Öğrencinin açlıkla imtihanı
Öğrencilerin yiyecek yemeği, yatacak yeri yok. Beslenme ve eğitim başarısı arasında, altyapıyla üstyapı arasında nedensel bir ilişki var. Çocuklara ve gençlere yapılacak doğru yatırımlarla bilişsel becerilerinin gelişimi desteklenmeli, sosyal kalkınmanın kuşaklar arası sürekliliğine yönelik adımlar bugünden atılmalı.
Akademik yıl açlıkla başladı. İktidar partisinin seçim vaatleri arasında yer alan ilk ve orta öğretimde öğrencilere bir öğün ücretsiz yemek verilmesi önerisinin 2026’ya kadar ertelenmesinin ardından, üniversite yönetimlerinin yemek fiyatlarına yaptığı zamlarla artık daha büyük bir öğrenci kitlesi gıda sorunu yaşıyor.
Geçtiğimiz yıl artan konut sıkıntısı ve yükselen kiralar karşısında barınma sorunuyla karşı karşıya kalan üniversite öğrencileri, bu yıl da artan beslenme maliyetleri nedeniyle temel gereksinimlerini karşılamakta güçlük çekiyor. İzmir’de üniversitelerde yemek fiyatlarının altı kata kadar zamlanması protestolara yol açtı, protestolara katılan öğrencilerin bir kısmı gözaltına alındı. Öğrencilerin yalnızca bir kısmına verilen KYK bursu, üniversitelerin zamlı yemek ücretlerini dahi karşılamakta yetersiz kalıyor. Özellikle büyük şehirlerdeki üniversitelerde ulaşım maliyetleri de barınma ve beslenme maliyetlerine eklendiğinde öğrencilerin temel ihtiyaçlarını karşılamaları sınırlı miktardaki burslarla veya aile destekleriyle karşılanamıyor. İstanbul Planlama Ajansı’nın Öğrenci Yaşam Maliyeti Araştırması’na göre İstanbul’da özel yurtta kalan bir öğrencinin aylık yaşam maliyetleri bir yılda yüzde 184, üç kişilik bir evde kalan bir öğrencinin aylık yaşam maliyetleri ise yüzde 134 oranında arttı. Bu şartlar altında birçok öğrenci, üniversite eğitimini sürdürebilmek adına vasıfsız birçok işte güvencesiz ve güvenliksiz koşullarda çalışmak zorunda kalıyor. Henüz temel ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük çeken öğrencilerden eğitimlerine yatırım yapmalarını, örneğin kitap okumalarını, temel eğitim araç gereçlerini tedarik etmelerini beklemek dahi lüks oldu.
Üniversite öğrencisinin ders dışı faaliyetlere, kültür sanat faaliyetlerine katılması, dört yıllık bir üniversite eğitimi sonunda donanımlı bir entelektüel olarak mezun olması bir ütopyaya dönüşmüş durumda. Böyle bir altyapı üstüne inşa edilecek bir üst yapı, piyasaya yedek işçi ordusu olarak hizmet edecek, ortalama vasıflara sahip ara elemanların ötesine geçmeyecektir. Üniversite eğitiminin yaygınlaştırılması nicel bir değişiklik yaratsa bile nitelik olarak sonuç vermiyor; bu maddi varlıkla ve bu altyapıyla kurulan üniversite sistemi toplumun standartlarını yukarı çekmiyor, tam tersine üniversiteyi de harcıalem bir etikete indirgiyor.
NİCELİK VE NİTELİK ARASINDAKİ DENGEYİ GÖZETMEK
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde gerçekleşen akademik yıl açılışında ise öğrencilerin yaşam koşulları ve gıda güvencesindeki gerilemeye hiç değinilmedi, üniversite sayısının artmasına ve yükseköğretimin yaygınlaşmasına rağmen eğitimde nitelik sorunu görmezden gelindi. Açılış YÖK Başkanı Erol Özvar, üniversite yönetimleri ve akademik personelin katılımıyla yapıldı. Cumhurbaşkanının konuşmasında da üniversitelerin gelişimini gösteren bir takım sayısal değerler öne çıktı. Öğrencilerin evine en yakın yerde üniversite eğitimine katılması için imkân yaratıldığı, bilimin 81 vilayetin tamamına yayılmasının kolaylaştırıldığı vurgulandı. Ancak öğrenciler üniversitelere Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi’ne göre yerleşmiyor, TYT-AYT sınavlarında aldıkları sonuçlara göre yerleştiriliyor ve sıklıkla büyük şehirlerde öğrenci yoğunluğu artıyor. Yalnızca İstanbul’da 800.000’den fazla öğrenci var, üç büyük şehirdeki toplam öğrenci sayısı 1.300.000 civarında. Bu şehirlerde hali hazırda yaşayanlar için dahi ekonomik krizin ve enflasyonun, özellikle gıda enflasyonunun etkisi diğer illerden daha fazla hissediliyor, yeni gelen öğrencilerin taşınma maliyetleriyle birlikte durum daha da zorlaşıyor. Nitekim Eylül ayı enflasyon rakamlarında eğitim maliyetlerinin öne çıkması da bunu gösteriyor.
Akademik açılıştaki bir başka vurgu da kontenjanların artırılarak üniversitelere erişimin kolaylaşması, yüksek öğretimde okullaşma oranının 2023’te üç kat artarak yüzde 45’e yükselmesi, bu rakamın OECD ülkeleri ortalamasından çok daha ileride olmasıydı. Üniversitelerdeki kadın ve erkek öğrenci sayılarının dengeli olması ve toplumsal cinsiyet eşitliğinde tam eşitliğe yakın bir durumun ortaya çıkması da yine vurgulanan olumlu göstergelerden biri oldu. Uluslararasılaşma açısından Türkiye’nin dünyada en fazla uluslararası öğrenci bulunduran ilk on ülke arasında yer alması da öne çıkan başlıklardan biriydi. Akademik açılış konuşmasında yine sayısal göstergelerle desteklenen bir başka başlık akademik personel sayıları oldu. Açıklamaya göre toplam öğretim elemanı sayısı 184.000’den fazla, üniversitelerde 32.488 profesör, 20.768 doçent, 71.700 doktor öğretim üyesi öğretim üyesi bulunuyor. Akademik kadrolarda yer alan kadın akademisyen oranı yüzde 46, bu da akademik işgücü piyasasında toplumsal cinsiyet eşitliğinin bir göstergesi.
Herhangi bir bağlamdan bağımsız olarak verilen rakamların hiçbir anlamı yoktur. Nominal değerlere odaklanmak analitik bir fayda sağlamaz. Evet, zaman serisi olarak bakıldığında akademik personel sayısı artmıştır, ama acaba bu artış her yıl şişirilen kontenjanlara, artan nüfusa, artan öğrenci sayısına, dünyadaki bilimsel gelişmelerle boy ölçüşecek bir akademik dünyanın ihtiyaçlarına uygun oranda mıdır? Bir başka açıdan bakalım, artan akademisyen sayısı artan öğrenci nüfusuna oranlandığında, yani akademide “danışmanlık yükü” olarak ifade ettiğimiz öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısına baktığımızda akademik personel sayısındaki artışın yine yeterli olduğu söylenebilir mi? Üstelik 15 Temmuz sonrası OHAL sürecinde KHK’larla binlerce akademik ve idari personelin ihraç edilmesiyle ortaya çıkan boşluk, nicel ve nitel açıdan üniversiteleri zorlamıştır. Nitekim OECD verilerine göre akademik personel başına düşen öğrenci sayılarında Türkiye 37 ülke arasında 33. sırada, bu kadar ağır bir iş yüküyle öğretim üyelerinden ve öğrencilerden nitelikli bilimsel çıktı beklemek gerçekdışı olur. Tek başına “Üniversite sayısı artıyor, mezun sayısı artıyor, artık daha çok akademik personelimiz var.” demek, sayısal okur yazarlığı en basit düzeyde olan, ölçek kullanmayı bilmeyen bir bakış açısının ürünü. İhtiyacımız olan bilimsel nesnelliği şiar edinmiş, akılcı bir yaklaşımla sayıları doğru okuyan, eksikleri dürüstlükle ortaya koyan ve çözüm odaklı eğitim politikaları için işbirliğine açık olan bir kurumsal yaklaşım.
SİYASİLERİN BEKLENTİLERİ YÜKSEK, DESTEKLERİ SINIRLI
2023 yılı merkezi yönetim bütçesinde eğitime ayrılan pay yaklaşık 651 milyar TL ile toplam bütçenin yüzde 14,6’sına denk geldi. Eğitime ayrılan bütçenin yüzde 67’si Milli Eğitim Bakanlığı’na ayrılırken YÖK, Yükseköğretim Kalite Kurulu ve üniversitelere ayrılan bütçe yüzde 21 seviyelerinde kaldı, kalan miktar da diğer kalemlere, yani ÖSYM, KYK ve bazı destek ödemelerine ayrıldı. Basit bir hesaplamayla yüksek öğretime toplam bütçeden ayrılan pay yaklaşık olarak yüzde 3, bu da genel olarak eğitime ve özellikle yüksek öğretim sürecine yönelik yatırımların ne kadar sınırlı olduğunun bir göstergesi. Buna karşılık gelecek “Ama özel üniversiteler, araştırma kurumları, uluslararası işbirlikleri…” gibi hatırlatmalara itibar etmek mümkün değil, çünkü Türkiye’deki üniversitelerin çoğu devlet üniversitesi ve bunların da büyük bir kısmı uluslararası işbirliklerini, araştırma geliştirme yatırımlarını destekleyecek altyapıdan yoksun. Boğaziçi Üniversitesi, ODTÜ gibi az sayıda kurum kültürüne ve evrensel bilimsel standartlara sahip üniversiteler de ne yazık ki siyasi çatışmanın hedefi haline geliyor ve canlı kalması için çaba harcanan akademik özgürlük nüveleri de iktidarın baskısıyla boğuluyor.
Sonuç olarak öğrencilerin yiyecek yemeği, yatacak yeri yok. Beslenme ve eğitim başarısı arasında, altyapıyla üstyapı arasında nedensel bir ilişki var. Çocuklara ve gençlere yapılacak doğru yatırımlarla bilişsel becerilerinin gelişimi desteklenmeli, sosyal kalkınmanın kuşaklar arası sürekliliğine yönelik adımlar bugünden atılmalı. Bütün bunlar boş vaatlerle değil, sayıları yedi milyona yakın üniversite öğrencisini ve yirmi milyon ilk ve orta öğretim öğrencisini en azından temel ihtiyaçlar düzeyinde eşitleyecek, kimseyi geride bırakmayacak programlarla mümkün. Öğrencileri hayırseverliğe, sadakaya, cemaat yurtlarına, sohbet evlerine mecbur bırakmak yerine barınma, beslenme ve eğitim kaynaklarına ulaşmada evrensel kapsayıcılığı hedefleyen bir düşünce ile politika üretmek gerekiyor. Bunun için şartlı nakit transferleri, kurumlar aracılığıyla yönetilecek ayni destekler (ücretsiz yemek), hanelerin bir bütün olarak gıda güvencesine ulaşmasını sağlayacak gıda programları, üreticiyle tüketiciyi doğrudan ilişkilendirecek dayanışma pratikleri yaygınlaştırılmalı. Kurumlar arası işbirliğine dayalı ve çok boyutlu politikalarla temel ihtiyaçlar sorunu çözülmeden geleceğe dönük bir ilerleme, akademik başarıyla ilgili bir atılım beklemek mümkün değil. Gelecekte donanımlı bireylerin yaşadığı bir toplum için bugün yapılması gerekenleri doğru yapmalı.