YAZARLAR

Okul yalnızlığı, dışarda bırakılan çocuk ve bir öğretmen

Okul yalnızlığı bizimki gibi ülkelerde eşitsizliklerle besleniyor, semiriyor, sonunda ötekileştirmeye evriliyor.

Koridor. Soğuğu hissettiren bir sözcük. Hele ki bazı kurumlara ait olunca, ayazı dinmeyen bir sözcüğe dönüşüyor. Hastane koridoru, okul koridoru… Uzayıp gitmesine izin vermeyeceğim. Okulda takılı kalmak istiyorum. Bir yalnızlık ve eşitsizlik mekânı olarak da okuyabileceğimiz okulun uzun koridorları ıssız haliyle ya da kalabalığıyla… Her iki şekilde de çocuk dünyasında devasa yer kaplayan bir imge.

Okul yalnızlığıysa baş etmesi güç, kıran döken, yaraları uzun yıllar kapanmayan bir mesele.

Okul yalnızlığı bizimki gibi ülkelerde eşitsizliklerle besleniyor, semiriyor, sonunda ötekileştirmeye evriliyor.

Çocuk için okul evinden, bildiği çevreden ilk uzaklaşma. Başlı başına mücadele gerektiren duygular yumağı. O duygular yetişkinlikte dahi yokluyor insanı. Örneğin Oktay Akbal ‘Kara Önlükler’ adlı denemesinde okulun ilk günleri hissettiklerini unutamadığını, o duyguların ara ara geri döndüğünü anlatır. “(…) Ev, bahçe, oda daha iyiydi, daha sevimliydi. Okulun demir kapısından içeri bırakırlardı. Tamamdı artık, dönülmez yolun bitimiydi burası. İlk günler ne kadar ürkmüştüm, yalnızlığımı nasıl duymuştum! Yabancı, çirkin, kötü gelmişti bütün çocuklar. İtişip kakışan… O ilk günü hep yaşadım daha sonra. Ne zaman yeryüzünde tek başıma kaldığım sanısına kapılsam, bir yalnızlığa itilsem, aldatılsam, yanıltılsam, hep o ilk gün çıkar gelir karşıma. Koskoca bir bahçede dolaşıp duran nokta kadar bir çocuk. Kopmuş evinden, kedilerinden, oyuncaklarından, sokağından.”

Oktay Akbal’ın bahsettiği organik bir yalnızlık duygusu. Ben tam da burada sistemin çizdiği çemberi hatırlatmak zorundayım. Bu çemberin dışında bir çocuksanız okul tam bir eşitsizlikler kovanı. Dahası, dayatılan bir yalnızlık. Yalnızlaştırma. Bile isteye devam eden hak ihlali silsilesi…

Dışarıda bırakılan çocukların okul hayatı, Türkiye’de, “gerçek” bir eğitimci, bir öğretmenle karşılaşmalarına bağlı. Neredeyse sadece buna bağlı. Eğitim ticaretinde haklara, eşitliğe yer yok. Aslına bakarsanız iyi öğretmene de yer yok. “Gerçek” öğretmenler tükenmeye karşı direnmekle ve her anlamda hayatta kalabilmekle meşgul.

Oysa öğretmenler bunlarla değil, onlara gelen mektupları açmakla meşgul olmalı. Tıpkı Louis Germain gibi.

Louis Germain, Albert Camus’nün öğretmeni.

Cezayir’de yoksul bir aileye doğmuş, babası savaşta ölmüş, annesi duyma yetisini kaybetmiş Albert, öğretmeni olmasa on bir yaşında işe girip çalışmaya başlayacaktır. Louis Germain, onu Bugeaud Lisesi bursluluk sınavına hazırlar.

Tam otuz üç yıl sonra, 1957’de Albert Camus edebiyat dalında Nobel Ödülü’ne değer görülür. Ve hemen kaleme sarılıp öğretmenine bir teşekkür mektubu yazar.

Camus ödül haberini aldığında “ilk olarak annemi, hemen sonra da sizi düşündüm” der mektubuna. “Böyle bir onura gereğinden fazla değer veriyor değilim. Ama bu, sizin benim için ne anlama geldiğinizi ve gelmeye devam ettiğinizi ve çabalarınızın, çalışmalarınızın ve cömertliğinizin, yaşına rağmen minnettar bir öğrenciniz olmaya devam eden küçük öğrencilerinizden birinin zihninde daima capcanlı olduğunu söylemem için bir fırsattır. Size bütün kalbimle sarılıyorum.”*

Albert Camus, Nobel Ödül törenindeki konuşmasını da öğretmenine adar.

En başta bahsettiğim şu soğuk okul koridorlarının ucunda eşitlik belirmedikçe mektuplarımız adreslerine gidemeyecek.

*Camus’nün öğretmenine mektubu, Nuccio Ordine’nin Leyla Tonguç Basmacı tarafından Türkçeye çevrilen İnsan Ada Değildir adlı kitabında yer alıyor.


Burcu Aktaş Kimdir?

Burcu Aktaş, 1980’de İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde Antropoloji eğitimi aldı. Uzun yıllar Radikal gazetesinde çalıştı. Radikal Kitap’ın editörlüğünü yaptı. Selim İleri’nin iç dünyasını anlattığı Düşüşten Sonra adında bir anlatı kitabı ve Çarpık Ev, Durmayalım Düşeriz, İstasyonda Vals, Vahşi Şeyler isimli dört çocuk romanı var.