YAZARLAR

Olimpiyat Oyunları spordan başka her şey mi?

'Olimpiyatın en büyük vaadi düzenlendiği şehre turizm geliri, spor kültürü, altyapı yatırımı gibi şeyler getireceğidir. Bu her zaman çok büyük bir yalan olarak karşımıza çıkıyor. Jules Boykoff’un örneğin ‘şölen kapitalizmi’ diye bir kavramı var, buna göre olimpiyat gibi coşkulu organizasyonlar için alınan ve geçici olduğu söylenen tedbirler çoğunlukla kalıcı olur. Parti bittiğindeyse kentin en yoksul ve dışlanmış kesimleri olimpiyatın maliyetini üstlenmek zorunda kalır.'

Açılışıydı, kapanışıydı, “tartışmalı” sporcularıydı derken Paris’teki iki haftalık olimpiyat maratonu sona erdi. Olimpiyat oyunlarının, benzer büyük spor organizasyonları gibi, uluslararası katılımla yapılan spor müsabakaları toplamından ibaret olmadığı ortada. Olimpiyat oyunlarını birçok disiplinin penceresinden bakarak yorumlamak gerek bu sebeple. Spor bilimi, diplomasi, siyaset bilimi, ekonomi, sosyoloji, sosyal psikoloji, tarih, sosyal antropoloji, vb… Biz de spor kültürü ve tarihi konusunda çalışan Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi hocalarından Yavuz Yavuz’la henüz biten bu etkinlikleri sportif boyutunun dışına çıkarak değerlendirmek istedik.

Funda Şenol: Yavuz senin doktora tezin, olimpiyat oyunları gibi büyük spor organizasyonlarına ev sahipliği yapma hazırlığı sırasında gerçekleştirilen kentsel dönüşümlerin politik hegemonya inşası için nasıl kullanıldığına dair. Paris 2024 Olimpiyat Oyunları henüz nihayete ermişken gel seninle genel bir değerlendirme yapalım. Ama müsabakalara odaklanmayalım bu sefer. Organizasyon faaliyetlerine ve bunun politik, kentsel, diplomatik ve turistik etkilerine bakalım. Sporun ihtişam ve ritüellerle beslenen güçlü ideolojik boyutunu da görmüş oluruz hem. Ne dersin?

Yavuz Yavuz: Tabii. Öncelikle şunu söyleyeyim: Eric Hobsbawm’ın dediği anlamda bir icat edilmiş gelenek Olimpiyat Oyunları. 19. yüzyılın sonlarında bu fikir ortaya atılıp hayata geçirildiğinde Antik Yunan kökleriyle bağı kuruluyor ancak geçmişle kurulan neredeyse her bağ gibi bu da bugünü kurmaya dönük oluyor. Mesela modern Olimpiyat Oyunları’nın kurucusu Baron Pierre de Coubertin hem mensubu olduğu aristokrasinin hem de kendi ülkesi Fransa’nın iktidar kaybına tanıklık ediyor ve bunu restore etmek için böyle bir ritüel düzenlemek istiyor. Bu açıdan mesela Afrika ülkelerinin, kolonilerin olimpiyata katılmasına hiç karşı değil, bunun oradaki isyanları bastıracağını düşünüyor.

Baron De Coubertin

Funda Şenol: “Gelsinler de bir ezelim onları herkesin gözü önünde” yaklaşımı sanki. Peki, birçok mitik anlatıda olduğu gibi olimpiyat oyunlarının eski Yunan’a dayanan kökeninin çeşitli tevatürlerle abartılıp çarpıtıldığını söyleyebilir miyiz?

Yavuz Yavuz: Aslında Antik Yunan Olimpiyat Oyunları’nın modern versiyonuyla arasındaki bağ isim ve organizasyon şeklinden de öteye gidiyor, örneğin 1896’da Atina’da düzenlenen ilk oyunlara kadınların katılmasına izin verilmiyor, tıpkı antik dönemde olduğu gibi.

Funda Şenol: Olimpiyat oyunlarının hamasi, militer, ideolojik manipülasyon içeren boyutunun farkında olanlarımızın bile kendimizi müsabakalara bu kadar kaptırmamıza ne demeli!

Yavuz Yavuz: Evet, bu benim de kendi içimde çok yaşadığım bir çelişki ve milli takımlarla, ülkeyi temsil eden atletlerle nasıl bir ilişki kurmalı, sorusu sürekli aklımda. Her ülke kendi müesses nizamını yeniden üretmek için bunu kullanıyor ve bir şekilde protestoya da çok az izin verilen bir olimpiyat tahayyül ediliyor egemenler tarafından. Ama bence bunu bu kadar sevmemizin, bu kadar heyecanlanmamızın sebebi – tabii ki spora içkin duygulanımın yanı sıra – protestoyu da bundan bağımsız düşünemememiz. Olimpiyat her ne kadar egemen siyaseti yeniden tesis etmek için bir araç olarak kullanılmış olsa da ona karşı çıkmak ve alternatifler inşa etmek için de bir araç olarak kullanılmış çoğu zaman.

Mesela, Mexico City 1968’de erkekler 200 metre yarışında madalya kazanan Tommie Smith ve John Carlos’un siyah eldiven geçirdikleri yumruklarını kaldırarak Amerika’da siyahların insan hakları hareketiyle bağlantılı bir protesto gerçekleştirmeleri en bilinen örnek.

Daha yakın dönemden örneğin Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin (IOC) soruşturma tehditlerine rağmen protesto düzenleyen atletleri görüyoruz. Rio 2016’da erkekler maraton gümüşü kazanan Feyisa Lilesa’nın, Etiyopya’daki Oromo halkının zorla yerinden edilmesine karşı finiş çizgisini geçerken yaptığı protesto bunlardan biri. Tokyo’da da Amerikalı gülle atmacı Raven Saunders madalya podyumunda bir protesto yapmıştı. Direnişin bu şekillerde çatlaklardan sızması da bizim olimpiyata kulak kesilmemizi sağlıyor.

Lilesa ve protestosu

Funda Şenol: Çok beklenmedik, travmatik şeyler de olabiliyor olimpiyat oyunlarında. Kalıcı sakatlıklar, kavgalar, protestolar. Mesela, sürgelen Filistin-İsrail çatışmasının bir neticesi olan 1972 Münih Olimpiyat Oyunları katliamı. Spielberg’in çektiği Münih filmini izlediğimde çocuktum. Hala etkisinden kurtulamıyorum. Bazen olimpiyat oyunlarına bazı ülkeler kabul edilmiyor veya kendi istekleriyle çekiliyorlar. Bu yıl içinde bu tür örnekler hangileri?

Yavuz Yavuz: Rusya kabul edilmedi, zaten 2015’te atletizmle ilgili çıkan bir doping raporundan dolayı Rus atletler kendi bayrakları altında yarışamıyorlardı, önce Dünya Atletizm Federasyonu onları askıya aldı, daha sonra olimpiyata kendi ülkeleri adına katılamamaya başladılar. 2016 ve 2021’de olimpiyat bayrağı altında yarıştılar. Ama 2022’de, Kış Olimpiyat Oyunları’ndan sonra Ukrayna’daki savaşın başlamasının ardından bütün uluslararası federasyonlar Rus ve Belaruslu sporcuları ihraç etmeye başladı. Paris’te de nötral bayrak altında yarışan 32 atlet vardı, Viyaleta Bardzilouskaya, örneğin Belaruslu trampolin cimnastikçisi, gümüş madalya kazandı. Ama bu atletlere de nasıl test edileceği belli olmayan bir “savaşa karşı olma” şartı sunuluyor.

Buna karşılık İsrail’in oyunlardan ihraç edilmesine dair talepler reddedildi. Ben bunu biraz ilginç buluyorum, mesela Montréal 1976’dan önce apartheid Güney Afrikası’na gidip orada maç yapan ragbi takımı yüzünden Yeni Zelanda’nın ihraç edilmesi talebi reddedilince – ki bu ne Güney Afrika’nın kendisiyle ilgili bir talep ne de ragbi o zamanlar olimpik bir spor – 34 ülke oyunları boykot etti. Tepkilerin bugün buraya varamaması beni şaşırtıyor.

Montreal 1976’yı boykot eden Afrikalı atletler geri dönmeye hazırlanıyorlar.

Funda Şenol: Sporcuların bedenlerinde taşıdıkları işaretler, aksesuarlar, kurallarla kısıtlı olmak şartıyla seçtikleri markalar, renkler, modeller de dikkat çekici. Hem dikkat çekmeyi, cezbedici görünmeyi sağlıyor. Ama bir yandan da çeşitli politik, inançsal ve kültürel göndermeler yapabiliyor bunlar. Aynı zamanda sporcuların birer süper stara dönüşmesinde etkisi olan unsurlar. Peki yasaklar neler senin bildiğin?

Yavuz Yavuz: Aklıma bir çırpıda böyle bir yasak gelmedi ama mesela oyunlara katılmayan ülkelerin bayraklarının yasak olduğu duyurulmuştu. Bu da uluslararası alanda tanınırlığı sınırlı olan yönetimlerin görünür olmasının engellenmesi anlamına geliyor. İnsanlar bu yasağın başta Filistin bayrağına dönük olduğunu düşünmüştü ama Filistin oyunlara katılıyor, kadınlar 800 metrede yarışan koşucularının Filistin bayrağı dövmesi vardı.

Funda Şenol: Aklıma Usain Bolt, Michael Phelps geldi yakın zamandan. Olimpiyat oyunlarının kendi yıldızlarını yarattığı söylenebilir. Beyaz ve siyah sporcuların, müreffeh ve yoksul ülkelerden gelenlerin, sporcuların politik görüşlerinin, özel hayatlarının, saymakla bitmeyecek birçok etkenin bu yaratım sürecinde etkisi olabilir.

Yavuz Yavuz: Tabii ki. Dağhan Irak’ın Pekin 2008 zamanından bir yazısı vardı, orada Michael Phelps’in nasıl bir dönemin yıldızı olduğundan bahsederken “Beijing 2008’in mesajı ‘sporcular insanüstü varlıklardır, onlar insanların toplumsal meseleleriyle uğraşmazlar’ oldu” diyordu. Hakikaten her olimpiyat kendi yıldızlarını üretiyor ve onlarla özdeşleştiriliyor. Burada da bu apolitizmin kendisinin egemen siyaseti yeniden ürettiğini ve onu muhalefetten soyutlamanın bir aracı olarak kullanıldığından bahsediyordu. Phelps, örneğin beyazdı, çok güzel bulunan bir bedeni vardı ve sekiz altın madalya kazanmıştı. Yıllar sonra bağlantılı yazdığı başka bir yazıda da Irak, futbolcu Megan Rapinoe’dan bahsediyordu, Donald Trump gibi aşırı sağ bir figürün iktidarda olduğu bir dönemde bir eşcinsel kadın sporcunun nasıl protestonun yüzü haline geldiğini ve bir yandan da bu dönemde sportif protestonun nasıl ticarileştirilmeye çalışıldığını anlatıyordu.

Böyle her dönem kendi yıldızlarını üretiyor. Mesela bu olimpiyat için bu kim olabilir diye düşünüyorum, bu olimpiyatın yapıldığı dönem de biraz tartışmamız gereken bir dönem. Sporun politik boyutunun en görünür olduğu dönemlerden biri, politikanın da spordan en fazla soyutlanmaya çalışıldığı dönemlerden biri. Sırıkla atlamada dünya rekoru kıran Armand Duplantis Paris’te ön plana çıkıyor, Fransızlar yüzücüleri Léon Marchand’ı ön plana çıkarıyorlar, yani bir yanda bir ulusal figür görüyoruz bir yanda da insanüstü hünerler sergileyen bir figür. Bu pandemi sonrası dönemde, gözümüzün önünde bir soykırımın yaşandığı, savaşların devam ettiği bir dönemde sporun politikadan soyutlanmasının da bir nebze başarıya ulaştığını düşünüp sorgulayabiliriz bence.

Phelps, arzu nesnesine dönüşmüşken

 

Bolt kendine has kutlama ritüeli sırasında

Funda Şenol: Bolt hem ten rengi, hem de 3. Dünya ülkesi sayılan Jamaika’dan gelen bir atlet olarak bedensel gücü, azmi, gözükaralığı ile bir vahşi hayvanla özdeşleştiriliyordu o zamanlar. Yetiştiği zorlu doğa koşullarının kazandırdığı bir güç ve dayanıklılığa, çevikliğe sahip biri gibi sunuluyordu. Phelps ise bir WASP, bir proje. Yüksek öğrenim gören, türlü imkanlar önüne serilerek yetiştirilmiş bir yüzücü. Spor dallarının bile itibar hiyerarşisi var hem. Ne dersin?

Yavuz Yavuz: Usain Bolt yüzmede başarılı bir sporcu olsa bu, müesses nizamı sorgulatan bir karşıtlık oluşturabilirdi. Çünkü yüzme havuzları tarihsel olarak beyazların siyahların girmesini engellediği spor alanları olarak ortaya çıkmış, bu nedenle olimpiyatta siyah yüzücülerin madalya aldığını görmek daha zordur. Buna karşılık Usain Bolt’un branşı olan sprintler daha çok siyah atletlerle özdeşleştiriliyor hatta, “onların genetiği buna yatkın” gibi ırkçılığa varan çıkarımlar da yapılıyor.

Funda Şenol: Olimpiyat oyunları bir ülkeye, bir ülke olimpiyat oyunlarına ne kazandırıyor? Her dönem ülke seçilirken neler dönüyor?

Yavuz Yavuz: Olimpiyatın en büyük vaadi düzenlendiği şehre turizm geliri, spor kültürü, altyapı yatırımı gibi şeyler getireceğidir. Bu her zaman böyle olmuştur ve bu her zaman çok büyük bir yalan olarak karşımıza çıkıyor. İlk oyunlar zaten yapıldıkları şehirlerde çok büyük değişikliklere yol açmıyor, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra spor mekanları kentin başat sembolleri olarak ön plana çıkıyor. Berlin 1936’da Nazi hükümetinin büyük stadyumları kendi iktidarının ve kudretinin bir göstergesi olarak öne çıkarması bunun zirve noktası. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılan şehirlerin yeniden kurulmasında sporun ve olimpiyat ev sahipliğinin bir motor güç haline geldiğini görüyoruz. Soğuk Savaş dönemi biterken de olimpiyat organize etmede özel sektörün payının giderek arttığını görüyoruz. Örneğin modern Olimpiyat Oyunları’nın yüzüncü yılı olan 1996’nın Atina’da düzenlenmesi beklenirken, Coca Cola’nın devasa sponsorluğu sayesinde ev sahipliğini ABD’nin Atlanta kenti alıyor.

Atlanta Olimpiyat Köyü’nde Coca Cola Parkı, 1996

Atina 2004’ün düzenleme maliyetinin Yunanistan’ın daha sonra karşı karşıya kaldığı borç krizinde etkili olduğu tartışılıyor. Bu açıdan ben yeni bir dönemde olduğumuzu da düşünüyorum, neoliberal kentleşmenin sağ hükümetlerin otoriter yönetimlerini perçinlemek için olimpiyat gibi büyük organizasyonlara ev sahipliğini bir araç olarak kullandığını daha çok görüyoruz. Jules Boykoff’un örneğin ‘şölen kapitalizmi’ diye bir kavramı var, buna göre olimpiyat gibi coşkulu organizasyonlar için alınan ve geçici olduğu söylenen tedbirler – bunlar özel sektöre vergi afları da olabilir, aşırı güvenlik önlemleri de – çoğunlukla kalıcı olur. Parti bittiğindeyse kentin en yoksul ve dışlanmış kesimleri olimpiyatın maliyetini üstlenmek zorunda kalır.

Funda Şenol: Paris 2024’ün şehre kattıkları ve şehirden aldıkları neler peki?

Yavuz Yavuz: Mesela Paris hep yeni stadyum ve salon inşaatını minimumda tutmakla övünüyor, ki çoğunlukla var olan mekânları kullanıyorlar gerçekten, örneğin Grand Palais’de eskrim müsabakalarını düzenliyorlar. Ama yine de kente maliyetinin az olduğu anlamına gelmiyor bu. Rio’da olduğu gibi evsizleri Paris’in dışına götürüyorlar ancak bu barınma sorununa kalıcı bir çözüm bulundu demek değil. İnsan hakları derneklerine göre bu insanların en az %60’ı oyunlardan sonra sokaklara geri dönecek. Bunun dışında mesela açılış töreni Sen Nehri’nde yapıldı, ilk defa kentle bu kadar entegre bir açılış töreni gördük ama bunun yapılabilmesi için korkunç güvenlik önlemleri alındı. Bunlardan bir tanesi, Sen Nehri’ndeki köprülerin altındaki mülteci kamplarının asker ve polis eşliğinde boşaltılmasıydı ve buralardan zorla çıkarılan insanlar geri dönemesin diye beton bloklar yerleştirildi. Kentin çok önemli bir kısmı için olimpiyat oyunları sadece kamu maliyetiyle görünür oluyor. Katılımın artmasını, daha demokratik bir spor ortamının tesis edilmesini önceleyen bir politika olması gerekirken, tam aksine her alanda olduğu gibi rantın ve ulusal hamasetlerin öncelendiği bir siyaset var.

Kapak fotoğrafı: 1972 Münih Olimpiyat Oyunları'ndaki rehine operasyonu


Funda Şenol Kimdir?

Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.