyet rollerine dair çok aydınlatıcı bir şey söyledi: “Bazen ebeveynler şöyle şeylerle gelebiliyor bize: 'Oğlum Barbie bebekle oynuyor, eşcinsel olur mu?' Eşcinsellik, cinsel kimlik zaten öğrenilen bir şey değil, yönelim, çocuğun doğasında olan bir şey. Bu şekillenebilir, açık yaşanabilir, yaşanmaz, o ayrı bir konu. Biz ebeveynlere şunu söylüyoruz: Bu çocuk, bir kız çocuk oyuncağıyla hiç oynamamışsa, kız çocuk oyuncağı olarak nitelenen bir bebeği giydirmediyse, bebek bakımıyla ilgili bir oyunun içinde yer almadıysa ileride ebeveyn olduğunda nasıl birdenbire babalık yapacak? Ya da ev işleriyle ilgili görev paylaşımını becerecek, benimseyecek? Yani tabii ki oğlan çocuklar da bebekle oynayacak. Ama burada oynanan bebek bebek değil, Barbie endüstriyel olarak 'kız çocukları bununla oynasın' diye tasarlanmış bir kadın. Ve bir yaratıcılık da girmemiş oluyor işin içine. Barbie’nin çizgi filmleri var, bir takımı, koleksiyonu tamamlamaya çalışıyorsun ve sana verilen bir kurguyu devam ettiriyorsun. Oysa ki çocukların oyunlarının içinde yaratıcılık, spontanlık olmalı. Mesela bir gözlüğü alıp demeli ki bununla saçını tarayayım, tarak olsun. Ama bu imkansız yani zaten bir tarağı var ve Barbie 'sadece' o tarakla tarıyor saçını. Yaratıcılığı, çocukların hayatın içindeki gerçek rolleriyle özümsemesini engelliyor bu durum. O nedenle hem kızlara hem de oğlanlara hayatın içinden bir şeyler bulabilecekleri oyuncaklar sunmak gerekiyor. Legolar, yaratıcı oyunlar, strateji oyunları olabilir. Ya da işte normal bebek gibi görünen bebekler, mutfak eşyaları, ev eşyaları ya da tamirat eşyaları hem kız hem oğlan çocuklarının oyuncağı olabilir. Hayatımızı sürdürebilmek için ne yapıyorsak bunlar, çocukların oyuncağı olmalı… Çocukları yetişkin dünyaya hazırlayan ama çocuğun yaratıcı yönünü besleyen, birbiriyle etkileşimli olarak bir şeyler üretebilecekleri oyuncakları olmalı. Barbie türü çok sıkı toplumsal cinsiyet örüntüleriye kurgulanmış oyuncakların çocuklara bunu verebileceğine hiç emin değilim…”
Çocukların sevgiyi, aşkı ve hayatı toksik bir “kazanma/kaybetme” oyunu olarak değil, eşit, yaratıcı, üretken bir “oyun alanı” olarak görebildikleri, kendileri olabildikleri bir dünya dileğiyle. Böyle bir dünya pespembe olmasa da olur, hatta çok daha iyi olur.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI