Olaylara Fransız kalmak...
Halen pandemi süreci hakkında yaptığı sert açıklamaları aklımızdayken, Zürich Festivali'nde ‘Kariyer’ Ödülü kazanan Fransız oyuncu Juliette Binoche, aslında söylemleri kadar sosyal sorunlar karşısındaki duruşuyla de ne kadar farklı bir yerde durduğunu kanıtlıyor.
Ülkesinde belli bir kariyer ve üne kavuşmuş birçok Avrupalı yönetmen ve oyuncu, eğer fırsat yakalarlarsa Hollywood sinemasında da şansları denemek isterler. Bazıları, bu ‘deneyimden’ hiç hoşnut kalmaz ve kariyerinin gidişatının (maddi açıdan olmasa da) belli şablonlar arasında sıkışıp kalacağını hisseder ve ağzında biraz ekşi bir tatla, ülkesine dönüp çalışmaya orada devam eder.
Bir diğer grup ise bu ‘geçişi’ çok rahat bir şekilde sağlar ve (en azından başlarda) kendisini çok tatmin etmeyecek rolleri kabul etmek pahasına kariyerine burada devam eder. Yine aralarından bazıları, ‘geldiği’ ülkeyi unutmaz ve rolleri arasında ‘Avrupa filmleri/ Hollywood filmleri’ dengesini kurmayı başarır.
İspanya gibi bazı Avrupa ülkeleri sineması, bu ‘değişime’ daha rahat ayak uydursa da bazı başka ülkelerin oyuncularında durum bu kadar basit olmaz. Örneğin Fransız oyuncular ülke dışında tanınsa da genelde ‘Fransız kadın veya adam’ rolünü kabul etmek zorunda kalırlar. Yakın döneme bakmamız gerekirse, örneğin Olivier Martinez ister bir mafya babasını oynasın ("SWAT") isterse de trajik bir aldatma olayındaki ‘sevgili’ olsun ("Unfaithful") hem ismiyle hem karakteriyle hep ‘Fransız’ kalır. Monica Bellucci bir Fransız filminde de, Hollywood filminde de İtalyandır, en azından ‘İtalya kökenlidir’. Benzer bir durum için Gerard Depardieu veya Catherine Deneuve gibi isimleri de sayabiliriz.
Uluslararası platformda ‘konuşmayan’ bir rolle giriş yapan Jean Dujardin (‘The Artist) ve önemli Hollywood filmlerine usulca sızan Lea Seydoux gibi isimler, bu alışageldik tutumu biraz kırsalar da, kuşkusuz bu alanda en istisnai örnek olarak Juliette Binoche’u gösterebiliriz…
Juliette Binoche, kuşkusuz her sinemaseverin tanıdığı, kariyeri ve yeteneği ortada, gerçekten büyük hatta ‘yıldız’ sayılabilecek bir aktris. Ancak son zamanlarda sadece filmleriyle değil daha önce bir yazımızda değindiğimiz Covid salgını üzerine sert açıklamalarıyla da dikkat çeken bir isim gibi duruyor. En son Zurich Film Festivali'nde Kariyer Ödülü kazanan Binoche, diğer Fransız meslektaşlarının aksine, hem kariyerinde attığı adımlar hem de doğru bir ‘zamanlama’ sayesinde klasik ‘Fransız kadın’ rollerinden sıyrılmakta başarılı oldu.
Her ne kadar daha önce birkaç dikkat çeken Fransız filminde oynamış olsa da Binoche’a asıl çıkışını getiren film, Andre Techine’nin yönettiği "Rendez-vous" (1985) olmuştu. Bu filmle bütün dikkatleri üzerine çeken ve 1986 Cesar Ödülleri'nde adaylık kazanan Binoche, ardından başka bir ülkede şansını denemeden, Fransa’daki kariyerini sağlamlaştırmaya devam etti. Michel Serrault ve Michel Piccoli gibi o dönemin önemli Fransız oyuncularının karşısında boy gösterdiği "My Brother-in-law killed My Sister" ve uzun süre bir iş birliği kuracağı Leos Carax’ın "Mauvais sang" filmi Binoch’u belki de tam Fransa dışında aranan ‘yeni star’ mertebesine yükselten filmler oldu. Binoche, yapılması en doğru şeyi yaptı ve Daniel Day-Lewis gibi muazzam bir oyuncunun yanında, çok önemli ve beklenen bir filmle (‘’Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği") Hollywood’a oldukça genç bir yaşta (22 yaşında) adım atmış oldu. O dönemler İngilizcesi oldukça kısıtlı olduğu halde (çekim sırasında çoğu zaman çevirmen yardımı aldı) bu büyük rolün altından başarıyla kalktı. Buna karşılık bu başarının büyüsüne kapılmadı ve birçok genç oyuncunun yapabileceği gibi başka önemli bir Hollywood filminde rol aramak yerine, hayatı boyunca asla tam olarak kopmayacağı Fransız sinemasına dönüş yaptı.
Bizce bu erken ‘dönüş’, hem onu hızlıca ‘tüketebilecek’ Hollywood sisteminden korudu hem de onun, sonrasında birçok önemli Avrupalı yönetmenin kendisini yakın hissedebileceği bir isim olmasını sağladı. Birkaç sene sonra tekrar Leos Carax’la çalıştığı "Les Amants du Pont-neuf", sinematografik açıdan tam bir başarı olsa da çok uzun ve yorucu geçen çekim süreci, Binoche’un birçok önemli rolü reddetmesine yol açtı.(Sonradan beraber çalışacağı Kieslowski de bunlardan biriydi!)
1992 yılında Binoche, zamanının geldiğini düşünerek tekrar ülke dışında şansını denemek istedi ve belki de kariyerinin ender hatalarından birini yaptı. Halbuki Londra’da çekilen film bir başyapıt olmak için her şeye sahipti: Beyazperdeye uyarlanan roman, Emily Bronte’nin en önemli eseri ‘Uğuldayan Tepeler’di, başrolü paylaşacağı isim ise Ralph Fiennes’dı. Projeden çok hoşnut ayrılmayan oyuncu, durumu hemen büyük yönetmen Louis Malle’in yönettiği "Damage"de rol alarak düzeltmeye çalıştı. (Gerçi Binoche, bu çekimde de problemler yaşadığını söyler).
Ancak bizce burada en önemli noktalardan birisi, Binoche’un asla iddialı bir projeye ‘eklenen’ bir Fransız güzeli gibi durmamasıdır. Binoche, çoğu zaman yabancı erkek oyuncularla başrolü paylaşıp (Fiennes, İrons…), güzelliğini olabildiğince geri plana atarak ‘enigmatik’ ve derinlikli karakterler çiziyordu.
Özetlememiz gerekirse Binoche, kariyerini genelde dengeli bir şekilde yönetti. Gerektiğinde kendini yeterince gösteremeyeceği projelerde, büyük Amerikalı yönetmenlerin tekliflerini geri çevirdi (Steven Spielberg!) ve bu, yine de Kieslowski, Jean Paul-Rappenau, Andre Techine (tekrar) veya Haneke gibi çok büyük Avrupalı yönetmenlerle çalışmasının önünü tıkamadı. Ancak asla Avrupa’ya saplanıp kalmadı, gerektiğinde "The English Patient" gibi filmlerde boy gösterip, Oscar Ödülü kazandığı bile oldu.
Her ne kadar yer aldığı bazı projeler beklentileri boşa çıkarsa da bunların sayısı oldukça azdı ve Binoche, hem oyunculuk yeteneğiyle hem de eşsiz tebessümü ve adeta içimizi ısıtan ifadesiyle şimdiden seyircilerin hafızasında ciddi bir iz bıraktı.
Bütün bunların yanında zaman zaman yaptığı politik açıklamalara da bakarsak kendisini sadece bir oyuncu gibi değil aynı zamanda bir ‘kişilik’ olarak da dile getirdiğini fark edebiliriz. Başka bir deyişle, Binoche kendisinin aksine, ne sinemaya ne de gündeme hiçbir şekilde ‘Fransız kalmamış’ durumda….