Oktay Akbal'a saygı

Oktay Akbal'ın iki romanı 'Düş Ekmeği' ve 'Batık Bir Gemi' bir arada Doğan Kitap tarafından yayımlandı.

Google Haberlere Abone ol

Adını ilk kez nerede gördüm; bir yazısını ilk kez nerede okudum? Cumhuriyet’te mi desem? Ama o yıllarda bizim eve sadece Milliyet alınırdı. Arada bir de Yeni İstanbul… Evet, bir zamanlar öyle bir gazete de vardı. Varlık’ta belki de… Öyle olmalı. Edebiyat(ımız)a ucundan kıyısından ilgi duyar olduğum yılların Varlık dergilerinde. Orada günlükleri yayımlanmaz mıydı? Yanı sıra da öyküleri? Evet, oradan olmalı.

Yüzünü ilk kez nerede gördüğümse, dün gibi belleğimde duruyor: 1969 ya da 1970 baharında, Cumhuriyet’in ikinci sayfasındaki "Evet / Hayır" sütununun altında yayımlanan "Sait Faik Hikâye Armağanı" üzerine fotoğraflı bir haberde: Oktay Akbal, Rauf Mutluay ve Vedat Günyol, bir aradalar. O yıllarda sarı yapraklı büyük bir defterim var; özene bezene kesiyor, orada topluyorum bu tür önemli haberleri. Baba evinin dehlizlerini arasam, herhalde bulurum o defterimi.

Neden değiniyorum bu ayrıntıya? Edebiyatımızın bu büyük adları, ilk kez bu fotoğraflarla somutluk kazanıyor da gözlerimde, ondan…

O lise yıllarımda edindiğim bir kitabı var mı? Berber Aynası? Bizans Definesi? Bulutun Rengi? Garipler Sokağı? Önce Ekmekler Bozuldu? Yalnızlık Bana Yasak? Sanıyorum yok. Varlık’ta, bir gün sürdürümcüsü olduğum Türk Dili dergisinde günlük ve öykülerini okuyorum; hepsi o kadar.

Ankara’daki üniversite yıllarımda artık bir Cumhuriyet okuruyum; doğallıkla bir Oktay Akbal okuruyum da… Özellikle Varlık ve Sander’den yayımlanıyor kitapları; ya da benim görebildiklerim, henüz buralardan yayımlananlar. Anı türündeki yazılarının da ayrımına varıyorum derken; onları da günlük ve öyküleri kadar seviyorum.

1980 Ekimiyle birlikte, İstanbul’dayım. 1983 güzünde, Robert Kolej’de bir dergi kuruyorum. Elbet bir edebiyat - sanat dergisi bu. Babıâli, henüz Babıâli o yıllarda. Derginin her yeni sayısından, Varlık’a, Gösteri’ye, Hürriyet’e, Milliyet’e, Cumhuriyet’e… de götürüyorum. Zaman zaman fotoğraf istediğimiz oluyor buralardan; bir gönül borcunu -ne kadar ödenirse- böyle ödemek istiyorum.

Cumhuriyet, daha Türkocağı Caddesi, 39 - 41 (?) numaradaki, adını doğru mu anımsıyorum bilmem, "Pembe Konak"ta… Ne heyecan duyuyorum iki kanatlı (?) demir kapısından girerken! Hele ikinci kattaki, bugün basık tavanlı gibi anımsadığım "Yazarlar Katı"nda! En sık rast geldiğim, Mehmet Kemal… Yanındaki (?) oda da Oktay Akbal’ın. Fotoğraflarından biliyorum ama biraz olsun sokulmaya henüz cesaretim yok. Kapısından dergiyi bıraktığım gibi ayrılıyorum.

Birinde, buyur ediyor. Kocaman (?) bir masa. Üzerinde bir daktilo; gazeteler, dergiler, bir iki kitap… Dergiyi iyi bulduğunu söyleyince ne mutlu oluyorum.

Fırsat bu fırsat: Yakınlardaki bir sayımızda, özel bir bölümle Sait Faik’i anacağız. Acaba… acaba bir yazı lütfedebilir mi bize? Olur! Yalnız, Sabahattin Kudret Aksal daha da yakından tanırdı Sait Faik’i. Bir de Agop Arad… Hemen Sabahattin Kudret Aksal’ın telefonunu veriyor; ardından da ya Agop Arad’ı buluyor ya da beni onun odasına yolluyor.

(Tinim ve bedenim, hanidir öylesine yorgun ki… Ama bir tansık olsa da o yıllara dönebilsek, bu son dönem koruganım Heybeliada’dan fırladığım gibi hemen oralarda almak isterim soluğu… Diyelim, hepi topu iki kez görebildiğim Agop Arad’la, o sıcakkanlı, o iyilerin iyisi insanla upuzun bir sohbet tutturmak isterim. Ya da o anlatsın, ben soluğumu tutarak dinleyeyim. Tek bir soru bile sormadan…)

Ne güzel bir özel bölüm yapıyoruz; Oktay Akbal’ın, Sabahattin Kudret Aksal’ın, Agop Arad’ın, sevgili öğrencilerimin yazıları, Vedat Günyol’dan sağladığımız Sait Faik fotoğraflarıyla…

Düş Ekmeği - Batık Bir Gemi, Oktay Akbal, 160 syf., Doğan Kitap, 2024.

Tanıdığım (!) ve tanımakla övündüğüm bir yazar artık Oktay Akbal. Osmanbey’de, bir bodrum katındaki Sander Kitabevi’nde; Beyazıt’ta, Sahaflar’daki Elif Kitabevi’nde; Karaköy İskelesi'nde yeni kitaplarını görünce ne heyecanlanıyorum! Ama asıl Oktay Akbal’ı, Sabahattin Kudret Aksal 1992 Haziran'ında hastalanınca tanıyorum: Milliyet’te -o yıllarda orada yazıyor "Evet / Hayır"ları- döne döne gündeme getiriyor konuyu; bu yakın dostunu ölümün elinden kurtarmak istiyor. Öyle bir sevgi ki bu, hastanelere gelemiyor; gönlü, ne yazık ki artık bir yatalak olan Sabahattin Kudret Aksal’ı o durumda görmeye katlanamıyor.

Kurtarmak mümkün olamıyor, 1993’ün 19 Nisan'ında yitiriyoruz Sabahattin Kudret Aksal’ı. 21 Nisan'da Erenköy Camisi’nden Karacaahmet’e götürürken, Oktay Akbal, kaldırımın bir ucunda kederli ama dimdik, el sallıyor bu ta 1940’lardan beri yakın dostuna.

Ne zaman dönüyor Milliyet’ten Cumhuriyet’e? Bir gün orada mı sendikaya (TYS) da gelmemi öneriyor; hangi gün hangi saatlerde bulunduğunu belirterek? Bir ikindi gidiyorum. İlk uzun sohbetimiz orada mı oluyor? Orhan Kemal’i mi anıyoruz bir yandan da?

Oktay Akbal ve Adil İzci

Ölümün kıyısından döndüğü o trafik kazası, hangi yıldı? Ondan sonra mı gazeteye artık daha az gider oluyor? Önerisi üzerine, zaman zaman Ataköy’deki evine uğruyorum. Birinde, gericilerin bir dergisini gösteriyor: Ağza alınmayacak sövgülerin yanında, "Merak etme, seni öldürmeyeceğiz; nasıl olsa ömrün vefa etmeyecek, yakınlarda kendiliğinden öleceksin!" gibi birtakım abuk sabuk sözler, gözdağları… Mustafa Kemal Atatürk’e, uygarlığa, ilericiliğe bağlı olmanın bedeli bunlar! Bir yüzüne bakıyorum, bir dergiye; bu kadar değerli bir insana, bu sözler nasıl sarf edilir; aklım ve mantığım almıyor; vicdanım ürperiyor.

Bütün ömrü okumak ve yazmak olan bir insan nelerden söz eder? Ozanlar, yazarlar, kitaplar, dergiler… Bunlar en temel konuları… Anıları da öyle… Hangisi olursa olsun kısa kısa tümcelerle… En can alıcı yönlerine değinerek… Sait Faik’ten Orhan Veli’ye… Lütfi Özkök’ten (“Bebe Lütfi”den) Kenan Harun’a… Kimden söz ederse etsin, gözle görülür bir sevgiyle… Gün oluyor, anne tarafından dedesi Ebubekir Hazım Tepeyran’ı (Niğde’de doğdum ben; o nedenle bilirim; aslı “Tepeviran”dır) anıyor; ondan kalan antika değerindeki iki koltuğu gösteriyor; ne yapmalı, nasıl korumalı bunları, diyor. Bir kez daha, neden bir edebiyat müzemiz yok bizim diye hayıflanıyorum.

(O cânım anıları kitaplarında yer buldu; ama bulamayanlar da olabilir mi? Yazmayı unuttukları ya da yazdığını sandıkları? Bilinmez ki…)

2000’lerin ilk yıllarında mı, Basın Müzesi’nde bir "İmzalı Kitaplar Sergisi" düzenleniyor. Sergi kapanınca, oradaki kitaplarını teslim almamı istiyor. Alıyorum. Birinin yaprakları arasında, ta bilmem hangi zaman, Cahit Külebi’nin Ankara’dan gönderdiği bir kartvizit var. Bir hal hatır sorma kartviziti bu. Güya özel bir belgelik yapıyorum ya, neden gizleyeyim, canım gidiyor! Olmuyor ama, madem bana güvendi; bırakıyorum yerine.

Ataköy’deki evinde iki öğle yemeğini de anımsıyorum bu arada: Biraz daha dinleyeceğim diye dünyalar bir anda benim olmadı mıydı!

Gökova - Akyaka’da bir yazlık evi var. Hem oraların havası, sağlığına daha iyi geliyor hem de İstanbul onun doğduğu büyüdüğü kent değil artık. İstanbul’da görmek olanağı azalınca, bazı yazlar İzmir’den Antalya’ya giderken Akyaka’ya uğruyoruz. Baba evimin kapısından girmek ne ise, Oktay Akbal’ın evinin kapısından girmek de hemen hemen o! Babamı, elbet annemi de böyle derinden derine özlemez miydim ben!

Oktay Akbal - Sabahattin Batur

Hemen her seferinde -yaz ya zaten- evin önündeki balkonda oturuyoruz.

Birinde, yayımlanan ilk öyküsünü ("Ana Katili" miydi adı), bir günlük gazetede nasıl ayırt ettiğini anlatıyor. Henüz ortaokulda mı, yoksa lise öğrencisi mi artık?

Birinde, kendisini görmeye gelen bir kadın okurun, yazdıklarını pek de yeterli (!) bulmadığını, bunu da yazın, onu da yazın, diyerek yol gösterdiğini, üstelik daha keskin olmasını istediğini anlatıyor. En sonunda, balkonun tavanındaki bir nesneyi, sanıyorum havalandırma aygıtını göstererek, "Aman sözlerinize dikkat edin! Ev dinleniyor olabilir!" demek aklına geliyor; kadın okur hemen sustuğu gibi izin istiyor ve gidiyor. Bizlerle birlikte Ayla Akbal da ne güzel gülüyor.

Birinde, Ayla Akbal İstanbul’da olduğundan yalnız. Biz geldiğimizde balkondaydı, yine orada oturuyoruz. Mutfağa gidiyor bir ara, kızlarıma, bize meyve suyu getirmeye. Masasının üzerinde büyük boy bir defter duruyor. Hakkım olmadığını biliyorum ama göz atmadan da edemiyorum: Yukarıdan iki sütuna böldüğü sayfalarda kısa kısa, bir iki sözcüklük notlar var. Bunlar, "Evet / Hayır" sütununda yazmak istediği, yazmak gereği duyduğu konuların listesi. On, yirmi değil, belki otuz, belki kırk… Öbür sayfalardaki listeler de cabası. Tek bir sayfadaki konu -ki aslında sorun- listesi bile, aydın sorumluluğu nedir, pek iyi ortaya koyabilir. Hani Melih Cevdet Anday’ın "Telgrafhane"si gibi… Ölümünün ardından, "havuz medyası"ndan bir gazetede, son yıllarında sürekli politik yazılar yazmakla, yazınsal yazarlığını gölgede bıraktığı (ya da harcadığı) yönünde birtakım sözler eden o bilim insanı ve yazarımız -ki bence ülkemizin en yetkin aydınlarından biridir- nereden bilsin bunları?

Birinde, alt katı biliyorum ama üst katı, özellikle de yazı odasını görmemiz mümkün mü diye soruyorum. Ayla Hanım'ın kılavuzluğunda geziyoruz. Yazı odası, uzun bir oda. Pencerenin dibinde yine uzun bir masa var. Hemen el uzaklığındaki koca bir rafta da bu ucundan ta öbür ucuna, türlü türlü dillerden de olmak üzere sözlükler, bizim yazım kılavuzlarımız dizili. Bunca yılın yazarı, ustaların ustası yazarı, gerek duyabileceği hemen her kaynağı, bu kadar yakınında tutuyor!

Birinde, yakın günlerdeki bir fırtınada devrilen meyve ağacının kırık gövdesini, yüklü dallarını gösteriyor. Ancak bir yakınını yitirince bu kadar üzülebilir insan.

Birinde, biz tam balkonun merdivenlerinden inerken, bütün babacanlığıyla, az durun yahu, diyor; bir ucundan balkonu gölgeleyen ve o günlerde henüz tatlanan üzümlerden koparıyor; Ayla Hanım aceleyle yıkıyor salkımları ve bir torbaya dolduruyor. Yolluk olarak…

Birinde, bu kez sadece kızım Günizi ve ben, kamera kaydı amacıyla İzmir’den Akyaka’ya gidiyoruz. Biliyoruz, bu konuda istekli olmuyor Oktay Akbal, ama biz yine de bir deneyelim bakalım. Eh, kısacık da olsa bir kayıt yapabiliyoruz.

Daha da var mıdır? Vardır elbet. Belleğimizin derinliklerine öyle ha deyince inemeyiz ki!

İyi ki de inemeyiz: Bir gün, bir an… Bir neden (vesile) olur, bunu, onu ya da öbürünü anımsar; kendi kendimize bir sohbet tuttururuz: Anılarımız yerli yerinde duruyorsa, ölüm dediğimiz nedir ki?

*Heybeliada, Ocak 2016