Ölüler ülkesi yazıları... Alavere dalavere, Pleb Mehmet nöbete!
Plebler, sorunun sınıfsal olduğunu bir bakışta görüp anladılar, örgütlenip kendi teşkilatlarını ve meclislerini oluşturdular. MÖ 494 yılında Roma üç yerel kabile ile savaş halindeyken, meclislerinin aldığı karar gereği Pleb askerleri savaşmayı reddetti ve Mons Sacer (kutsal dağ) bölgesine çekildiler. Görüşmeler çok da uzun sürmedi; genel af, fakirlerin borçlarının silinmesi ve borçtan dolayı köle olanların özgürlüğünün geri verilmesi kararları cumhuriyetimize armağan olsun
Cumhuriyet peşinde koşmaya başladığımız bu yazı dizisinde yaklaşık 3 milyon yılı bir solukta olmasa da hadi iki-üç nefeste aştık diyelim. İki ayak üzerine dikeldik, alet ürettik, avlanmayı öğrendik. Sonra ateşi kontrol etmeyi başardık, konuşmayı öğrendik. Efendime söyleyeyim ilk köyleri kurduk; hayvanı evcilleştirdik, bitkileri kültüre aldık. Dokuması, seramiği, artı ürünü, ticareti, inancı, kenti, kralı, yazısı derken çağları bir bir arkamızda bıraktık. Nihayetinde Ege kıyılarındaki görkemli kentlerde felsefeyle, bilimle, sanatla uğraşırken bulduk kendimizi, ama nafile. İnsanoğlu tüm birikimine rağmen, devlet organizasyonunda hala sınıfta kalmayı – yani belli sınıfları tüm toplumun üstünde tutma saçmalığını – başarmaya devam ediyordu. Demek ki lazım olan bu birikim değilmiş, demek ki başka bir yere; geçmişi bu denli karmaşık, bu kadar yoğun olmayan bir coğrafyaya gözümüzü çevirmemiz lazım.
Efendim gelin sizi gezdireyim. Akdeniz denilen o büyük medeniyet havuzunun kıyılarında, adına bugün İtalya denilen bir ülkenin topraklarında, şöyle geçmişe bir yolculuk yapalım. Yaklaşık 1000 km. uzunluğunda ve 240 km. genişliğinde, çizmeyi andırır şekilde Akdeniz’e uzanan, doğusunda Adriyatik, batısında ise Tiren deniziyle çevrili, kuzeyde Alp Dağları ve içeride Apeninler ile hatırı sayılır yüksekliğe sahip bir yarımadadayız.
Geçirdiğimiz o birkaç milyon yıllık gelişim evreleri burada yok; burası üreten değil de hazır alan, öğreten değil de öğrenen bir konumda. Hepiniz Hıristiyan keşişi Joannis Cassiani’nin o ünlü deyimini bilirsiniz; “Ex Oriente Lux” yani "Işık Doğudan Yükselir". Biz ise şu an Batıdayız. İnsanın neredeyse tüm gelişim evrelerinin bugün Afrika ve Asya topraklarında geçtiği düşünüldüğünde, Batı’nın ancak birkaç bin yıl sonra bu gelişmelerden haberdar olduğunu, bilinen çağları geriden takip edebildiğini söylemek en doğru yaklaşım olacaktır. Mesela Yakındoğu’da MÖ 9000 civarında görülen evcil buğday, Avrupa’ya 2-3.000 senede ancak ulaşır. Yine Mezopotamya’da MÖ 4. binyılın sonunda kent ortaya çıkarken, aynı şehirleşme yapısını İtalya kıyılarında bundan ancak 2500 yıl sonra yaygın şekilde görmeye başlarız. MÖ 6. yüzyılda Miletos (Milet-Balat), Phokaia (Foça), Klazomenai (Urla) gibi Ege kentleri, günümüzün İtalya, Fransa, İspanya kıyılarında deniz aşırı koloniler kurarak buralarda kentleşmenin önünü açacaklar, tabiri caizse Akdeniz’in bu yakasına medeniyet götüreceklerdir.
Neolitik Çağ’da Cardium kültürü, daha sonraki dönemlerde Remedello, Rinaldone, Gaudo, Terramare gibi özellikle seramik üretimlerinden tanınan birçok yerel kültür olsa da, MÖ 2. binyılın sonlarında hala yarı göçebe topluluklar bölgede yaygın durumdadır. Mardin’de, Siirt’te, Urfa’da, Diyarbakır’da, Batman’da en az 10-12 binyıl önce yerleşik çiftçiler varken, İtalya ovalarında ancak MÖ. 1. binyılda göçlerle bölgeye gelenler yerleşik bir tarım toplumu olmayı başarmışlardır.
Bölgede MÖ 8. yüzyıldan itibaren -kendi efsanelerinde krallık adı verilen- yönetim biçimleri şekillenmeye başlar ancak ilkel bir Cumhuriyet kavramı ile ilk kez MÖ 509-508 yıllarında karşılaşırız. Evet alkışlar, ıslıklar, heyyo –hurra nidaları gelsin. Nihayet cumhuriyet ile tanıştık. Şimdi kendisini biraz tanıyalım, sonra kaybetmek için gerekenleri konuşuruz.
Cumhuriyet yani “Res Publica” başlangıçta sadece Roma sakinlerine özgü bir ayrıcalık olan yurttaşlık ile şekillenir. Yasalara uygun biçimde evli bir Romalı anne ve babadan doğduysanız ne mutlu size; siz bir yurttaşsınız. Sonraları çeşitli kolonilerde yaşayanlara ve bağımsızlığından vazgeçip Roma Devleti ile bütünleşen bazı yerel halk topluluklarına da yurttaş olma hakkı verilecektir. Eh, cumhuriyetimiz büyüyor diyelim. Doğada büyüyen her şey gibi, cumhuriyetin de büyümesi sancılı olacaktır. Yurttaşlar daima eşittir, ama okuyucularımın da iyi bildiği gibi bazıları her zaman daha eşittir. Roma da bu “bazıları” Patrici olarak adlandırılır. Kökleri geçmişten gelen, yönetici sınıfa mensup aileler, kendilerini devletin sahibi olarak görenler; yani soylular. Bir de diğerleri var; onlar da yurttaş ama sanki kendine kadar yurttaşlar. Tanıştırayım efendim; Plebler, yani halk. Biri yöneten diğerleri de yönetilen. Olur mu? Adınız cumhuriyet ise olmaz. Günümüzde “sınıf çatışması - emirlerin çatışması” olarak adlandırılan ve yaklaşık 250 yıl süren bir mücadele ile bu durum dengelenecektir. Ne demişler; hak verilmez, alınır!
Devleti, orduyu, yasamayı, yargıyı ve dini kurumları Patriciler yönetir, mülkiyetin genelini de onlar elinde bulundururdu. Plebler ise toprak ve mülk bakımından zayıf, devlete sürekli vergi veren, ihtiyaç olduğunda askere yazılan, hiçbir siyasi haktan yararlanamayan hatta Patricilerle evlenme izni bile olmayan geniş kitlelerden oluşurdu. Hatta orduya yazılırken hem askeri teçhizatlarını kendileri temin etmek zorunda kalıyorlar hem de savaş zamanı topraklarını işleyemedikleri için gittikçe fakirleşiyorlardı. Zamanla Patricilerden borç alıp topraksız kalmaya hatta özgürlüklerinden olmaya başlamışlardı. Alavere dalavere, Pleb Mehmet nöbete!
Bir de savaş sonrası var. Roma Devleti fethettiği topraklarının üçte birini devlet arazisi yapardı. Bu arazinin bir kısmı satılır veya kiraya verilirdi. Bir kısmı ise emekli askerlere ve fakir halka dağıtılırdı. Hala arazi kaldıysa bazı aklı-evvel Patrici arkadaşlar buralardan hemen yararlanırdı. Hayda! Savaşta kanını akıtarak zafer ve toprak getiren bizim Pleb’e yine bir şey yok.
Bunlarla birlikte Roma da hem yargıçlar sadece Patrici sınıfından seçilir hem de ülkede geçerli olan kanunlar yazılı değildir. Mahkemenin sonucu hâkimden hâkime değişse kim fark edecek, kim itiraz edecek? Olmaz efendim, bu düzen böyle gitmez.
Plebler, ne yapmalı ne etmeli diye uzun uzadıya düşünmediler. Malum henüz Fransız Devrimi olmamıştı. Marx, Freud, Nietzsche ne bileyim Mao, Stalin, Troçki, Lenin efendime söyleyeyim Che, Zapatista falan dünyaya gelmemişti. Onlar bir yana Şeyh Bedrettin’e, Spartaküs’e hatta Aristonikos’a bile çok zaman vardı. O yüzden hiç tereddüde düşmediler, sorunun sınıfsal olduğunu bir bakışta görüp anladılar, örgütlenip kendi teşkilatlarını ve meclislerini oluşturdular. En ünlüsünü bir yere not edin lütfen sevgili okuyucu; çünkü birlikteliklerine verilen isim bugün hala –ufak da olsa- isyan eden kitleler tarafından kullanılmaya devam ediyor. “Tribunus Plebis” yani halk tribünü, Pleblerin kendi sorunlarını görüştüğü bir meclis haline dönüşecek ve bu örgütlenme kısa sürede meyve vermeye hazır hale gelecektir. (Yazarın Notu: çArşı ve bileşeni tüm tribüncülere buradan selam olsun)
MÖ 494 yılında Roma üç yerel kabile ile savaş halindeyken, meclislerinin aldığı karar gereği Pleb askerleri savaşmayı reddetti ve Mons Sacer (kutsal dağ) bölgesine çekildiler. Batı’da gerçekleşen tarihin ilk grev hareketine hoş geldiniz. Mali, iktisadi ve askeri gibi birçok noktada Pleblere muhtaç olan Patricilerin, bir şekilde Plebleri ikna edip geri döndürmesi gerekiyordu. Görüşmeler-müzakereler çok da uzun sürmedi; genel af, fakirlerin borçlarının silinmesi ve borçtan dolayı köle olanların özgürlüğünün geri verilmesi kararları ile bundan sonra doğacak sorunlar için iki Pleb yurttaşın yetkilendirilmesi cumhuriyetimize armağan olsun. Halk başarının tadını aldı, zaferimiz daim olsun.
Efendim cumhuriyet duamızı da ettik madem şimdilik yazımızı sonlandıralım. Halkın mücadelesiyle elde edilen diğer kazanımlar ile bürokrasinin her şeye çökme hikayesini sonraki haftaya bırakalım.
Söylencemiz sürecek. VİYA BÖYLE !