Oğuz Aksaç: Beğenir ya da beğenmezsiniz, aforoz çağrısı trajikomik

Anadolu halk şarkılarını farklı tarzlarda yorumlayan sanatçı Oğuz Aksaç, geçtiğimiz hafta bir deyiş yorumu üzerinden yapılan eleştirilere, "Aforoz çağrısı trajikomik' diye yanıt veriyor.

Google Haberlere Abone ol

Nihat İlbeyoğlu

DUVAR - Halk müziğinde yeni ve özgün bir tarzı temsil ediyor. Diğer yandan türkülere getirdiği yorumu eleştirenler de var. Yeni bir tarz yarattığı da söyleniyor, türkülerin genetiğini değiştirip bozduğu da... Örneğin geçtiğimiz günlerde çok bilinen Alevi deyişi ‘Bugün Bize Pir Geldi’yi caz formunda yorumlaması üzerine kimi Alevi dedelerinin eleştirileriyle karşı karşıya kaldı Oğuz Aksaç. Halk müziğinin dikkat çeken isimlerinden Aksaç’la yeni çalışmalarını ve gündem olan tartışmaları konuştuk. 

Ankara’nın varoşlarından Doğantepe’de büyüdünüz. Doğantepe, Oğuz Aksaç’a neler kattı?

Tek katlı bir gecekonduydu evimiz. Soframız sürekli kalabalıktı. Muhabbetler, sazlı sözlü geceler... Bahçeye inip günde 8-9 saat bağlama çalıp şarkılar söylerdim. Davul zurna çalıp halay çekmenin saati yoktu. Belki de böylesi kısıtlamaların olmaması müzikal iklimimi oluşturdu. Oğuz’un kendini biriktirmesinde buranın rolü büyük.  

Neleri, kimleri dinlerdiniz?

Öncelikli olarak tabi ki coğrafyamızın müziklerini ve onların usta icracılarını dinlerdim. Yani Anadolu şarkılarını. Bunun yanı sıra gecekonduda yaşayan biri olarak insanlara garip gelip şaşırtacak derecede çok çeşitli müzikler dinlerdim. Louis Armstrong, Miles Dives, Nat King Cole, Michael Jackson, Frank Sinatra... Rock gruplarından Deep Purple, Guns’n Roses, Pink Floyd, U2, Dire Straits … Hip-Hop, reggie, pop müzik…

‘TÜRKÜ DEĞİL, ANADOLU ŞARKILARI’

‘Türkü’ yerine ‘Anadolu şarkıları’ kavramını kullanıyorsunuz. Bu kavramı biraz açar mısınız?

Türkiye toplumu, duymak istediği, duymaya hazır olduğu ve alıştığı cümlelerin dışında bir şey duymak istemiyor. Müzik, hayatın içinde üretilip kendini geliştirirken hayatı da değiştirip estetize eden ve bir yönüyle toplumsal hayattan soyutlanamayacak bir dünya. Dolayısıyla bu sorunu müzikal anlamda da yaşıyoruz. Ben, “Anadolu’da yapılan müziğin adı türkü değil şarkıdır” diyorum. Çünkü biz şarklıyız. Anadolu halklarının müziğini yapıyoruz, Anadolu halklarının şarkılarını söylüyoruz. Burada terminolojik bir hatanın olduğunu dile getirdim. Anında “’Türk’ kelimesinden neden rahatsız oluyorsun?” gibi ipe sapa gelmez eleştiriler aldım. Türk Müziği, Türki Cumhuriyetleri ve yakın coğrafyalarında yapılan müziktir. Buradaki nota yapısı ve dizilimini incelerseniz Anadolu Müziği’nden farklı olduğunu görürsünüz. Türki bölgelerinin müziklerinin ritimsel özellikleri 6/8’lik ve 2/4’lük olmasıdır. Bir de Anadolu şarkılarının ritmine bakın. Bağlamayı kopuz ailesine dayandırmak tarihsel bir hata.  Bağlama bu toprakların çok eski ve öz enstrümanıdır.

‘SANAT MUHAFAZAKÂRLIK VE TUTUCULUKTAN UZAKTIR’

Yaptığınız müzik, söylerken kullandığınız bazı teknikler, beğenildiği kadar bazı çevrelerce de eleştiriliyor. Nasıl yorumluyorsunuz bunu?

Sanat, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de evrensel ve ilerici dinamiklere inanan ve bu değer üzerinden hayatı tanımlayan insanların yapabileceği bir şey. Bu anlamıyla muhafazakârlık ve tutuculuktan uzak bir üretim şekli diyebiliriz. Bir şeyin yaşaması için o şeyin yenilikçi bir karakterinin olması lazım. Müziğimi belirleyen şey de işte bu yenilikçiliğin ta kendisidir bana göre. Bana “Halk müziğini iyi icra ediyorsun, başarılısın, neden yeni şeyler deniyorsun?” gibi eleştiriler çok geldi. Evet, doğru. Yeni bir şeyler üretmeden, daha çok kazanıp 40 yıl bu işin ekmeğini yiyebilirdim. Ama bunu yapamam ben. Hayattan öğrendiklerim bende böyle bir kişilik şekillendirdi. Bir işi başarıp onda çakılı kalmak bana göre değil. Bir Anadolu şarkısını benden önce belki yüzlerce usta aynı şekilde seslendirmiş. Aynı şeyi ben neden yapayım, neden bu tekrara düşeyim? Demin de dediğim gibi aynı cümleleri duymaya alışmışız. “Yeni şeyler duymayalım, görmeyelim. Tekrardan öteye geçmeyelim; nasılsa böyle idare ediyoruz” şekli.  

Bu topraklarda ben de yaşıyorum. Ben de doğal olarak bu toprakların müzikal havasını soluyorum. Bu yüzden Oğuz Aksaç’ı bambaşka biriymiş de buraya eklemlenmiş olarak tarif edemezsiniz. Bu topraklarda üretilenlerde, en az beni eleştirenler kadar benim de hakkımda var. Ben de bu müzik hakkında konuşup yorum yapabilir, kendi üretimlerimi gerçekleştirebilirim. Bu üretimlerim belki bu coğrafyada kalıcı olma şansı bulamayacak. Bunu da zaman gösterecektir.

'ÖZÜR BEKLEYENLER BOŞUNA BEKLEMESİN'

Son olarak 'Bugün Bize Pir Geldi’ adlı eseri batı enstrümanlarıyla caz formuyla yorumladınız. Bazı çevrelerden tepki aldınız. Tepkilerin başında “Deyişlerin kutsal olduğu ve bağlamayla söylenmesi gerektiği” eleştirileri vardı. Sizi Alevi toplumundan özür dilemeye davet edenler oldu. Bu tartışmalar hakkında ne söylersiniz?

Tabii ki Alevi deyişleri, bağlama ve söz birlikteliğiyle hakikat sırrının topluma aktarımı üzerinde şekillenmiştir. Bu anlamıyla bağlama, Alevi kimliğinin korunması ve yaşatılması için basit bir çalgı, basit bir enstrüman olmanın çok ötesinde işleve sahiptir. Peki, Aleviliğin geleceğin dünyasında da insanlığın kadim bilgilerinin, sırlarının taşıyıcısı olabilmesi için diğer tüm müzikal form ve metotlardan, olanaklardan, piyano, gitar, çello, saksafon gibi enstrümanlardan yararlanmasının ne sakıncası olabilir? Evrensel olmayanın hakikatte yeri yoktur. Kendini ‘caz' formunda ifade edebilen siyahi bir insanla Türkçe, Kürtçe, Zazaca ağıt yakan bir Anadolulu arasında ne fark var? Bütün enstrümanlar insanlığın ortak üretimidir. Bu anlamıyla hepsi de kutsaldır. ‘Bugün Bize Pir Geldi’yi ben böyle yorumladım. Son tahlilde beğenirsiniz, beğenmezsiniz, dinlersiniz, dinlemezsiniz! Ama unvanında dergah veya ‘Cemevi Yönetim Kurulu Başkanı’ sıfatı bulunan birilerinin beni aforoz edip Alevi toplumundan özür dilemeye davet etmesi trajikomik bir durum. Boşuna beklemesin bu yönetim kurulu başkanları. O davete icabet etmeyeceğim.

Geniş bir ses aralığına sahipsiniz. Bunun yanı sıra ezgileri seslendirirken çeşitli ses teknikleri de kullanıyorsunuz. Sizden sonra birçok müzisyen de bu teknikleri kullanmaya çalıştı. Özellikle son zamanlarda bu durum yoğunlaştı. Sizden önce bu tekniklerle Anadolu şarkılarını söyleyen isimler var mıydı?

1991 yılında profesyonel müziğe adım attığımda bu yeni teknikleri denedim. Bunda öncü müyüm bilmiyorum ama o dönem Anadolu müziğinde bunu yapana rastlamadım. Ben birçok müzik türünü dinledim ve bunlardaki ritim ve motifler bir şekilde kulağıma oturdu. Bu oturmuşluk da müziğimde yerini buldu. Birçok duygu durumu ve sosyolojik süreçler tüm dünyada aynı. Dolayısıyla acılar, sevinçler, coşkular tüm dünya insanların ortak kavramları. Ben, yaptığım müzikte başka bir coğrafyadaki kişinin duygularını da ifade edebilip, onun müziğimde yer bulmasını istedim ve bunu denedim. Halk müziğinde yapmaya çalıştığım şey, başka kültürlerin müziğini dinleyip, onların coşkularına, sevinçlerine, kederlerine kendi müziğimizde bir yer bulabilir miyiz yolculuğudur. Bunu az buçuk başarabildiğime inanıyorum. Daha iyisini de yapmak için olanca gücümle çalışıyorum.

Sahne performansınız, izleyenlerinizle kurduğunuz bağ da dikkat çekici... 

Sahne şovun yeridir, sahnede şov yapılmadır. Ama şov yapmak için sahneye çıktığında işler değişir duyguyu kaybedersin. Sanatın lokomotif gücünün duygu olduğuna inanırım. Kolay değil, binlerce yıllık imbikten süzülen bir duyguyu izleyicine sunup karşılıklı büyülü bir atmosfer, bir enerji sarmalı oluşturuyorsunuz dinleyicilerle. Ben sahnede bu büyülü atmosferin etkisi altındayım diyebilirim. Bu atmosferde doğal olarak duygular çok uç noktalarda yaşanıyor. Onu yaşıyorum ve hissettiğim gibi davranıyorum.

Üzerinde çalıştığınız yeni ses teknikleri, bölge müzikleri var mı?

Bazı Türk ve Moğol toplumlarının boğazdan söyledikleri müzik tarzı olan Tuva’ya yoğunlaşmıştım. Bu alanda bayağı bir mesafe kat ettim diyebilirim. Daha önce de Hint müziği çalışmıştım. Önümüzdeki süreçte; Yunanistan, Bulgaristan bölgelerinin müziğine yeniden yoğunlaşacağım. Oldukça yoğun geçen bir dönemdeyim. Yöresel tınılar üstüne şekillenen, Teke, Tahtacı semahları ve Karadeniz formlarında besteler yaptım.

‘‘NECİSİN?’ SORUSU, İDEOLOJİK YAFTALAMALAR SAYGISIZLIK’

Günlük hayatta veya röportajlarda sizi en çok hangi sorular rahatsız eder?

Şu sorulardan çok rahatsız oluyorum: “Necisin? Hangi gruptansın?” Benim ürettiklerim, yaptıklarım hayata dair kaygılarım ortada, bunlardan yola çıkılarak hayatın neresine kendimi konumlandırdığım da. Bu toplumda ne söylendiğinin değil, nereden söylendiğinin önemsenmesinden çok rahatsız oluyorum. Yani önemsenmek için kategorize edilmek gerekiyor gibi bir durum çıkıyor ortaya. Bir takım tutma kültürü ve refleksiyle bireyleri ideolojik, etnik, inançsal olarak bir tarafa yerleştirmek hem o değerlere hem de o bireye yapılan büyük bir haksızlık.

Sezen Aksu’nun müziğine, bestelerine ayrı bir düşkünlüğünüzün olduğunu biliyoruz. Aksu'yu dinlerken neler hissediyorsunuz?

Sezen dinlemek bambaşka bir şey. Evde keyifle otururken bir Sezen şarkısı açıyorsunuz. Dinlerken yavaş yavaş ortam değişiyor zaman bükülüyor sanki. İntro bitiyor, Sezen söylemeye başlayınca birden icra memurları kapıyı çalıyor, açıyorsunuz. Hiç tanımadığınız insanlar içeri doluşuyor. Televizyon, buzdolabı, masa, sandalye derken altınızdaki koltuğu, halıyı çekiyorlar. Perdeleri söküyorlar. Koca evde su içmeye bir bardak bile kalmıyor. Yalnızlık nedir anlayıveriyorsunuz. Şarkı biterken son sözün tınısı boş duvarlara çarpa çarpa dalgalanıyor, kafanızın içinde yankılanarak devam ediyor ve o küçücük notalar saklanacak bir yer bulamayınca pencereden kaçmaya yelteniyor. Artık bir etrafsızlığın içindesiniz.

Sezen dinlemek, böyle bir şey benim için…