YAZARLAR

Ölüler ülkesi yazıları: Bilişsel arkeoloji

Bizler, insanların bıraktığı izlerin peşinde çalışan bilim insanlarıyız. İnsana dair ne varsa, onu ortaya çıkartmaya çalışıyoruz. Çıkartalım, herkese gösterelim ki, aynı hataları yapmayı, aynı çözümleri bulmayı bırakalım. Kısacası “Amerika’yı yeniden keşfetmeyin” diye çalışıyoruz.

Efendim kısa bir aranın ardından tekrar merhabalar. Herkes yerini aldıysa, ben, insanlığın geçmişi hakkında yeni bir serüvene cumburlop atlıyorum, sizi de beklerim. Gelin, burası çok güzel.

Bu sefer konuya girmek için soracağımız soru şu olsun: İnsan aklının gelişimi için bir arkeoloğa danışmak gerekli midir?

Tabii ben bu soruyu sorarken beklentiyi biraz yükseltmiş oluyorum. Ülkemizde tarihi eserler, örenyeri ve müzeler, kültür varlıkları, kültürel miras çalışmaları ve bu konularla ilgili yasa ve uygulamalarda bile arkeologlara bir şey soran olmuyor, insan aklını mı soracaklar? Olsun, biz yine de bilime ve insanlığa dair umutlarımızı diri tutalım; olur da bir gün soran olursa diye kendimizi hazırlayalım.

Bu arada hakkını yemeyeyim, yetkililer sormuyor ama arkeologlara çok soru soran başkaları var. Mesela, mesleğimizi öğrenen herkesin ilk cümlesi: “Nasıl var mı öyle define falan ?” oluyor.

Var. Ama bize kadar ! Ya da, çok eski bunlar, bayattır (!) size gelmez.

İş bu sebeple, önce yaptığımız işin tanımıyla başlayalım. Öyle süslü, akademik cümleler beklemeyin benden. Bizler, insanların bıraktığı izlerin peşinde çalışan bilim insanlarıyız. İnsana dair ne varsa, onu ortaya çıkartmaya çalışıyoruz. Çıkartalım, herkese gösterelim ki, aynı hataları yapmayı, aynı çözümleri bulmayı bırakalım. Kısacası “Amerika’yı yeniden keşfetmeyin” diye çalışıyoruz.

Akılda kalsın diye bir örnek vereyim. Mesela, yetkili abiler-ablalar, bu bilime biraz ilgi gösterip, destekleyip saygı duysaydı, arkeologların sesini biraz dinleseydi; Marmara Bölgesi’nin, aslında ağır sanayiden kazandığı paraların onlarca-yüzlerce katını, hiçbir şey yapmadan kazanabileceğini bilirdi. Evet hiçbir şey yapmadan. Çünkü buradaki deniz, doğal yapısı (su sıcaklığı, tuzluluk oranı vb.) itibariyle, dünyada deniz kabuklularının yetiştiği en özel alanlardan birisidir. Hatta bunların başında gelir. Ülkemiz, sadece Marmara Denizi’ni temiz tutarak, kabuklu üretimi ve ticaretinde dünyada 1. sıraya yerleşebilirdi. Dünyada, Marmara ıstakozu, karidesi konuşulur, mesela İngiltere Kraliçesi'nin cenazesinde konuklara ikram edilir, üzerine şiirler yazılır, şarkılar bestelenirdi. Hatta, ülkemiz gaza gelip, dur biraz da yatırım yapayım falan deyip, farklı ağaçların kütüklerini sığ yerlere dikseydi; midye üretiminde de aynı başarıyı, birkaç yıl içerisinde yakalardı. Bakın ağaç kütüklerini, sanki bir iskele yapmak için direk diker gibi sadece suya dikmekten bahsediyorum. O kadar.

Çağlar boyunca, Marmara ıstakozu ile beslenen imparatorlar, krallar, hanedanlıklar sağ olsun; o ıstakozların gemiye yüklendiği limanın (İzmit Körfezi) eski adı bile Astakos, yani ıstakoz. Ha, bu işten çok kazanılıyor mu ya diye merak edenler, kendi doğasına ve geçmişine sahip çıkan İskoçya’nın, bu deniz kabuklusu üretiminden elde ettiği geliri, kolayca Google amcaya sorabilir.

Neyse, biz konumuza geri dönelim. İnsan aklının gelişimini irdeleyelim. Bu konuda öncelikle nasıl insan olduğumuzu ve nasıl akıllı bir canlı olduğumuzu konuşmak gerekir. 

Evrim teorisi, kabaca 6 milyon yıl ile 3 milyon önce bir yerlerde, öncelikle üyesi bulunduğumuz primat ailesinden ayrılıp Hominin (İnsansı) olduğumuzu, bu ayrılığa “iki ayak üzerinde dikilme” durumunun neden olduğunu söyler. Genel teori; iklimsel bir değişikliğin ardından ortaya çıkan yüksek otlar arasında, hayatta kalabilmek için sürekli otların arkasına bakmaya çalışan primatların dönüştüğünü ileri sürer. Ancak, bu dönüşüm hakkında, sevgili Oktay Kaynak hocanın çok yeni bir teorisi, ilgili araştırmacıların dikkatini çekmiş ve araştırmaların yönünü bu tarafa doğru çevirmiş görünüyor. Oktay Kaynak, iki ayak üzerine dikilme durumunun, geniş bir coğrafyada yaşanan bir doğal afetin ardından ortaya çıkan “suda beslenme” zorunluluğu ile oluştuğunu söylüyor.

Bu nasıl mı olmuş? Cevabı bir sonraki yazıya…

Siz de o zaman kadar boş durmayın, aklınıza gelen her türlü soruyu (define hariç tabii ki) çevrenizdeki arkeologlara sorun. Malum işimiz insanın yaptıklarıyla, o yüzden size mutlaka verecek bir cevabımız olacaktır.

Söylencemiz tüm hızıyla sürecek. VİYA BÖYLE!


Selim Martin Kimdir?

Selim Martin 1981 Uşak doğumlu. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Dokuz Eylül Üniversitesi'nde Arkeoloji üzerine yaptı. Aynı üniversitede Arkeoloji Bölümü'nde Öğretim Görevlisi olarak çalışmakta. Prehistorya, Bilişsel Arkeoloji, Mezopotamya Arkeolojisi, Tarihsel Coğrafya ve Mitoloji gibi temel Arkeoloji konularının yanında tekstil, mozaik, resim gibi sanat ve tasarım alanlarında da çeşitli dersler yürütmekte. Eğitim ve iş hayatı boyunca çeşitli bilimsel ve sanatsal projeler ile kültürel etkinlikler içerisinde yer aldı ve özellikle Batı Anadolu coğrafyasında eğitim ve kültürel amaçlı geziler düzenledi. Uzun yıllar, arkeolojik alanlarda ve çeşitli bilimsel çalışmalarda belgeleme amaçlı fotoğraf çekmekle beraber, sanatsal anlamda kişisel fotoğraf sergileri açtı ve çeşitli eserleri karma sergilerde de yer aldı. Arkeoloji ve Mitoloji alanlarında kitapları ve bilimsel yayınları olan ve çeşitli ulusal gazete ve dergilerde mitoloji konulu yazılar kaleme alan Selim Martin evli ve bir çocuğu var.