Ölçmenin ekonomi politiği
Ölçmenin iktisatçılar üzerinde yarattığı etki, diğer araştırmacılar (doğa bilimler daha çok) üzerindeki etkisinden bir ölçüye kadar farklılaşır. Çünkü ölçüm, içeriğinden bağımsız olarak iktisatçı için aşırı bir güven alanı yaratır. Bu da ölçülen değerin sosyal ilişkilerden geldiğini unutturma işlevi görür.
Ensar Yılmaz*
Dünya genelinde pandemi dönemine ait iktisadi değişkenlerin ölçüm problemlerine dönük birtakım tartışmalar yapıldı. Türkiye’de de uzun süredir temel istatistikî ölçümlere duyulan güvensizlik tartışmalarına, pandemi koşullarında açıklanan işsizlik rakamlarının mevcut gerçeği yansıtmadığı tartışmaları eklendi. Ben de bu yazımda bu tartışmalardan esinlenerek iktisadî ölçümlerin daha genel olarak neyi ifade ettiklerini tartışmak ve bunu da daha çok büyüme ve işsizlik etrafında ele almak istiyorum.
İktisadın içeriği, büyük oranda neyin ölçülmesi gerektiği kararı ile başlar. Ölçülen şeyin kararı da ölçenlerin değer yargılarına dayanır. Eğer insan refahındaki değişimin, milli gelirdeki değişimle ölçüleceği düşünülürse ekonomik büyüme ölçülür ve bu dikkate alınır. Ölçme aynı zamanda neyin değerli olduğuna dair bir yönlendirme de içerir. Eğer büyümeyi ölçüyorsak herkes büyüme konuşur. Thomas Piketty ve Branko Milanovic’in eşitsizliği daha detaylı şekilde ölçmeleri eşitsizliği daha konuşulur hale getirmiştir. İktisat bilimini diğer sosyal bilimlerden ayrıştıran nedenlerden biri, iktisatta ölçmenin daha yoğun bir şekilde yapılıyor olmasıdır. Bunda, iktisadi alanın ölçmeye uygun maddi bir içeriğe (fiyat ve miktar) sahip olmasının yanında, bilimsel olma kaygısının iktisatçıda yarattığı ölçme dürtüsüdür, çünkü iktisatçı için ölçme bir var olma biçimidir.
Ölçme, hipotezleri test etme imkânı verdiği için Poperyen anlamda daha bilimsel olma imkânı yaratır. Dahası iyi ölçüm, iyi analiz yapmayı da kolaylaştırabilir. Fakat iyi ölçüm yapmak yetmeyebilir, ölçüm için teori, yani kavramsal bir çerçeve gereklidir; çünkü teorisiz bir ölçüm “ampirik yanılsamalar”a hep açık hale gelecektir. Kant’tan esinlenerek şunu söyleyebiliriz: Ölçme olmadan kavramların boş, kavramlar olmadan ölçmenin bir kör dövüş olacağı muhakkak. Ölçmenin iktisatçılar üzerinde yarattığı etki, diğer araştırmacılar (doğa bilimler daha çok) üzerindeki etkisinden bir ölçüye kadar farklılaşır. Çünkü ölçüm, içeriğinden bağımsız olarak iktisatçı için aşırı bir güven alanı yaratır. Bu da ölçülen değerin sosyal ilişkilerden geldiğini unutturma işlevi görür. Ölçülen şeyin maddi sembolleri (fiyat ve miktar gibi), bunların girift, kaygan ve öngörüsü zor sosyal ilişkiler bağlamında ortaya çıktığı gerçeğini baskılar. Oysa, fiyatı ölçülen şey, bir malın materyal değerinden ziyade bir ilişkinin iktisadi temsilidir. Diğer yandan, ölçümün “kapatma etkisi” dediğim bir etki de devrededir. O da ölçümün kendisi, ölçemediğini dikkate almama eğilimi yaratır, bu anlamda araştırmacının ilgi alanını daraltır, kapatır. Böylece ölçtüğümüz şeyler aynı zamanda, ölçemeyeceğimiz veya daha az ölçebildiğimiz şeyler üzerindeki ilgiyi azaltır. Bu da kaybettiğimiz şeyi karanlıkta bulamayacağımızı düşünerek aydınlıkta aramakla yetinmek gibidir. Bu yüzden, iktisatta ölçümün yaygın kullanımı bence bir ölçüye kadar önemli bir başarıdır fakat kendi başarısının kurbanı olma potansiyelini hep taşır.
Makro düzeyde iktisadi ölçüm aslında devlet odaklı bir ihtiyaçla başladı ve bu mikro düzeyde ölçmeye göre (18-19. yüzyıldaki fayda ölçme çabaları gibi) daha eskiye dayanır. Bunun tarihini 1660’lara, William Petty’in devletin ülke (İngiltere) savaş potansiyelini ve vergi imkanlarını görmek için toprak, nüfuz, gelirler ve harcamaları hesaplama çabasına kadar götürmek mümkün. Bu yüzden devlet (state) kelimesi ile istatistik (statistics) kelimesi aynı kökenden gelir. Belli bir ölçüye kadar mikro düzeyde ölçüm yapmak kolayken, ölçüm makro düzeye çekildiğinde daha ciddi bir problem ortaya çıkar. Yani bir malın fiyatını ölçmek veya bir firmanın üretimini hesaplamak daha kolayken, mal demetlerini temsil eden bir fiyat oluşturmak (indeks) veya tüm ülke üretimini (milli gelir) ölçmek çok daha zorluk içerir. Bu anlamda makro değişkenlerin ölçülmesinde ölçümün kapsamı, güvenilirliği ve data problemleri sürekli tartışılır.
Ulusal milli gelir hesaplamaları 1930’larda başladı ve 1950’lerden itibaren de kullanımı dünya genelinde yaygınlaştı. Bu çabanın iktisadi bunalım ve savaş dönemlerinde ortaya çıkması, devletin ölçmede rolünü tekrar görmek açısından ilgi çekicidir. Başlangıçta devletin, ülkenin üretim potansiyelini görme kaygısı için kullandığı ulusal milli gelir zamanla, toplumsal refahı temsilen kullanılmaya başlandı. Fakat bunun ciddi sorunlara neden olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Çevreyi önemseyenler örneğin, büyümeye (üretime) bu kadar vurgu yapmanın gezegenimizi daha fazla tehdit ettiğini ifade etmeye başladılar. Sosyal refahı üretime indirgemeye itiraz edenler, iktisadi refahın mutluluğu artırmadığını, bu yüzden de ulusal gelirden çok “ulusal mutluluğun” dikkate alınması gerektiğini belirtmeye başladılar.
Büyümeden herkesin eşit oranda faydalanmadığını düşünenler, gelir dağılımı kaygılarını daha fazla öne çıkardılar. Büyümenin kapsayıcı olmamasının sosyal uyumu zorlaştırdığını, zengin ve yoksul farkını arttırdığını bunun da ciddi tüketim eşitsizlikleri yarattığını belirtiler. Amartya Sen’in de ifade ettiği gibi, iktisadi kompleksliği, milli gelir gibi, bir rakamla elde etmek bayağılıktır ve bir silaha bir şişe sütten 1000’lerce kat değer veren bir ölçüt insanlığın gerçek refahını ölçmede ciddi sorunlar yaratır. Pandemi döneminde insanların refahının birbirinden nasıl ayrıştığını, milyonlarca insanın yaşadığı zorluğun başkalarının zenginlik kaynağı olabileceğini görüyoruz. Kaynakların yeterli olduğu ama bunun belli ellerde toplandığını vurgulayan insan sayısı her geçen gün daha da artmaktadır. Vladimir Lenin’in dökülen saçını referans göstererek, bolca var ama dağılımı kötü benzetmesinde olduğu gibi eşitsiz kaynak dağılımı “toplumsal hased”in yayılmasına neden olmaktadır. Diğer yandan, büyümeye önem verilse dahi, bunun niteliğine vurgu yapanlar aşırı borçlanmaya dayalı büyüme dinamiğinin krizlerle ortaya çıkan yıkıcı etkilerini öne çıkardılar. Büyümenin kendisi bu anlamda “toplumsal risk” kaynağıdır ve bu, çoğunluğu fakirleştiren bir nitelik kazanmaktadır. Dahası ekonomiye bu kadar değişim yüklemek ve değişimin de çoğunluğun lehine olup olmadığını bilmemek aslında Stuart Mill’den bu yana ekonominin huzursuzluk yaratan ve bitmek bilmeyen dinamizminin bir “durağan durum”a dönüşmesi gerektiği düşüncesi hep dillendirildi.
Tüm bu kaygılar sosyal refahı yeniden sağlıklı bir şekilde ölçmek için birtakım teşebbüsleri beraberinde getirdi. 1990’larda başlayan ve içinde Amartya Sen gibi ünlü iktisatçıların da olduğu Birleşmiş Milletler (BM) kapsamında “insani gelişim indeksi” geliştirildi. Sadece geliri dikkate almayan bu indekse, sağlık, beklenen yaşam süresi ve eğitim gibi konular da dahil edildi. Milli gelirin toplumsal refahı temsilen kullanılmasına dönük benzer bir kaygıdan hareketle yeni göstergeler oluşturmak için, 2008 yılında dönemin Fransa Başkanı Nicolas Sarkozy’nin başkanlığında ünlü iktisatçılardan oluşan bir komisyon kuruldu (Stiglitz-Sen-Fitoussi Komisyonu). Komisyon 2009 yılında nihai raporunu yayınladı. Ve görünen o ki daha iyi bir refah göstergesi için bu tür çabalar devam edecektir.
İşsizlik, önemli bulduğumuz ve bu yüzden ölçtüğümüz diğer bir iktisadi değişkendir. İşsizlik istatistikleri de milli gelir gibi büyük oranda Büyük Bunalım dönemine ait çabaların ürünüdür. 1930’larda ABD'de her dört kişiden birinin işsiz olduğu bir dönemde devletin bu durumdan hareketle işsiz insan sayısını merak etmesi ile işsizlik ölçümü başladı. 2020 yılında pandemi gibi nitelik olarak daha farklı bir krizde insanlar ciddi gelir kayıplarına uğrasa da bu, resmi işsizlik rakamlarına pek yansımadı. Bu yüzden pandemi döneminde, çok sayıda iktisatçının dile getirdiği gibi, işsizliğin ölçümü işten çıkarmaların yasaklanması ve işgücüne katılımın düşmesinden dolayı problemli bir hale geldi. Fakat burada zorunlu bir durumun bir göstergeyi anlamsızlaştırmasının ötesinde, bunu göstergenin içeriğine daha fazla odaklanmamıza imkân vermesi gibi de değerlendirebiliriz. Çünkü işsizlik oranı içeriği açısından oldukça problemli bir tanımdır. Bu tanımda, işsiz sayılmamak için bir saat çalışmak yeterlidir, iş aramaktan yorulup vazgeçenler veya iş bulamayacağını düşünenler işsiz sayılmaz veya yine bu tanımda insanların işlerinden mutlu olduklarına, hangi koşullarda çalıştıklarına ve aldıkları ücrete bakılmaz.
Pandemi öncesinde 2019 yılında Avrupa Birliği’nde (AB-27) mevcut tanımla işsizlik oranı yüzde 7 civarındaydı. Bu oran İtalya, İspanya, Yunanistan ve Fransa’da sırasıyla yüzde 10, yüzde 14, yüzde 19 ve yüzde 8,5 düzeyindeydi. Oysa enflasyon ortalaması sadece yüzde 1 civarındaydı (yaklaşık 30 yıldır gelişmiş ülkelerde enflasyon ciddi bir problem değildir). Fakat herkes biliyor ki işsizlik düzeyi resmi işsizlik rakamlarının gösterdiğinin çok ötesindedir. Sorunu anlamak için daha gerçekçi ve kapsayıcı istatistiklere ihtiyacımız olduğunu çok insan kabul etmeye başladı. Bu yüzden 2017 yılında Avrupa Merkez Bankası’ndaki ekonomistler “emeğin atıl kullanımı” (labor underutilization) diye nitelendirilen yeni bir gösterge geliştirdiler. Çünkü bu gösterge, istihdam-altı çalışan ve iş arama şevki kırılanları da dahil eden bir göstergedir. Bu oran Avrupa Birliği’nde mevcut işsizlik rakamının iki katı kadardır. Bu durum gelişmiş ülkelerde dahi emek piyasalarındaki durumun ciddiyetini göstermesi açısından oldukça önemlidir.
İşsizlik oranı tek bir rakam olarak görüldüğünde, içinde toplumun zayıf kesimlerinin iş piyasasındaki durumları, ilgili ölçümler yapılsa bile, pek dikkate alınmaz. Tek oran hegemonyası zihnimizi kapatır. Oysa bu grupların emek piyasasındaki durumunu anlamak için istatistiklerimiz vardır, örneğin bu Türkiye gibi ülkeler için 'kadınların işgücüne katılım oranı'dır ve doğu-batı arasındaki istihdamdaki bölgesel eşitsizlik düzeyleridir. Dünya geneli için bu, gençler arasındaki işsizlik düzeyidir. Genç işsizliğinin Avrupa ortalaması (AB-27) yüzde 15 civarındadır. Fransa’da yüzde 20, İtalya yüzde 31, İspanya’da yüzde 33, İsveç’te yüzde 19, Türkiye’de yüzde 25 civarındadır. Gençler arasındaki bu yüksek işsizliği onların tecrübesiz olmaları ile açıklanamaz, iktisadî sistemin iktisadî değer yaratmak için emek gücüne yeni katılan gençlere daha az ihtiyaç duyduğunu göstermektedir.
İktisadın ve özellikle Keynesyen iktisadın en önemli konularından biri “iş döngüleri”dir (konjonktürel dalgalanma). İş döngüleri özünde “işsizlik döngü”leridir. Aşağı ve yukarı yönlü döngüler işsizlik rakamlarına yansır. Daha sert aşağı yönlü hareketlerde, yani krizlerde, bu çok daha keskin bir şekilde işsizliğe yansır. 1980’lerden itibaren izlenen piyasa fundamentalizmine dayalı politikalar bankacılık ve borç kriz sayısında ciddi bir artışa neden olmuştur. Özellikle 1970'lerin sonundan itibaren 2017 yılına kadar, dünya genelinde toplamda 151 banka krizi, 236 döviz krizi ve 74 tane devlet borç krizi yaşanmıştır. Bu krizlerin önemli bir kısmında işsizlik rakamları zirve yaptı. Her kriz, iş anlamında aldığını vermediği gibi verdikleri de uzun zaman almaktadır. Bu da milyonlarca insanın işlerine daha geç ve daha az sayıda geri dönmeleri anlamına gelir.
Dünya genelinde son dönemde oluşan krizlerle baş etmek için izlenen iktisat politikası büyük oranda para politikasıdır. Bu da faiz oranları ile talebi ve dolayısıyla istihdamı etkileme şeklinde bir mantığa dayanır. Bu anlamda makro iktisat para politikasına indirgenmiş durumdadır. Eğer politikacılar işsizliği sadece para politikasına (veya maliye politikası) havale ederlerse iki temel şeyi gözden kaçırırlar: (i) işsizliğin sadece talep kaynaklı olan kısmına odaklanmış olurlar. Oysa işsizlik kriz dönemleri hariç, bir talep problemi olmaktan çıkmaktadır. Kriz dönemleri sonrası dahi ekonomilerin daha yüksek işsizlik patikasına oturduklarını görebiliyoruz. Örneğin, Türkiye’de 1990’larda işsizlik oranı yaklaşık yüzde 7 ve büyüme yüzde 4 civarındayken, 2001 krizi sonrası 2003-2007 döneminde büyüme yüzde 7 civarındayken bile işsizlik 1990’lı yıllardan daha fazladır ve yaklaşık yüzde 10’dur. Yani büyüme işsizliği düşürmemiştir, bunun daha yapısal bir işsizlik olduğu görülüyor. (ii) çalışanların yaptığı işlerin niteliği piyasaların insafına terkedilmiş olur. Bu yüzden emek piyasasında daha az sayıda ama nitelikli işlerde çalışanlar ile çok sayıda ama niteliksiz işlerde çalışanlar arasındaki polarizasyonu anlamak güçleşir.
Son dönemlerde emek talebi ile iktisadi değer yaratma arasındaki bağın oldukça zayıfladığını görüyoruz. Dünya genelinde bunu emeğin toplam gelir içindeki payının azalmasında da görüyoruz. Thomas Pikkety’nin süper-star dediği CEO’ların, şarkıcıların ve sporcuların gelirlerini çıkarırsak bu azalma çok daha net görülür. Bu anlamda emek gelirleri arasında da ciddi bir polarizasyon vardır. Çoğu insan geçim düzeyinde emek geliri ile asgari düzeyde geçinirken, daha küçük bir grubun emek geliri oldukça yüksektir. Bu gelişmede, büyük oranda değişen üretim teknolojileri ve değişen üretim coğrafyalarının etkisi olduğu açık. İmalat sanayinin Asya ülkelerine (özellikle Çin) kaymış olması, Batı’da ve gelişmekte olan ülkelerde sanayide çalışanların işinden olmasına ve ücretlerinin baskılanmasına neden olmaktadır. Buna ilave olarak, üretim teknolojilerinin otomasyona daha da yönelmesi emek talebini daha da azaltmaktadır. Bunun için Türkiye’den basit bir örnek vermek bile yeterlidir. Peak Games şirketi geçen aylarda 1,8 milyar dolara yabancı bir şirkete satıldı. Çok kısa sürede inanılmaz bir değere ulaşan bu firmada sadece 100 kişi çalışmaktadır. Piyasa değerleri 1 trilyon doları geçen Apple’da çalışan insan sayısı sadece 76 bindir, Google’da 54 bindir. 1980’lerde bugünkü fiyatlarla AT&T şirketi bu değerin yarısı kadar altındayken bile çalıştırdığı insan sayı 820 bin civarındaydı. Tüm bu örnekler ekonomik değer üretmek için eskisi gibi emeğe ihtiyaç duyulmadığını göstermektedir.
Firmaların teknoloji ediminde girdiği rekabetin uzun dönemde emeği daha fazla devre dışı bırakma potansiyeli vardır. Firmaların kendi aralarındaki rekabeti, kendi amaçlarını aşan bir şekilde kendilerini de eksik taleple tehdit etmektedir. Bu yüzden de iki yönlü etkiyi (işsiz insan ve eksik talep) gidermek için evrensel gelir tartışmaları gündemdedir. Elon Musk’ın direkt emeği ikame etmeye yönelen çabaları, ki merkezi olmayan sermaye birikiminin yarattığı etkiyi göstermesi açısından temsili bir Marx karakteridir, bir bilim kurgu konusu olarak güzel olabilir ama bu daha fazla işsiz insan anlamına gelmektedir. Literatürde “Luddite çelişkisi” olarak nitelendirilen durum da artık devre dışıdır. Buna göre yeni teknolojilerin geçici olarak işsizlik yaratsa bile uzun dönem yeni iş kolları ile işsizlik eski konumuna geri dönecektir. Fakat günümüz teknolojinin niteliği çok daha farklıdır. Yeni açılan iş alanları da direkt otomasyon tehdidi altındadır, yani yeni iş alanları da robotlar ya da makineler tarafından yapılacağından istihdam çok büyümeyecektir. O yüzden ABD şirketlerinin son dönemlerde ülkelerine geri dönmeleri (reshoring) yeni iş imkanlarında ciddi artışlara neden olmamaktadır. Dolayısıyla iktisatçılar arasında gelişen “inovasyon guruluğu”nun daha insani bir alana yönelmesi gerekir, ekonomiye sadece firma ve verimlilik ölçütleri ile bakmak yeterli değildir.
Sonuç olarak, büyüme sosyal refahın ölçümü olarak kullanıldığında, ortaya çıkan negatif dışsallıklar (çevre tahribatı), kompozisyonu (silah-süt ayrımı önemsizleşir), dinamiği (sürdürülebilirliği) ve kapsayıcılığı (gelir eşitsizliği) gibi problemler göz ardı edilir. Benzer olarak sadece işsizlik oranının öne çıkarılması durumunda durağan ücretler, emek gücüne azalan katılım, azalan iş üretme potansiyeli, kriz sonrası toparlanmanın uzaması, artan meslek polarizasyonu, büyüme-işsizlik bağının zayıflaması ve artan yarı-zamanlı işler gibi sorunlar ihmal edilmektedir. Bu yüzden her iki ölçümün kapsamı gerçek insani refahı içerecek şekilde genişletilmeli ve gerçek refahı perdeleme işlevleri sona ermelidir.
*Prof. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü