'Okumaz Yazmaz' bir yazar: Agota Kristof
Agota Kristof'un 'Okumaz Yazmaz' kitabı, Feyza Zaim çevirisiyle Can Yayınları tarafından yayımlandı.
“Okuyorum. Hastalık gibi bir şey bu. Elime ne geçerse, gözüm neye değerse okuyorum: Dergiler, okul kitapları, ilanlar, sokakta bulduğum kağıt parçaları, yemek tarifleri, çocuk kitapları. Kağıda basılmış ne varsa.”(1)
Dört yaşında Agota Kristof. İkinci Dünya Savaşı henüz başlamış. Evde yaramazlık yapınca annesi onu öğretmen babasının yanına gönderiyor. Sınıfın en arkasına geçip babasının eline tutuşturduğu resimli kitabı okumaya başlıyor. Büyüklerin kınayan bakışları altında hep okuyor. Öyle ya, dünyanın en hareketsiz, en işe yaramaz eylemini yapıyor Agota.
Sonra hikayeler anlatmaya başlıyor. Can yakıcı yalan hikayeler. Tıpkı 'Büyük Defter'in ikizleri gibi. Yazmaya, ailesinden, doğduğu şehirden koparılıp "kışlayla manastır, yetimhaneyle ıslahevi arası bir şey" olan yatılı okula gidince başlayacak. Çünkü orada çabucak okunup biten, çoğunun hoşa giden, ilgi çekici bir tarafı olmayan "zorunlu okuma kitapları"ndan başka bir şey yok. Adımlarını devrim şarkılarına uydurmaya çalıştıkları okul hayatını çekilir kılmak için günlük tutmaya başlıyor Agota. Kimse okuyamasın diye şifreli bir yazı bile icat ediyor. Onu ağlatan her şeyi not ediyor. Gün gelip de okumaz yazmaz olacağını bilmiyor. Nereden bilebilir, devrim marşları öylesine umutlu ki…
Savaş sonrası yoksul Macaristan’da, uygun adım bir hayatın sıkıntıdan soldurduğu çocukları yazdığı skeçlerle eğlendirerek para kazanmaya başlıyor Agota. Çocukken tutulduğu okuma hastalığı sayesinde neşesiz yatakhaneleri şenlendirecek hikayeler saçılıyor etrafa.
TANRI BİLE MACARCA KONUŞUR
Başlangıçta bütün yeryüzü aynı dilde dile gelir Agota için. Nesneler, okuduğu kitaplar, anlattığı hikayeler, evinin, sokağının, okulunun dili hep aynıdır, hatta günlüğü için yarattığı şifreli yazı bile aynı dildendir. İnsanların başka diller konuşabilecekleri aklının ucundan bile geçmez, kasaba civarına yerleşmiş Çingenelerin farklı bir dil konuştuklarına inanmaz. Dokuz yaşındayken sakinlerinin bir kısmının Almanca konuştuğu sınır kasabasında "düşman dili"nin varlığını öğrenir. Almanca düşman dilidir çünkü Macarlara Avusturya hakimiyetini hatırlatmaktadır ve o dönemde ülkelerini işgal eden Nazi ordusu da Almanca konuşmaktadır.
Savaştan sonra bir başka "düşman" dil gelecektir ülkeye. Artık Rusça zorunlu ders haline gelmiş, diğer yabancı dil dersleri yasaklanmıştır:
"Kimse Rusça bilmiyor. Almanca, Fransızca, İngilizce öğretmenleri birkaç ay boyunca hızlandırılmış Rusça dersleri alıyorlar ama dili öğrendikleri yok aslında, öğretmek gibi bir istekleri de yok. Her halükarda öğrencilerin öğrenme arzusu da yok.
Ulusal bir fikrî bir sabotaja, kendiliğinden gelişen, önceden planlanmamış pasif bir direnişe tanıklık ediliyor.
Sovyetler Birliği coğrafyası, tarihi ve edebiyatı da aynı isteksizlikle öğretiliyor. Okullardan cahil bir nesil yetişiyor."
Ülkesi "düşman diller" tarafından fethedilirken, Agota yirmi bir yaşında İsviçre’nin Fransızca konuşulan bir kasabasının kapısına dayanır. Artık bir mültecidir o, dilini bilmediği bir ülkede dilsizliği, ümmiliği deneyimleyecektir.
SANATÇININ BİR GÖÇMEN OLARAK PORTRESİ
John Berger, 1919’da sosyalist Bela Kun hükümetine karşı gerçekleştirilen karşı devrimden sonra ülkesini terk eden, dilini bilmediği İngiltere’ye iltica eden Macar ressam Janos Lavin’in hikayesini anlattığı 'Zamanımızın Bir Ressamı'nda Lavin’in Macarca yazdığı günlüğünü 'Sanatçının Bir Göçmen Olarak Portresi' olarak adlandırır.(2) Lavin Moskova yerine, hâlâ sosyalizm için mücadele edebileceği bir ülkeye gitmeyi seçmiştir. Adorno’nun "sakat" olarak adlandırdığı mülteci aydınlardandır artık:
"Sendikaların ya da otomobil trafiğinin yapısını ne kadar iyi bilirse bilsin, kendisi için her zaman anlaşılmaz kalacak bir ortam içinde yaşıyordur mülteci aydın; yanılmaya, yolunu şaşırmaya yargılıdır hep. Kitle kültürünün tekelci ortamında kendi bireysel varoluşunu sürdürmek için giriştiği çabalarla nesnel ve sorumlu bir çalışma arasında aşılması imkânsız bir uçurum vardır. Kendi dili elinden alınmış, bilgisini besleyen tarihsel boyut da budanmıştır. Bu tecrit durumu, üyelerine güvenmeyen, farklı olarak damgalananlara düşmanca davranan kapalı siyasal grupların oluşmasıyla daha da ağırlaşır. Toplumsal ürünün yabancı uyrukluların payına düşen kısmı her zaman yetersizdir ve bu yüzden de genel rekabetin içinde kendi aralarında umutsuz bir ikincil çekişmeye girmek zorunda bırakır onları. Kişide izi kalmaması imkansızdır bunun. Dolaysız güdümün alçalışından muaf kalabilmiş adam bile, özel bir leke olarak taşır bu muafiyeti: Toplumun yaşam süreci içinde, gerçeğe değmeyen, hayali bir varoluş."(3)
Bu hayali varoluş içinde Lavin sanat galerilerinin, koleksiyonerlerin arasında gezinirken sosyalist bir sanatın nasıl olması gerektiği üzerine kafa yorar; arkasında bıraktığı yoldaşının kurşuna dizildiğini öğrendiğinde ise devrimin ne olduğunu, ihanetin ne anlama geldiğini sormaya başlar. Fabrikalar üzerine şiir yazılması gerektiğini savunan Laszlo, "sanatının arkasına gizlenerek sosyalizmin düşmanları için çalışmak"la itham edilmiştir. Lavin günlüğünde sorar: "Ne kadar suçlusun Laci?" Bu sorunun cevabını bulsa rahatlayacaktır sanki. Laci suçluysa devrim aklanacaktır. Lavin, "Sanatçı bir labirenti bize otoyol gibi gösterebilmelidir" diye yazar günlüğüne. Belki de sosyalizm düşmanları o labirente gizlenemesinler diyedir, kim bilir…
DEVRİM DOĞAÇLAMAYI SEVMEZ
"Ne kadar suçlusun?" sorusunun cevabını veremez Lavin ama kendince arkadaşının ölümüne bir açıklama getirmeye çalışır:
"Bir devrimi sağlamlaştıranlar bazen farklı türde insanlardır. Liderleri eski devrimciler olabilirler. Ama kendileri -memurlar, polisler, belediye görevlileri- kendilerinin vicdanları belki hiçbir zaman sınanmamıştır. İşbirliği yapmak istemeyen eski burjuvazinin inadıyla karşılaşırlar. Etkin devrim karşıtlarının acımasızlığı çıkabilir karşılarına. Dik kafalı sayısız insanın sosyalizme saldırdığını sanabilirler. Doğaçlamadan korkmaya başlarlar."
Savaş sonrası enkazı kaldırmakla yükümlü devrimin belli ki acelesi vardır ve tahammülü giderek azalmıştır. Ne kadar suçlusun sorusunun cevabı bir devrimin vicdanını da aklayacaktır aynı zamanda. Aceleci adımların görmezden geldiği, bir otoyol olarak göstermeye çalıştığı labirentin içinde kaybolan doğaçlama itirazların sorusudur bu.
TELEVİZYONDAKİ MÜLTECİLER
Kristof bir gün haberlerden on yaşında bir Türk çocuğunun anne babasıyla İsviçre sınırından geçerken soğuktan ve yorgunluktan öldüğünü öğrenir. İlk önce herhangi bir İsviçrelinin vereceği tepkiyi verir: "İnsanlar yanlarında çocuklarıyla ne cesaretle böyle maceralara atılabiliyorlar?" Oysa 1956 Kasım’ında kendisi de kucağında dört aylık kızıyla bir insan kaçakçısının peşine düşmüştür. 21 yaşına kadar yaşadığı hayatı, günlüğünü, şiirlerini, bir veda bile etmeden ayrıldığı ailesini ve hepsinden önemlisi bir halka olan aidiyetini geride bırakmıştır. Artık yurtsuz ve dilsizdir.
İsviçreliler "komünizm hayaleti"nden kaçan mültecileri bağırlarına basarlar adeta. Yol kenarlarına dizilip mültecilere çikolata, portakal, sigara ve para verirler. "Bu durum bizlere artık toplama kamplarını değil, daha ziyade hayvanat bahçelerini hatırlatıyor" diye yazar Kristof. Avrupalılar komünizmden kaçanlara karşı hep güler yüzlü, "toplumsal ürün"den mültecilerin payına düşen payı vermeye hep hazırdırlar. Komünizmin halktan esirgediği çikolatalar, pastalar, ne varsa… Karşılığında onlardan o ucube yaratığa dair korkunç hikayeler anlatmalarını beklerler. Sanayiciler mülteciler arasından kol işçisi seçmek için gelirler sık sık. Ve artık Lavin gibi, Kristof’un da cevabını asla bilemeyeceği bir sorusu vardır:
"Ülkemi terk etmeseydim nasıl bir hayatım olurdu? Daha zor, daha yoksul sanırım ama daha az yalnız, daha az parçalanmış, mutlu belki de."
Kim bilir belki de yatılı okulun yalnız gecelerinde diline düşen o şarkıda dendiği gibi: "Dün, daha güzeldi her şey."
Ve belki de bu yüzden 'Önemi Yok'ta o enfes öykülerin birçoğu yitirilen geçmişi anlatır. Bir daha dönülmeyen evleri (“Ev”, “Kuzey Treni”), terk edilmiş şehirleri…(4) Zaten Adorno da "Ev, geçmişte kalmıştır" dememiş miydi? Toplama kampları, çalışma kampları, savaşların yersiz yurtsuz bıraktığı insanlar, harabeye çevirdiği şehirler, kasabalar… O sıcacık çatılar yerini gelip geçici barınaklara bırakmıştır.
Geçmişte kalan evler, Kristof’un öykülerinde dile gelip yolcuları durdurmaya çalışırlar, gitmemeleri için yalvarırlar ama nafile. O görkemli şehir ışıklarının örttüğü çöle varmıştır bile kafile. Kapitalizmin özgür birey seraplarını göreceği çöle.
"Buraya gelirken bir şeyler bekliyorduk. Beklediğimiz neydi bilmiyorduk ama kesinlikle bu değildi: Bu kasvetli işgünleri, bu sessiz akşamlar, bu değişime kapalı, sürprizsiz, umutsuz, donuk hayat. Maddi olarak eskisinden biraz daha iyi yaşıyoruz. Bir yerine iki odamız var. Yeterince kömürümüz ve yiyeceğimiz var. Yine de kaybettiklerimize göre çok ağır bir bedel.”
FABRİKADA ŞİİR YAZAR...
'Üçüncü Yalan’da Klaus matbaada çalışırken daha rahat şiir yazdığını söyler.(5) Makinelerin o tekdüze sesi ahenk ve imge doğurmaktadır. Agota da fabrikada çalışırken şiir yazar. Makineler insanların birbirleriyle konuşmalarını engellese de o ölümcül ritimleriyle Agota’nın aklına yeni dizeler düşürmektedir. Kim bilir belki de okul yatakhanesinde bırakılan o eski şarkıdır makinelerle birlikte söylenen:
Dün, daha güzeldi her şey,
Ağaçlarla şarkılar,
Saçlarında rüzgâr
Ve açılmış avuçlarında Güneş.
Agota Kristof beş sene boyunca okuyup yazamadığı bir dilde roman yazıp bir yayınevinin kapısını çalar en sonunda. Artık 'Büyük Defter'in yazarıdır o. 'Zamanımızın Ressamı' ise Londra’da açtığı sergiden bir hafta sonra hiçbir iz bırakmadan çekip gitmiştir. Lavin, Agota Kristof’un dönmek istediği ülkeye döndüğünde ne olduğunu romanın anlatıcısı da söylemez bize.
Şimdi evlerini, ülkelerini, ailelerini, geçmişlerini, tarihlerini geride bırakan göçmenler var her yerde. Kimsenin mülteci kafilelerine çikolata, sigara, para uzattığı, onları dinlediği yok, bu kez anlatacakları hikayeler komünizm canavarına değil, neo liberal düzene dair olacağı için belki de…
1. Agota Kristof, Okumaz Yazmaz, Çev. Feyza Zaim, İstanbul: Can Yayınları, 2023.
2. John Berger, Zamanımızın Bir Ressamı, Çev. İlknur Özdemir. İstanbul: SİA Kitap, 2020.
3. Theodor Adorno, Minima Moralia, Çev. Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, İstanbul: Metis Yayınları, 2005.
4. Agota Kristof, Önemi Yok, Çev. Feyza Zaim, İstanbul: Can Yayınları, 2023.
5. Agota Kristof, Büyük Yalan, Kanıt, Üçüncü Yalan, Çev. Ayşe İnce Kurşunlu, İstanbul: YKY, 2010.