Ölenle ölenler: Takyıldızların ardından
Her yaratıcı endüstride olduğu gibi müzik endüstrisi aslında müzisyen, şarkıcı, söz yazarı, besteci vb. şeyler olmak isteyip bir şekilde ol(a)mamış insanlarla doludur. Yurt dışında ve burada yıllarca çok yakından tanıdığım bu insan türünü kendimce “düşkün ruhlar” olarak nitelendiririm. Düşkün, çünkü bir şeyi çok sevenler, ona “düşen”lerdir bu grup. Düşkün, çünkü müziğe ve hissettirdiklerine muhtaçlardır. Düşkün, çünkü gece gündüz düş kurarlar, çocuksu, yeter ki arkada müzik olsun.
İçimizden birileri ölünce içimizden bir şeylerin de öldüğünü düşünmüşümdür hep. Hiçbir ölümün tek başına o kişinin ölümünden ibaret olmadığını da. Her ölüm çevresinden, yakınlarından, hatta uzaklarından bir şeyler alır götürür. Eksiltir ekseriyetle. Ama bazen çoğaltır da. Büyütür zira. Yine de içimizden birileri ölünce az biraz hepimiz ölürüz. Bizzat tanımadığımız ama eserlerini bildiğimiz, yaptıklarını dinlediğimiz veya seyrettiğimiz, yazdıklarını okuduğumuz, yarattıklarına kendimizi maruz bıraktığımız kişilerle birlikte içimizden birer parça da kopar gider. Bu hayatı tek başımıza, tek başımızın içinde yaşamıyoruz. Bir sürü hemcinsimizle birlikte, birden çok ruhta ve bedende yaşıyoruz. Değdiklerimiz bize de değiyor, bir şeyler el değiştirebiliyor. Ruhlar ruhları değiştirebiliyor. Hayatın en ilginç ve eğlenceli olduğu kadar korkunç ve karanlık taraflarından biri de bu belki.
Geçtiğimiz hafta sonu müziğin içerisinden üç kişiyi aldı götürdü. Dünyaca ünlü Japon müzisyen Ryuichi Sakamoto aslında 28 Mart’ta ölmüştü ama resmi duyurusu menajerleri tarafından hafta sonu yapıldı. Müziğine ve hayatını yakından bilmesem de derinden hissettiğim “Ars Longa, Vita Brevis” (“Sanat uzun, hayat kısa”) felsefesine bağlı bir “müzik düşünürü” olduğunu bilirim. Kendisi ve hayatıyla ilgili Koray Soylu’nun bu etkileyici makalesi çok daha fazla bilgi ve iç görü sunuyor.
Aynı hafta sonu, dünyanın gelmiş geçmiş en önemli, etkili ve saygın müzik insanlarından biri olan Seymour Stein da vefat etti. Stein’i Amerika’da müzik sektöründe çalıştığım yıllarda tanımış, birkaç kez ayaküstü sohbet etme fırsatı bulmuştum. Böylesi koca insanlarla genç yaşlarda geçirdiğiniz her dakika veya paylaştığınız her cümle ömre bedel gibi gelir. Mr. Stein da böyle hissettirmişti o dönemde bir müzik endüstrisi çaylağı olan bana. Ne de olsa kariyerinde Madonna’dan The Ramones’a, Depeche Mode’dan Ice-T’ye, The Cure’dan Ministry’ye, Echo and the Bunnymen’den Talking Heads’e uzanan çeşitlilik ve özgünlükte ismi keşfederek aynı çatı atında toplayabilmiş müzik profesyonellerinin sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. En son 2014 yılında gittiğim MIDEM panelinde onu dinlediğimde seneler önce bu işlere girmeye neden ve hangi güdülerle karar verdiğim, o gün biraz kararmış ruh halime rağmen hatırlayıp kendisine minnettar olmuştum.
Ve gelelim kemiğe en yakın olan kayba. Hayatının büyük kısmını ülkemizde müziğe ayırmış, başta müzik endüstrimiz olmaz üzere popüler kültürle haşır neşir birçok insanın tanıdığı Tolga Akyıldız’ı da geçen hafta sonu kaybettik. Tolga, benden daha eski arkadaşları ona Toti dese de ben çoğunlukla Togi derdim, Türkiye’ye döndükten hemen sonra 2005’te tanıştığım ve yıllar boyu profesyonel ve sosyal anlamda epey teşrikimesaide bulunduğum bir dostumdu. Tolga kendisine Takyıldız ve Takstar da derdi, yakışırdı bu isimler ona. Çok eski veya yakın arkadaş olmasak da birbirimizin varlığından duyduğumuz memnuniyeti birbirimize her zaman farklı şekillerde hissettirmiş iki yoldaştık. Pek yakın zamanda bir araya gelip hasbihâl etmek için de sözleşmiştik. Olamadı, maalesef, onun erken kalkması gerekti masadan. Ne tuhaftır ki, Türkiye’de genel anlamıyla “popüler” müzik alanında kapladıkları yer ve ifade ettikleri açısından çok benzeştiği, çok da yakın arkadaşı olan Çağlan Tekil’le aynı nedenle ve aynı ayda, hatta aynı ayın aynı haftasında, üç yıl arayla ayrıldı Tolga aramızdan. Bu tip şeylerin tesadüf olmadığını düşündüğümü söylediğimde etrafımdaki bir grup yakınım benle hemfikirken diğerleriyse güler geçerler böylesi “tesadüf”lere. Hayat, işte bunların aralarında bir yerlerde anlamlar bulmaya çalıştığımız, küt diye duruverince kavrayamayıp bakakaldığımız, karşısında acze düşerek durmaya çalıştığımız ve ne yaparsak yapalım bunu başaramadığımız bir yolculuk; kısıtlı ve kısacık, keyifli ve kasvetli.
Tolga’yla çok sayıda ortak arkadaşımız vardı, Çağlan’la olduğu gibi. Sanatçısından menajerine, gazetecisinden mekân işletmecisine, prodüksiyoncusundan plakçısına kadar Türkiye’de müziğin içinde, yanında, yakınında bulunan, çalışan hemen herkes. Çağlan’da olduğu gibi, bu ölüm bizlere yine bir avuç insan ve birbirine görünmez ağlarla bağlı bir topluluk olduğumuzu hissettirdi. Okyanus ötesinde bulunduğumdan katılamadığım cenazesinde bulunan sevgili dostum Selim Serezli’nin telefonda söylediği gibi, “bir avuç iyi insan”dık. Yaşlar ilerledikçe, Tolga’nın kırklarında veya oraları da geçen dönemdaşları olarak ölüm artık bir zamanlar olduğu kadar uzak değil hiçbirimize. Bu da düşündürüyor; keşke bazı payeleri birbirimize, başkalarına herkes hayattayken vermekte daha cömert olabilsek. Bir de kızgınlıkları ve kırgınlıkları bir kenara koyup hayatın iksirinde eritebilsek. Ama kendi söküğünü dikemeyen terzileriz hepimiz biraz, kendi pek önemli hayatlarımızı ilmek ilmek örmeye çalışırken iki ileri bir geri dikişleri dolaştırıp duruyoruz.
Her yaratıcı endüstride olduğu gibi müzik endüstrisi aslında müzisyen, şarkıcı, söz yazarı, besteci vb. şeyler olmak isteyip bir şekilde ol(a)mamış insanlarla doludur. Malzemenin kendisini yaratıp üretmek yerine yan sanayiye düşmüş olanlarla. Yurt dışında ve burada yıllarca çok yakından tanıdığım bu insan türünü kendimce “düşkün ruhlar” olarak nitelendiririm. Kendimi de bundan ayrı tutmuyorum. Düşkün, çünkü bir şeyi çok sevenler, ona “düşen”lerdir bu grup. Düşkün, çünkü müziğe ve hissettirdiklerine muhtaçlardır. Düşkün, çünkü gece gündüz düş kurarlar, çocuksu, yeter ki arkada müzik olsun. Ziyadesiyle hassas ve kırılgan oldukları gözlenir. Sahnenin üzerinde, mikrofonun başında olamayınca kimi kendini elinde kalem veya klavyeyle müzik yazarken, kimi stüdyoda kayıt, miks, aranjman, prodüksiyon yaparken, kimi konser veya kayıt işlerinde, yani organizasyon veya plak şirketlerinde, kimisi şarkıları teşkil eden sözlerin ve bestenin peşinde bir yerlerde, bazen de hepsiyle biraz haşır neşir ama sabahtan akşama kadar müzikle uğraşırken bulurlar.
Ortak özellikleri arasında sağlığına ve “sağ”lığına, yani hayatta kalmaya pek dikkat etmemek de bulunabiliyor. Burası, çoğunlukla benzer nedenlerden ölen, çoğu arkasında büyük acı ve çok daha büyük müzikal miraslar bırakan, müziğin yaralı ruhları müzisyenlerle en benzeşen yanlarıı diyebiliriz. Bu dünyanın hâkim düzenine ayak uydurmayı reddederken düzenin kıyısında kalan, güç merkezci kapitalist sistemin eleğinde elenerek oyunun dışına düşen, kendilerine bahşedilen yeteneği ve ışığı yansıtarak paylaşan müzisyenler. Bir şekilde bir şeylerin ters gideceğinin sinyalini verirler. Bakan görür, dinleyen duyar bir şeylerin teklediğini. Bunu o kadar çok yaşadım ve maalesef tekleyen şeylerin bir gün hepten durduğuna o kadar fazla şahit oldum ki düşünmekten korksam da düşünmekten alıkoyamadım kendimi hiç. Böyle sinyallerden birini, ki apaçık bir kırmızı alarmdı, inanması güç ama yine nisanın ilk haftasında, 29 sene önce 5 Nisan’da kendini vurarak göçmeyi seçen bir başka yaralı ruh Kurt Cobain’le karşılaştığımda hissetmiştim. Şubat sonlarıydı sanırım, Paris Orly havalimanında İstanbul uçağının check-in kuyruğundayken az ötede bir diğer Nirvana elemanı Krist Novoselic ile birlikte durduğunu gördüğümde dizlerim boşalır gibi olmuştu. Bir gece öncesinde Fransız televizyonunda bir programın canlı yayın konuğuyken seyretmiştim grubu. Promosyon turnesinin devamı için Roma’ya gitmek üzere uçağa bineceklerdi ve birkaç gün sonra, 3 Mart 1994’te Roma’da otel odasında komaya girecekti Kurt. Elimdeki 1984 romanını destek olarak kullanıp bir kağıt parçasına imzalarını alırken Cobain’in camlaşmış, bomboş bakan açık mavi gözlerini gördüğümde içimden bir şeyler geçmişti. Bu karşılaşmadan 1,5 ay sonra Seattle’daki evinde intihar etmişti.
“Geliyorum” diyen bu sonlardan çok fazla var. Başta müzik ve sinema olmak üzere sanatın göbeğinden çok sayıda zararlı alışkanlıklar, doz aşımı, intihar gibi nedenlerle ölümler gelir. Peki; alkolün, uyuşturucunun, kendini günden güne azar azar yok etmenin derindeki acılara, travmalara veya karanlığa çare amaçlı kullanıldığı var sayılır. Acıdan sanat doğar, sanat kırık kafadan beslenir. Hâkim görüş. Hep olmuştur, olmaya devam edecektir. Nerdeyse toplum tarafından kanıksanmıştır da. Spot ışıklarının altında, sahnelerin üstünde, alkışların zirvesinde, dinleyici ve izleyicilerin gönlünde tahtlar kurmanın verdiği haz ve tatminin diyeti gibi görülür hatta. Bu da tamam. Ama asla o tahtları oralarda kuramayacak düşkün ruhların azar azar veya aniden ölümleri bana daha trajik gelir. Seçilen yol, mükafatlar otobanının yan yoludur anca, sağdan kıyı kıyı gidilir, sahne tozu değil sahnelerde tozutanların tozları yutulur, sol şeritten atları alanlar Üsküdar’ı geçerken o atların nalları toplanır. Alanında, kariyerinde ne kadar saygınlığa ve başarıya sahip olursa olsun, yaralı ve düşkün ruh o nalları toplamak için eğildiği yerden hiç kalkamayabilir bazen. Bunlara çok benzer düşünceleri yine art arda birkaç müzik insanını yitirdiğimiz bir dönemde, A.B.D.’nin önde gelen iktisatçılarından Alan Krueger’ın Rockonomics (Türkiye’de “Müzikonomi” adıyla yayımlandı) adlı kitabından yola çıkarak yazdığım yazıda paylaşmıştım.
Ölenle herkes biraz ölür. Yakınındakiler birazdan biraz daha fazla ölür. Ölenle ölünmez derler ama bal gibi ölünür. İsteyen ölmesin ama bile isteye de ölünür bazen. Hakikaten sanat uzun, hayat kısa. Tolga da, birçoğumuz gibi, bunu bilen ve içselleştiren bir yerden çıkmıştı yolculuğuna. Üniversitede psikoloji eğitimi aldığındandır belki, insan ilişkileri iyiydi Togi’nin. Herkes onu çok sevmişti. Bu kısıtlı ve kısacık yolda, mükafatlar otobanında yarattıklarınla değil de yan yollarda insanlara temasla kazanılan sevgi daha hakikidir her zaman. Kişiyi olduğu insandan ötürü sevmek, yazıp çizdiği, söylediği oynadığı şeyden ötürü beslenen hayranlıktan evladır. Bu yüzden şanslı ve kalıcı yıldzlardan bence Takyıldız. Acaba o da öldüğünde daha dinleyecek çok ama çok fazla müzik olduğuna, bir daha dünya kulağıyla hiç müzik dinleyemeyeceğine hayıflanıyor muydu en çok, benim gibi?