Ölüler ülkesi yazıları: Bir şeyi kırk kere söylemek
“İnsanı, kültürü, devleti, toplumu, kadını tanıtarak, bunların tamamının hem birbirleri ile hem de doğa ile olan ilişkilerinde bugün bir yanlışlık var; bir yerde hata yapıyoruz, Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok, bak eskiden bu işler nasıl oluyormuş” diye tam 40 (yazıyla kırk) kere söylemişiz. Haydi buyurun, hep beraber sayacı sıfırlayalım. Şimdi, sanki hiç söylememiş gibi yapalım ve sözümüzü yeniden aynı şevkle, yine daldan budaktan sakınmadan seslendirmeye devam edelim.
Ölüler ülkesinin 41. yazısı…
Efendim, bu köşeye başladığımızdan bu yana, kırk (rakamla 40) yazıyı geride bırakmışız. Bugünkü ile oldu mu sana kırk bir?
Kimi zaman her hafta, çoğu zaman iki haftada bir, geçmişin -o şaşalı tarafını değil de- sıradan ama belirleyici olaylarını bu köşeye taşıyarak; yine sıklıkla bugünün yanlışlarını ortaya çıkartmak adına, arkeolojiyi ve tarih bilimini, biraz da hoyratça kullanarak yazıp durmuşuz. Ya da Egelilerin söyleyişiyle, yazakoymuşuz.
Şöyle bir bakayım, neler konuşmuşuz acaba, dedim. Maşallah, yok yok. Eskinin güzellemesi var. Hiyerarşinin tarihi var. Hem de bu hiyerarşi denilen illeti, çok da matahmış gibi, mağara insanının hayatından başlayıp imparatorlukların kurulmasına kadar takip etmişiz. Keza “Göçün Tarihi” konusunda da aynı şeyi yapmışız. İnsan beşer, demişiz demesine ama deyimin sonunu “şaşar” diyememişiz, onun yerine “göçer” demişiz. Eh, doğru. İnsan beşer, göçer! Afrika’dan başlayan öykümüzü, yazıya, devlete kavuşturup tamlamışız. Bu arada üreterek beslenmeyi, sonra başımızın belası artı ürünü, sonra Tanrı kavramını bir bir hayatımıza ekleyip gelmişiz.
Bu arada -ülkemizde olması gerektiği gibi- bir erkek olarak üzerimize düşeni yapmış, “kadının tarihi” hakkında, haddimiz olmadan, bir araba laf üretmişiz. Neme lazım? Yapmadı demesinler.
Sonra giyim ve kuşamın tarihine doğru yine uzun bir yolculuğa çıkmış ancak yolun yarısında bir “yangın belasının” derdine düşüp, başka yöne sapıvermişiz.
Yani kısacası: “insanı, kültürü, devleti, toplumu, kadını tanıtarak, bunların tamamının, hem birbirleri ile hem de doğa ile olan ilişkilerinde bugün bir yanlışlık var; bir yerde hata yapıyoruz, Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok, bak eskiden bu işler nasıl oluyormuş” diye tam 40 (yazıyla kırk) kere söylemişiz.
Atalarımız; bir şeyi kırk kere söylersen olur, demişler. Eee, şimdi niye bir şey olmadı? Aynı tas, aynı hamam. Demek ki söyleyene olduğu kadar, dinleyene de bir iş düşüyor. Acaba, atasözü günümüze eksik mi ulaşmış? Acaba, söylemek yetmezse, bir şeyi kırk kere dinlemek de mi lazım? Yoksa, bu atasözü de enflasyona mı kurban gitti? Buna da mı zam geldi?
Olur efendim, olur canım okur. Ben, bir kırk daha, on kırk daha, yüz kırk daha, bin kırk daha söylerim. Zaten, biz öğretmenlerin (ODTÜ’lülere göre Hocaların), “çok konuşmak” meslek hastalığıdır. Durmadan konuşuruz. Her ilk defa duyana, sanki biz de ilk defa söylüyormuş gibi şevkle, coşkuyla, anlatıp dururuz. Nasıl desem? Yani, “bana uyar”.
O yüzden, haydi buyurun, hep beraber sayacı sıfırlayalım. Şimdi, sanki hiç söylememiş gibi yapalım ve sözümüzü yeniden aynı şevkle, yine daldan budaktan sakınmadan seslendirmeye devam edelim.
Bu arada, madem sayacı sıfırladık, madem başa döndük, bu söylenceye neden başladığımızı bir kere daha hatırlatmak adına, sözün başladığı yere geri dönelim, ilk yazımızdan bir alıntıyı buraya taşıyalım.
"Madem her şeyi gördük, duyduk. Haydi diyelim öldük öldük dirildik. Ne yapacağız bundan sonrası için? Önce yaşadığımız dünyayı iyice bir bellemek lazım, ucunu bucağını, dibini köşesini, altını üstünü, aklımızın içine iyice bir kazıyalım. Sonra gerçeklerden korkmadan, adını tastamam koyalım; burası artık bir ölüler ülkesidir. Neden diye mi sordunuz? Buyurun anlatayım.
Birçok kültürde 'ruhun ebedi mekânı' fiziki bir yer olarak tasvir edilir. Ancak 'ölü' kelimesi aslında, kişideki bilinç kaybını açık bir keskinlikle anlatmaya yarar. Ölü; yemez, içmez, hiçbir şeyden tat almaz, olan biteni fark etmez, sevemez, üzülemez, korkamaz, elbette gülemez ve ağlayamaz. O zaman soralım ölü kime denir? Hiç sevmediği biriyle evlenmek zorunda kalan ya da istemediği bir işte çalışmak zorunda olan; en yakınlarını yitirmiş, ülkesinden, sevdiklerinden kaçıp gitmek zorunda kalmış kişiler de ölüdür.
Bir de tersinden bakalım; taze bir meyveyi dalından yememiş, masmavi denizlere bir kez olsun dalmamış, birine sımsıkı sarılıp uzun uzun öpmemiş birileri de ölüdür. Ya elinde kılıç ile televizyon başında bekleyip de, izlediği dizide fethedilen yerlere bayrak dikmek isteyen ancak bunu hiçbir zaman yapamayacağının farkında bile olmayan, yokluk, dışlanmışlık ve yalnızlık içinde olduğu halde kendisini dünyanın merkezinde sanan, gerçekle bağını koparmış kişiler de ölü değil midir?
Hepsini alt alta-üst üste topladığınızda, yaşadığımız coğrafyanın bir ölüler ülkesi olduğunu siz de göreceksiniz. Eh, bu kişilerin maceralarını sayfalarına konu ettiğimiz köşemizin adı da bu yüzden 'Ölüler ülkesi yazıları' olmalıdır.
Madem gerçeği kendi yüzümüze çarptık, madem artık bilgimiz, bilincimiz bu kötülüğün farkında, ne duruyoruz. Şimdi hepsiyle yüzleşme zamanıdır. Yılgınlık yok. İlk kez ölmedi ki bu coğrafya. Her şeyi tekrardan canlandırmak için haydi hep birlikte başlayalım maceramıza.
Şimdi kendi hikâyemizi, kendi sözümüzle anlatma sırası bizde. Söylencemiz başlasın. Viya Böyle!
Yaa canım okur, lafa böyle başlamışız. Eh, böyle de devam edelim. Yılgınlık yok. Bizde atasözü de çok. İlla birisine takılmak gerekmez. Ne demiş kırkın yetmediğini gören diğer atalarımız? “Kırk bir kere maşallah” Biz de öyle diyelim ve yolumuza devam edelim.
Söylencemiz tüm hızıyla sürecek. VİYA BÖYLE!