YAZARLAR

Okumuş bir işçi soruyor…

Türkiye’de her şey sertleşiyor ama bir şey de giderek netleşiyor. Giderek yoksullaşan bir emekçi sınıf kitlesi ve iktidarın emekçi sınıflar karşısındaki konumlanışı. Basın da televizyon kanalları da hakkını arayan maden işçilerini görmezden gelse de ülke kapitalizmin gerçek çelişkisinin diğer tüm çelişkileri gölgeleyeceği gerçekliğine doğru kürek çekiyor…

Son bir haftadır ısrarla ülkedeki tüm yazılı ve görsel basını (becerebildiğim ölçüde) izlemeye çalışıyorum. Aslında uzunca süredir ruh sağlığımı korumak için mümkün olduğunca “yandaş basını” izlemekten imtina ile kaçtığımı belirtmeliyim. Bana göre geldiğimiz aşamada ülkede gazete okumak, TV izlemek sağlığa mugayirdir. Geçen haftaki inadımın bir nedeni Erdoğan’ın kültür ve sanat alanında yeteri kadar mesafe kat edemedikleri yönündeki tespiti, diğer nedeni ise maden işçilerinin Ankara’ya yürüyüşüydü.

Erdoğan’ın muzdarip olduğu kültür sorunu da maden işçilerinin yürüyüşü de “yandaş” basında “bir tespit, bir olgu” vaziyetiyle yer aldı. Kültür konusunda ne söyleyebilirler ki… Estağfurullah biz varken asla falan mı? Ya da maden işçileri için “haklı mücadelenizi destekliyoruz” türü bir açıklama mı? Elbette değil. Aslına bakarsanız Theodor Adorno’nun Kültür Endüstrisi olarak tanımladığı propaganda makinası kendi izleğinde iyi çalışıyor. Elinize aldığınız neredeyse her gazete, izlediğiniz her TV kanalı Akdeniz’de ilan edilen Navtex, haddini bilmeyen Yunanistan, Azerbaycan denklemini çözecek olan Türkiye, zihinsel noktada tedaviye ihtiyaç duyan Macron, kiminle dans ettiğini bilmeyen Amerika ve benzeri haberlerle içine düştüğümüz korku toplumunu besliyor. Ülke yedi düvel ile savaşıyor ve bize bizden başka dost yok… Lakin “biz”i tanımlamak da giderek güçleşiyor.

Kültür endüstrisinin dişlileri “tıkır tıkır” çalışırken ülkenin meclisinden tüm emekçileri ilgilendiren bir yasa da “sessiz sedasız” çıkıverdi. İşsizlik Sigortası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkındaki Kanun Teklifi TBMM’nin Plan ve Bütçe Komisyonu'nda “bir gece yarısı” kabul edildi. Düzenlemelerin ayrıntılarına girmeyeceğim ama işin özü şu (1): 25 yaş altı ve 50 yaş üstü çalışanlar kıdem tazminatı haklarını kaybedecekler ve emeklilik süreleri uzayacak…

On sekiz yıldır iktidarda olan partinin adı iki kavram üzerine kurgulanıyor: Adalet ve kalkınma. Kalkınma kavramı her ne kadar iktidar partisi tarafından (neoliberal geleneğe uygun bir şekilde) “ne pahasına olursa olsun büyüme” şeklinde yorumlansa da bu işin en önemli kısmının kültürel ve kurumsal kapasitenin iyileşmesi olduğu bilinen bir gerçek. Erdoğan’ın kültür konusunda ki tespitine kulak verecek olursak ülkenin “kalkınamadığı” gerçeğini kabul etmiş oluruz. Adalet ise sadece “yargı bağımsızlığı” düzeyinde tanımlanabilecek bir kavram değil. Tarihsel köklerine bakacak olursak adalet kavramının düşünsel içeriğinin çalışma yaşamı üzerinden şekillendiği görülecektir. Kapitalist toplumda bu kavramın özünde ücret ve emekçi sınıfların kazanılmış hakları vardır. Bu hakları yok sayan bir adalet kavramı ise içerik olarak boşaltılmış “ahlakçı” bir yaklaşımdan ibarettir. Elbette bu ahlakın sahibi de toplumun bütünü değil burjuvazidir. Kısaca söyleyecek olursak Türkiye emekçi sınıflarına sunulan adalet, bu düzenlemeyle burjuvazinin ahlakına teslim edilmiştir. Burjuvazinin bu açıdan ahlakı ise merkezinde kâr tutkusu olan pragmatik bir gerçekliktir.

Konu emek piyasalarındaki düzenlemeler olur da Marx olmadan olur mu? Elbette olmaz. Marx’ın bu konudaki düşüncelerini Senem Oğuz’un yeni çıkan “Türkiye’de Yedek İşgücü Ordusu: Kriz, İşsizlik, Ücret” adlı çalışmasından hareketle paylaşmak istiyorum. İşgücü verilerinin sürekli olarak revizyona tabi olduğu günümüzde Senem Oğuz, Marx’ın tanımlamalarından hareketle işsizler kitlesini (Marx’ın yedek işgücü ordusunu) yetkin bir şekilde analiz ediyor ve Türkiye kapitalizminin emek rejimi hakkında güçlü öngörüler oluşturuyor. Aşağıda sunulan Senem Oğuz’un analizi ve benim elbette katıldığım onun tespitleridir (2).

Oğuz bizi öncelikle AKP döneminde yapılan düzenlemeleri hatırlamaya çağırıyor. Hatırlayalım. Kasım 2002’de iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin emek piyasalarına ilişkin ilk düzenlemesi 10 Haziran 2003'te İş Kanunu'nda yapılan değişikliklerle gerçekleşiyor. Bu kanunla özel istihdam bürolarının kurulması ve bu büroların iş sözleşmeleri yapması kabul edilmiş oluyor. Böylelikle geçici işçilik ilişkilerinin kurumsallaşmasının önü açılarak, sözleşmeli taşeron işçi kiralama, esnek ve güvencesiz çalışma biçimlerinin yaygınlaşması yasalaşmış oluyor.

Çok geçmiyor 2004 yılında özelleştirmelerle işlerini kaybeden işçilerin 4-C olarak bilinen “geçici personel” statüsü ile bir yıldan az süreli ve geçici çalışmaları yasalaşıyor. Madem hatırlamaya başladık TEKEL’in British American Tobacco’ya 2008 yılında satılışını, 10 bin 818 TEKEL işçisinden 8 bin 247’sinin iş akdinin feshedilişini ve tabii TEKEL işçilerinin 4-C düzenlemesine 4 Şubat 2010 tarihinde ülke çapında başlattığı toplu işi bırakma eylemlerini de unutmayalım.

Bitmiyor; bu düzenlemeleri İŞKUR tarafından “Toplum Yararına Çalışma Programı” adıyla 2009 yılında uygulamaya konulan ve İş Kanunu’ndan doğan hiçbir hakkı olmayan, en fazla asgari ücretli ve en çok dokuz ay süreli çalışma koşulları izliyor. 2016 yılında ise özel istihdam bürolarının işçi kiralama alanları genişletilerek, işletmenin asıl işlerinden sayılmayan faaliyetlerinde en fazla dört aylık kısa süreli esnek çalışma tanımı işlerlik kazanıyor.

Elbette hepsi “toplum” yararına yapılıyor… Şimdi gelinen aşamada ise işçilerin temel kazanımlarından biri “kıdem tazminatı” tarih oluyor. İnsanın bu düzenlemenin ardından “toplum yararına başka ne yapılabilir ki?" diye sorası geliyor. Fiilen sınırlanmış olan grev ve sendika hakkının yine “toplum yararına” rafa kaldırılması olamaz mı?

Dişlinin işleyiş mekanizmasını Senem Oğuz Marx’a referansla çok iyi tanımlıyor:

“Sömürü biçimleri farklılaşıp, işgücü piyasası kavramları karmaşıklaşırken emek sürecinin bulanıklaşması, Marx’ın kapitalist üretim biçiminin işçi sınıfı üzerindeki etkilerini sermayenin genel yasası olarak tanıtmasını bir kez daha önemli kılmaktadır. Sermayenin bu genel eğilimini kapitalizme özgü nüfus yasası olarak tanımlayan Marx, nispi artı nüfus ve yedek işgücü ordusu kavramlarıyla kapitalizmin bir yandan sermaye biriktirirken, diğer yandan sermayenin ihtiyaçlarına göre fazlalık haline gelen bir nüfusu da biriktirdiğini analiz etmektedir. Bu analize göre işsizlik, kapitalizmin varlık ve devamlılık koşulu olarak zorunlu bir sonucudur ve sermaye birikimi bir yandan çalışan ve çalışmaya zorunlu olan nüfusu arttırmaya yönelirken bir yandan da bu nüfusun bir kısmını sürekli olarak bu araçlardan yoksun bırakmakta, emeğin kontrol edilmesi ve denetim altına alınmasını sağlamakta, bu anlamda yoksulluğu da biriktirmektedir.”

Marx'ın kapitalist emek piyasalarına yönelik çözümlemelerinin merkezinde, emekçiler için “çalışmanın” zorunluluk olduğu ve iş sözleşmesinin doğasının eşitsiz mübadeleye tabi olduğu kapitalist toplumsal gerçeklik yer almaktadır. İşsizliğin kaynağı (Malthusçu yaklaşımın aksine) biyolojik olarak fazla nüfus değildir, sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan fazla olan nüfustur.

Eğer Marx haklıysa, Türkiye’de bir yanda siyasal iktidarın biyolojik olarak “çoğalın” çağrısını diğer yanda ise sermayenin fazla nüfus algısını düşünelim… Yaman ikilem değil mi?

Marx, Kapital’de yedek işgücü ordusunu oluşturan nispi artı nüfusu, akıcı, saklı ve durgun artı nüfus ve nüfusun "en dipteki tortusu" olan sefalet alanındaki yoksul artı nüfus şeklinde dört bileşene ayırıyor.

Akıcı kategorisi makineleşmeyle, değişen yatırım alanlarıyla ve benzeri nedenlerle işlerinden çıkarılıp ihtiyaç halinde (çoğunlukla daha kötü şartlarda) işe alınanları kapsamakta, bu anlamda sermaye birikimine bağlı çevrimlere göre işgücü piyasasına çekilip salınabilen bir kitle özelliği taşımaktadır. Saklı kategorisi, özellikle tarım alanlarının tasfiyesiyle topraktan kopan kitlelerin işçileşme sürecini yansıtmaktadır. Diğer taraftan durgun artı nüfus, oldukça düzensiz ve kötü şartlar altında çalışan nüfusa karşılık gelmektedir. Bu kitle çalışma sürelerinin olabildiğince uzun, ücretlerin olabildiğince düşük olmasıyla kapitalist sömürünün geniş tabanı haline gelmekte ve sermayeye her an "bitip tükenmez bir emek gücü deposu sağlamaktadır”. Son olaraksa yoksul artı nüfus; serseriler, suçlular, seks işçileri gibi lümpen proletarya ("tehlikeli sınıflar”) dışında kalan, çalışabilecek durumda olan yoksulları; morali bozulmuş olanları, iş bölümü nedeniyle uyum yeteneğinden yoksun kalmış çaresizleri, zavallıları, iş kazası geçirip sakat kalanları kapsamaktadır. Marx bu son kitleyi “aktif işgücü ordusunun hastanesi” ve yedek işgücü ordusunun safrası olarak nitelemektedir.

Önemli olan bu yapının durağan olmadığıdır. Sermaye bir taraftan kendisi için sürekli bir fazla nüfus yaratırken diğer taraftan da bu nüfusun kendi içindeki hareketliliğini sürekli kılmaktadır. Sermayenin genel ortalama emeğe vaadi “aktif işgücü ordusunun hastanesinden” daha fazlası değildir. Bu hastanenin gerçekliğinde adalete ve kültüre yer yoktur.

Rakamların diline girmek istemiyorum. Ülkedeki genç işsizleri düşünün, kendi ülkesini terk etmek isteyen genç insanları, iş bulma umudunu yitirmiş, işgücü istatistiklerinde “gönüllü” işsizlik mertebesine terfi etmiş insanları düşünün, Marx haksız mıydı?

İktidar yaptığı yollar ile, ördüğü beton duvarlarla övünedursun. Sorulmaz mı kim yaptı bunları? Elbette sorulur ama belki de bu soruyu en güzel soran Okumuş Bir İşçi Soruyor şiiriyle Bertolt Brecht olmuştur (3).

Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar
Çin Seddi bitince?

Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kim zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
ama ödeyen kimler harcanan paraları?

İşte bir sürü olay sana
ve bir sürü soru.

Türkiye’de her şey sertleşiyor ama bir şey de giderek netleşiyor. Giderek yoksullaşan bir emekçi sınıf kitlesi ve iktidarın emekçi sınıflar karşısındaki konumlanışı. Basın da televizyon kanalları da hakkını arayan maden işçilerini görmezden gelse de ülke kapitalizmin gerçek çelişkisinin diğer tüm çelişkileri gölgeleyeceği gerçekliğine doğru kürek çekiyor…

1- Düzenlemenin ayrıntıları için bkz.
2- Kitap raflara çok yeni yerleşti. Bende basılmış hali henüz ne yazık ki yok. Ama Senem’in Mülkiye’de Benan Eres’in danışmanlığında hazırladığı tezi ve tezin basım için düzenlenmiş örneği elbette mevcut. Bu nedenle yazıda Senem’den alıntılayarak sunduklarım kitaptan olmadığı için sayfa referansları veremiyorum.
3- Bu şiirin bence dilimizdeki en güzel yorumunu Fırat Tanış yaptı. Dinlemenizi öneririm.


Ahmet Haşim Köse Kimdir?

1960 Samsun doğumlu. Lisans ve yüksek lisans eğitimini ODTÜ İktisat bölümünde, doktorasını Hacettepe Üniversitesi İktisat bölümünde tamamladı. 2000 yılında A.Ü Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Uluslararası Ticaret ve Kalkınma kürsüsünde yardımcı doçent oldu. Bu kürsüde sırasıyla doçent ve profesör olarak görev yaptı. 7 Şubat 2017’de bu kürsünün başkanıyken 686 sayılı KHK ile görevinden atıldı. İlgi alanı politik iktisat üzerine yoğunlaştı. Türkiye’de toplumsal sınıf haritaları, gelir bölüşümü, kalkınma alanlarında çok sayıda ortak ve kişisel çalışmalar yaptı. Evrensel ve Sol gazetelerinde dönemsel olarak yazıları yayınlandı. Karaburun Kongresi’nin düzenleyicilerinden biridir.