YAZARLAR

Öğrenilmiş iyimserliğe var mısınız?

Öğrenilmiş iyimserliklerde insan umudu yeniden doğurmalı. Kendini çok yalnız hissettiğinde bile içinden yeni bir benlik doğurup “korkma” diyebilmeli. Bu umut yeniden doğarken de, siyasi kurumlara ve siyasetçilere yönelik güven duygusu yeniden, bütünsel ancak yerel ölçekte de inşa edilmeli. Bunda da siyaset kurumuna büyük rol düşüyor.

Son günlerin iç siyaset tartışmalarının moda tabiri “öğrenilmiş çaresizlik” karşısında biraz da iyimserlik pompalamaya ne dersiniz?

Hayır, yaşanan her olumsuzluğa karşı sarsılmaz ve kör bir iyimserlik göstermeyi salık veren ve her şeyde mutlu olunabilecek bir taraf arayan bir Polyannacılığı veya “aman tadımız kaçmasın” şeklinde bir edilgenliği kast etmiyorum.

Ama belki dümenin başına geçip özne (faillik, İngilizce tabiriyle agency) olduğumuzu hissetmek ve hepimizin ülkenin geleceğine dair umutlarını yeşertecek küçük adımlarla o çaresizliğin ağır ve kasvetli battaniyesini üzerimizden atmak güzel bir çözüm olabilir. Yani ayakları yere basan gerçekçi bir ümitvarlığı hayalperestlikten ayrıştırmanın vakti geldi.

Süregiden hak ihlalleri, baskı altında tutulan ve “işine bak” diyerek akıl verilen basın, diken üstünde ilerleyen ifade özgürlüğü, sistemdeki haksızlıklar karşısında zaman zaman çaresiz kalan muhalefet derken hepimiz artık bir “öğrenilmiş çaresizlik girdabı” içerisinde boğuşuyoruz.

Güvendiğimiz, oy verdiğimiz, zaman zaman üye olduğumuz siyasi partiler bazen de bizi hayal kırıklığına uğratıyor, doğruya doğru. Ama benliklerimiz bir noktadan sonra artık neyin değiştirilebileceğinin ayrımına varıp ders çıkarıyor ve yeni bir solukla, yeni bir start çizgisinden mücadelesine yeniden başlıyor. Zira, bunun tam zıttı, öğrenilmiş çaresizlik girdabı olup insanı içine çekmeye başladı mı durdurak bilmiyor.

Umut, Sisifos’un laneti gibi... Bilge insana sunulan bu ağır kaya aşağı yuvarlandıkça insan, bir ömür boyu, onu yukarı taşımaya uğraşıyor. Bu uğraşısında ayağı sürekli tökezlediğinde ise, çaresizlik virüsünün egemenliğine girip edilgenleşebiliyor.

Peki, nedir bu öğrenilmiş çaresizlik? Esas olarak 1960’lı yılların sonlarına doğru Martin Seligman’ın köpekler üzerinde yaptığı deneyde geliştirilmiş bir kuramdan söz ediyoruz. Köpekleri üçe ayırıyorlar: çaresizlik, kaçış ve kontrol grupları.

İlk aşamada “kaçış” grubundaki köpekler, bir butona burunlarıyla bastıklarında elektrik şoku kesmeyi öğrenebiliyor. Bu buton, “çaresizlik” grubundakilerde ise çalışmıyor.

Ardından ikinci aşama geliyor. Köpekler, üzerinden atlayabilecekleri yükseklikte bir setle ayrılmış yeni kutulara alınıyorlar. Kaçış grubundakiler elektrik verildiğinde seti atlayarak güvenli bölgeye geçebilirken, çaresizlik grubundakiler atlayıp kaçmayı bile denemiyorlar, yere boylu boyunca yatıp şoku kabulleniyorlar.

Kısaca, öğrenilmiş çaresizlik, “geçmiş deneyimler ışığında, yaşadığı ortamdaki bir olgunun olumsuz sonuçlarından kaçınmada kişinin kendisini yeterince etkin bulmayışı, dolayısıyla kontrol edemediği durumları değiştirmeye çalışmaktan vazgeçerek kayıtsızlığı, eylemsizliği ve suskunluğu tercih etmesi” şeklinde özetlenebilir.

Örneğin, ne kadar çaba sarf ederse etsin kilo veremeyen, o yüzden sağlıklı beslenme düzenine ve spor alışkanlıklarına mesafeli duran biri... Veya ne yaparsa yapsın “aklı beş karış havada” diye nitelendirdiği çocuğuna ders çalıştıramadığı için onunla artık ilgilenmeyen, denemekten vazgeçen bir ebeveyn...

Rotamızı iç siyasete çevirelim. Ülkedeki siyasi gidişata öfkelenen, kurumlara güveni zedelenen ve “bizi sadece seçimlerden önce anımsıyorlar” diyen kırık kalpli seçmen...

Tüm butonlara eş zamanlı basılmasına rağmen demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi alanlarda yol alınamadığını eleştirerek bu gidişattan kurtuluş şansı kalmadığına koşullanan bir vatandaş veya “ne yaparsam yapayım, bir yerde tanıdığım olmazsa beni işe almazlar” diyen üniversite mezunu ev genci...

Mikrofonunu doğrultup sorusunu soran gazeteciye “işine bak” diyen siyasetçi ve gazeteciyi itip kakan yakın çevresinin bu yaptıkları karşısında “e ne yapalım basın özgür değil zaten, bu tür sorulara ne gerek var” diyen meslektaşları...

Bu durumlarda, rahatsız edici olguya veya olaya –“notu kıt” öğretmene, kayırmacı işverene, seçime aylar kala bir türlü cumhurbaşkanı adayını açıklamayan Altılı Masa’ya, basın özgürlüğünü hiçe sayan siyasetçiye dek-  uzun süre maruz kaldığında yaşadıklarını artık kendi iradesiyle kontrol edemediğini düşünen kişide olumsuz sonuçlardan kaçınmaya yönelik girişimler de zayıflar. Çünkü çaresizliği “makulleştirmek” ve “sindirmek” için gerekçeler üretmeye başlar.

Siyasete veya topluma yabancılaşmada ise, kişi, değişim olacağına dair bir umut besleyemiyor... Bir tür “hissizlik” içerisinde... Yaşananlara ve yaşanacaklara karşı ilgisiz, duyarsız bir şekilde apati geliştiriyor.

“Zaten Meclis çoğunluğu ellerinde” veya “zaten YSK’nın kararı belli” der; “muhalefet belediye seçimleri haricinde zaten sandıkta pek bir başarı elde edemedi” diyerek boynunu büker; “zaten halen aday konusunda bile anlaşamadılar” diye umutsuzluğa sürüklenir; laik bir ülkede çok normalmiş gibi “tarikatlar kaldırılırsa yeraltına inerler, kaldırılmasın” deyip aslında tarikatların kaldırılmasıyla doğacak boşluğun devlet ve sivil toplum tarafından doldurulabileceğini düşünmekten vazgeçer.

Öğrenilmiş çaresizlik, toplumsal çürümüşlük ve normlardaki bozulma sonucu edinilmiş karamsarlıkla harmanlanır. O meşhur deneydeki “setin üzerinden” bir türlü atlayamayız.

Kişi, durumu denetleyemediğini düşünüp pasifleşir. Artık büyük bir “koşulluluk algısı” doğmuştur.

“Yer çekimi yoktur” diyen fizikçi, ulusal kanallarda boy göstermesine rağmen Nobel Fizik Ödülü aday belirleme sürecinde görev alan nükleer fizik uzmanı emeritus Prof.Dr. Alpar Sevgen’in Boğaziçi Üniversitesi’nde ders vermesine rektörlüğün onay vermemesini kanıksamaya başlar. Bir süre sonra belleğinden siler.

Borçlarını sorumlu bir yurttaş gibi zamanında ödemesine rağmen son yirmi yılda 13 kez gelen vergi affından rahatsız olmaz, adalet duygusunun zedelendiğini hissetmez.

Otuz yıldır ülkenin önde gelen araştırmacı gazetecilerinden biri olan Uğur Mumcu’nun katledilmesinin ardındaki karanlık yapının aydınlatılamamasından ve azmettirenlerin bulunamamasından üzüntü duyar, ama “bir tuğla çekersek duvar yıkılır” sözünü anımsayarak susar.

“Ne kadar çabalarsam çabalayayım, sonuç hep aynı” diye düşünür bu kişi... Bu da olaylar üzerindeki etki gücünü zayıflatır. Oysa Seligman’a göre, karamsar kişi, eğer öğrenilmiş çaresizlik içerisindeyse depresyona sürüklenir; iyimser ise her türlü başarısızlıktan ders çıkarır, sadece kısa süreli şekilde morali bozulur.

Kişide öğrenilmiş çaresizlik iki şekilde ortaya çıkar: Objektif çaresizlikte kişi, belli bir durumun sonucunu etkilemek için hiçbir şey yapamaz; eli kolu bağlıdır. Sübjektif çaresizlikte ise, belli bir durumun sonucunu etkilemek için hiçbir şey yapamayacağına inanır. Yani burada çifte koşulluluk doğar.

Ancak her iki durumda da kişinin bilişsel ve fiziksel olarak sorunlarla başa çıkma stratejilerini devreye sokmasını kısıtlayan bu ortam; erteleme, inkar, özgüven düşüklüğü, değersizlik hissi, depresyon gibi ruh halleri ve davranışlara yol açar.

Bu açıdan, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun, cumhurbaşkanı adaylığı tartışmalarına ilişkin geçen günlerde yaptığı açıklamada “Diyelim ki ses çıkardık nereye gidecek? Yüksek Seçim Kurulu'na. O üyeleri atayan kim Erdoğan. Verdiği karara kim itiraz edecek? İtiraz edeceğin hiçbir yer yok. Anayasa Mahkemesi bile bakmıyor bu karara. Dolayısıyla bizim Erdoğan'ın aday olup olmamasına kilitlenmek gibi bir düşüncemiz yok” açıklaması oldukça eleştiri çekti.  

Birçok siyaset bilimi uzmanı, seçmenlere bu şekilde öğrenilmiş çaresizlik aşılamanın sandığa gitme motivasyonunu düşüreceğine dikkat çekti. Akabinde altılı masadan gelen son ortak açıklamalar ve ortak söylem vurgusuyla birlikte, umut ilmek ilmek yeniden örgütlenmeye başlandı.

Peki öğrenilmiş çaresizliği aşmanın yolları nedir?

Kontrol butonları, ideal bir demokratik düzende halkın elindedir. Ve bu halk her zaman kontrol butonlarına kendisi basarak o görünmez setleri atlamak ister. 

Öncelikle, kişinin, sonuçlarını denetleyebileceği şeylere odaklanması tavsiye ediliyor. Örneğin, seçim sandığına hevesle gitmek, kendi iradesiyle yakınlık duyduğu parti için oy kullanmak, sandık güvenliğini önemsemek ve bu doğrultudaki sivil oluşumlarda yer almak...

Ardından, olumsuz olayları açıklarken, kişinin kendisinde suç aramaması (“hepsi bizim hatamız” dememesi), olumsuz olayların kalıcı olmadığına inanması (“hayatta hiç başarılı olamayacağım” dememesi), kendi hatasından kaynaklanan olumsuz deneyimlerden ders çıkarması gerekir.

Bu da öğrenilmiş çaresizlik yerine “öğrenilmiş değişim” motivasyonunu koymayı, toplumda değişime yönelik inancı desteklemeyi beraberinde getirir.

Bilgi Üniversitesi’nden siyaset bilimci Prof. Emre Erdoğan, “Değiştirebileceğimiz şeyler var. Enerjiyi oraya verelim. Örneğin seçim kampanyaları sırasında enformasyon tekeli nasıl kırılır, sandık güvenliği nasıl sağlanır, seçim kampanyası finansmanı nasıl güçlendirilir? Bunları konuşarak öğrenilmiş çaresizliği kırabiliriz,” diyor.

Konuşmak gerekir. Sistemde bizi umutsuzluğa, çaresizliğe sürükleyen şeyleri konuşmak, tartışmak, yasal zeminde hak arayışına devam etmek, talepleri ertelememek gerekir.

Yani, Prof. Erdoğan’a göre, zaten olacak şeyler üzerinden tartışma yürütmek, sistemin meşruiyetini sorgulamak, yani önümüze aşılamayacak “setler” koymak yerine küçük ve işe yarayan hedeflerle yola devam etmek gerekir.

Bu, bir nevi, beynin nöronları arasında yeni bağlantılar kurmak, yeni alışkanlıklar geliştirmek gibi... “Geçmişten gelen deneyimler arasındaki bağlantıları yeniden kurup yeni bir hat çekelim. Örneğin mahalle muhtarı sizin sorununuzu dinleyip hızlı bir şekilde çözsün; üniversitede ders modülü tasarlanırken öğrencinin fikri alınsın,” diye açıklıyor Prof. Erdoğan.

Dolayısıyla, öğrenilmiş çaresizliğin seçim sandıklarına olumsuz yansımamasının panzehri, insanın özneleştirilmesi ve etkinleştirilmesi, seçmenin sadece kömür yardımıyla değil talepleriyle ve önerileriyle siyasetçiler tarafından ciddiye alınması, siyasetin işe yaradığının seçmene gösterilip kaybedilen güvenin yeniden kazanılması, nöronlar arasındaki “bağlantının” inandırıcı şekilde yeniden kurulması, seçmene umut verilmesidir.

Tıpkı İstanbul’da YSK kararıyla yinelenen büyükşehir belediye başkanlığı seçimlerinde, “adam kazandı” deyip havlu atmadan, seçmenin yoğun bir şekilde sandığa gidip demokratik tercihini ortaya koyması gibi...

Tıpkı iki yıldır tüm haksızlıklara karşı, karda, yağmurda, çamurda, sıcakta, hastalıkta, sağlıkta “Kabul Etmiyoruz”, “Vazgeçmiyoruz” dövizleriyle nöbet tutan Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri gibi...

Tıpkı seçmende “bana verdikleri sözü tutuyorlar” algısının yaratılması, örneğin okullarda ücretsiz yemek konusu manşetlerden haftalarca düşmeyince CHP belediyelerinin konuyu yerel ölçekte derhal ele alıp birçok noktada ücretsiz okul yemeğine başlayarak bu “güven nöronunu” akut bir toplumsal sorun üzerinden yeniden kurması gibi...

Ve insan bu ve daha nice örnek üzerinden Ece Temelkuran’a hak veriyor öğrenilmiş iyimserlikler bahçesini yeşertme çabalarında: “İnsan çok yalnızken, bir tane daha kendinden doğuruyordu içinde. ‘Korkma’ desin diye…

Öğrenilmiş iyimserliklerde insan umudu yeniden doğurmalı. Kendini çok yalnız hissettiğinde bile içinden yeni bir benlik doğurup “korkma” diyebilmeli. Bu umut yeniden doğarken de, siyasi kurumlara ve siyasetçilere yönelik güven duygusu yeniden, bütünsel ancak yerel ölçekte de inşa edilmeli. Bunda da siyaset kurumuna büyük rol düşüyor.  

Nasıl ki beyin milyarlarca nöronun toplamından fazlasıysa, seçmen davranışı da seçim kampanyaları ve stratejilerinde ortaya konan vaatlere yönelik kör bir inançtan fazlasıdır. Her şeyde bir umut vardır, bir demokraside siyasetçinin görevi de halkının umudunu yeniden kazanacak adımları atabilmektir.


Menekşe Tokyay Kimdir?

Uluslararası ilişkiler alanında Galatasaray Üniversitesi'nde lisans, Avrupa Birliği bölgesel politikaları alanında Belçika Katolik Louvain Üniversitesi'nde yüksek lisans eğitimini tamamlayan ve Avrupa Birliği siyaseti alanında Marmara Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü'nden doktora derecesi olan Tokyay, 2010 yılından beri ulusal ve uluslararası haber ajansları için röportaj ve analizler yaptı. Uzmanlık alanları arasında AB siyaseti, Orta Doğu, çocuk hakları ve sosyal politikalar yer almaktadır. Kendisi Fransızca ve İngilizceden birçok kitabı Türkçeye kazandırdı. Aynı zamanda aylık klasik müzik dergisi Andante’de köşe yazarı olan Tokyay, bir yandan da sanat alanında önde gelen isimlerle ve müzik alanında üstün yetenekli çocuk ve gençlerle ses getiren söyleşi dizileri gerçekleştirdi.