Ölü yıldızlara yaşamı götürecektik
İlk iki gece, ateşten çıngı gelir diye korkup meydan ateşine yanaşmamıştım ama zaten bir şekilde sabaha kadar herkes ayakta, yanmak kabil değil gibi görünüyor, ama donmak daha yakın bir ihtimal. Yanan varilin içine birkaç kütük daha atıp, yer yatağına uzanıyorum. Yıldızların altında en son böyle Atina’da uyumuştum, “çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman…”
Saatlerdir asfaltı delmeye uğraşıyoruz, karanlık, soğuk.
Hilti gelecek deniyor ama bir türlü gelmiyor. Hilti gelse, jeneratör lazım, jeneratöre benzin lazım. Birileri sürekli bunları organize etmek için koşturuyor.
2-3 saat çalışmanın sonunda bir tavayı yerleştirecek kadar bir oyuk yapabilmişiz. Binalar çürük ama asfalt sağlammış. Hilti şöyle dursun, bari bir murç olsaydı. Baltanın sivri tarafını asfalta tutup, keskin yüzüne balyoz ile vurarak asfaltı delmeye çalışıyoruz. Tam o sırada İspanyollar geliyor. Binayı dinliyorlar, bir takım cihazları binanın molozlarına tutuyorlar, tahmini ölü ve canlı sayısını binaya sprey boya ile kodluyorlar. İspanyolların yanında seter cinsi bir kurtarma köpeği bir de çevirmen var. Planımız basit, içeride bir anne ve küçük kızı iyi durumdalar, yoldan bodruma doğru, çaprazlamasına tünel açıp bodruma ineceğiz ve anne-kızı çıkartacağız. İspanyollardan birisi, elimizdeki balyoz ve balta düzeneğine bakıp biraz gevrek bir istihza ile, “fantastik” diyor.
Sonra nereden geliyorsa bir jeneratör ve hilti geliyor. Birkaç saatte göçükteki anne ve kız çıkartılıyor. Alkış kıyamet. Parktaki iptidai revire aktarıyoruz. Koşuşturma, yiyecek, sıcak çay. Anne pullanmış siyah vinil cüzdanından Nokia 11 telefonunu çıkartıyor, birisini arıyor, karşılık gelmeyince telefonu cüzdanına koyuyor. Laf açmak için, “kimi aradınız” diyorum “Kızımı aradım diyor, Maraş’ta kocada da”. Maraş'ta da deprem olduğunu ve bütün Türkiye’de hatların çalışmadığını o yüzden kızına ulaşamamasının normal olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Anne bir an telefon meselesini düşündükten sonra, kızının da göçükte ve ölmüş olma ihtimalini idrak ediyor. Hıçkırarak ağlamaya başlıyor. Teskin etmeye çalışıyorum, “çocuğu korkutmayın” filan diye saçmalıyorum ama nafile.
Sonra, şoka girmiş, boş gözlerle ortalığı seyreden kız çocuğu ile ilgilenmeye çalışıyorum.
-Evladım senin adın ne? Kaç yaşındasın?
-Demet. 8 Yaşındayım.
-Ne güzel ismin varmış, biliyor musun, benim de senin yaşında bir kızım var. Geçenlerde karne aldı, ona bi karne hediyesi aldım, senin karnen nasıl? Sana da hediye alayım ne istersin?
Demet, cevap vermeden boş gözlerle bana bakmaya devam ediyor. Elindeki meyve suyu paketini pipetten içmeye devam ediyor. Şoktan herhalde diye düşünüyorum. Annesi söze giriyor;
-O okula gitmiyor? Babası bizi terk edip gitti Suriye’de şimdi orda bi kadınla evlendi. Ben o bodrumda Kadir var akrabam onun yanına sığındım, gündeliğe filan gidiyordum. Biz zaten Kadir’in sığıntısıydık, kızımı okula nasıl göndereyim.
“Abla bi çaresi bulunur, sabah olsun bunları konuşalım” gibi bir şeyler geveliyorum. Anne bu kez de bodrum katında yan odada enkaz altında ezilip ölen, Kadir ve karısı için ağlamaya başlıyor.
Konuştukça sıvıyorum, artık susmam lazım. Biraz uyuyup dinlenmeli.
Sabah kalkıyorum, Demet ve annesi gitmiş. Kamp yerini dolanıyorum yoklar…
Kampın temeline çok güzel güneş vuruyor. Güneşlenirken, Fırat, Mamoste, Ali ve başka gençler geliyor, bunlar Demet ve annesini çıkartırken çalıştığımız ekip… Bir göçükte sabaha kadar çalışmışlar, Baran diye bir oğlan, annesi ile kucak kucağa. Annesi depremde oğlunun üzerine atlayıp kurtarmış onu ama kendisi ölmüş. Baran da iyiymiş, rakı balık severmiş, Mamoste söz vermiş, buradan çıkalım seni İstanbul’da rakı balığa götüreceğim demiş, fakat Baran kurtarılmasına az kala ölmüş. Fırat diyor, “anası şişti, oğlanı sıkıştırdı, ondan öldü”
Demet ve annesini çıkarmamızın üzerinden iki gün geçmiş, Fırat ve Mamoste, gençlerle eküri olmuş, hala göçükteki gibi tatlı tatlı Türkler-Kürtler didişmesindeler, Baran ve annesinin ölmesi meselesi de tuhaf bir şekilde buraya geliyor. Bana diyorlar sen ne diyorsun bu işlere, ben diyorum, “fotoğraf çekinelim”, ölüm var zulüm var. Kampın temelini arkamıza alıp bağrımızı güneşe verip bir fotoğraf çekiniyoruz. O esnada, bir minibüs geliyor üzerinde Fındıklı Belediyesi yazıyor.
Ben içimden Lazoğlu da bunların arasında mıdır diye düşünürken, kırmızı yanaklı, turuncu saçlı, konçları dizlerine kadar çekilmiş yün çoraplı insan azmanı gençler dolmuşun içinden iniyor. Bana gelip, “buranın yetkilisi kim” diye soruyorlar. Diyorum “yetkili işi biraz karışık”, ama diyorum “siz Fındıklı’dan mı geldiniz, benim İstanbul’da üniversiteden bi arkadaşım vardı Lazoğlu derdik, Fındıklı’dan neydi bu Lazoğlu’nun adı” derken, içlerinden birisi bir isim söylüyor, “yok o değil”, “o zaman Ozan’dır” “evet Ozan, ne bildin benim arkadaşım olduğunu”, “onun ben tipuni s… aynı senin tipundadır”, derken, arkamda Ozan beliriyor. İstanbul Üniversitesi’ne gelmeden Hatay’da bir süre kalmış, Armutlu benim mahallem elbette geleceğim diye ekibi toplayıp kalkıp gelmiş.
15-16 tane insan azmanı, bunlara uygun bir göçük bulmak lazım, Armutlu’da yürürken, dudağının uçuğu patlayıp yaraya dönmüş, elinde siyah poşet taşıyan bir kadın önümüzü kesiyor. “Siz kurtarma ekibi misiniz” diye soruyor, “evet” diyoruz. Kadın "Bir ricam var deyip başlıyor:
-Benim iki tane yeğenim var, onları kurtarmışlar çok şükür, şimdi hastanedeler, ama ablam öldü, ölüsünün yeri de belli şurada göçükte. İşte bu da ablamın kefeni, (elindeki siyah poşeti göstererek), ne olur yardım edin ablamı çıkartalım, gömelim, bir an önce yeğenlerimi alıp buradan gitmek istiyorum.
Kadın önde biz arkada bir göçüğe varıyoruz, göçüğün üstüne çıkıyoruz, göçük yer yer eşelenmiş, bir yerde sırtındaki ceketten erkek olduğu belli olan bir ceset yeri belli olacak şekilde açılmış ama çıkartılmadan bırakılmış. Kadına sizin ablanız nerde diye soruyoruz, “onun evi burası, buralarda olmalı” diyor. Belli ki, Lazların işi kadının dediği kadar kolay değil ama ben oradan ayrılmalıyım; Şükrü Hoca Kbyra antik kentinin kazı ekibi ile, tam teçhizatlı olarak gelmek üzere, ben onları karşılamak üzere oradan ayrılıyorum.
***
Kampta dördüncü gece, en sıcak yerin meydan ateşlerinin yanında yer bulmak olduğunu çözdüm. İlk iki gece, ateşten çıngı gelir diye korkup meydan ateşine yanaşmamıştım ama zaten bir şekilde sabaha kadar herkes ayakta, yanmak kabil değil gibi görünüyor, ama donmak daha yakın bir ihtimal. Yanan varilin içine birkaç kütük daha atıp, yer yatağına uzanıyorum.
O esnada birkaç genç, küfür kıyamet meydan ateşlerinin olduğu yere geliyor. Akşam bir adam gelmiş kampa, yaşlıca. Gençlere demiş şurada bir göçük var, içinde benim ailem, çocuklarım var, ses veriyorlar ne olur yardım edin. Gençler demişler, amca oraları biz biliyoruz ses veren göçük kalmadı emin misin, adam ısrar etmiş evet demiş. Sonra adam önde, gençler arkada düşmüşler peşine, adam gençleri bir göçüğe getirmiş, karanlık, in cin top atıyor. Adam demiş, gençler kurtarılacak şey benim ailem değil, bu göçüğün şurasında bir para kasası var, içinde de benim servetim var, kimseler gelmeden onu çıkaralım, parayı da sizinle paylaşayım. Gençler, küfür kıyamet adamı göçüğün altındaki serveti ile baş başa bırakıp ayrılmışlar.
Yıldızların altında en son böyle Atina’da uyumuştum, “çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman…” Sidar, Göksen, ben; “ölü yıldızlara yaşamı götürmek” istiyoruz. Şimdi “Karlı kayın ormanında”, ölümü düşünüyorum… Bir de, memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi?