YAZARLAR

Ölüler ülkesi yazıları: Dik duran insan kazanır!

Arkeolojik olarak bakılırsa, ilk “kontrollü yangın” kalıntıları, günümüzden yaklaşık olarak 790 bin yıl öncesine aittir. Bu tarihlerde, Ürdün Nehri’nin kıyısındaki geçici yerleşimlerde, insanlar uzun süreler boyunca, aynı noktada ateşi yönetmeyi başarmışlar. “Ocak yerinin” belirli olması, ateşi kontrol edebildiklerinin ve hatta yönetebildiklerinin en net delilidir.

Haftalardır soruyoruz: İnsan aklının gelişimi için bir arkeoloğa danışmak gerekli midir?

Cevabımız hiç değişmedi. Evet, gereklidir. Hatta, arkeoloji bilimi olmasa, insana dair her şeyi yanlış anlardık desek, yeridir.

Cevabımız değişmedi ama bu cevabı verebilmek için daha anlatacaklarımız çok. Yeni bilgilere geçmeden önce, eskilere kısa bir bakış atalım.

İlk defa bilinçli bir şekilde alet üreten insan, yaklaşık 1-1.5 milyon yıl içerisinde alet teknolojisini geliştirmiş ve bir “av” aleti üretmeyi başarmıştı. Bu sırada, Genel Zeka, Doğal Tarih Zekası, Sosyal Zeka ve Teknik Zeka gelişmiş, biriken bilgiler yoğunlaşarak insan beyninde ilk bilişsel patlamayı yaratmıştı.

Sentezli bilgilerle donanmış yeni insanın hayatı, elbette yeni gelişmelere gebe…

Bu tarihte ortaya çıkan Homo Erektus, yani “Dik İnsana”, Allah, yürü ya kulum demiş; o da adının hakkını vererek, Afrika’dan dışarı çıkıp Asya ve Avrupa kıtalarına yayılmaya başlamıştı.

Geçtiğimiz yazıda ne dedik? Erektus, 2 milyon yıldan fazla hayatta kalarak, gelmiş geçmiş en başarılı tür olma unvanını hak ediyor. Haydi şimdi bu türün, uzun ömründeki en önemli kazanımlarını, birlikte kutlayalım.

Dik İnsan, atalarının ürettiği iki önemli aleti -oldowan ve acheulean- birer cebine koydu. Afrika’dan çıktı. Gidilecek güzergah belli. Önce, Rift Vadisi’nden geçerek Levant’a ulaşması lazım. Tabii o zaman, Ürdün, Filistin, İsrail, Suriye, Lübnan falan yok. Yani pasaport kontrolünde oyalanmadan, Ürdün Nehrini kılavuz tutarak bölgede gezebiliyorsunuz. Suriye’ye kadar geldiniz mi, Fırat Nehri sizi karşılar. Nehri geçtiğinizde bir sonraki durağınız Zagros-Toros dağ geçidi. Ah, canım okur; keşke bir zaman makinem olsa. Sürekli geçmişe, farklı farklı tarihlere, ancak hep aynı yere giderdim. Elimde bir torba çiğdem, bir büyük kase patlamış mısırla birlikte bu geçidin yüksekçe bir yerine oturur; çağlar boyu, insan türlerinin, kabilelerin, milletlerin, dostların ve de düşmanların, yaptıkları yolculukları izler dururdum. Zira, bu geçidi aşmadan, dünyada gidebileceğiniz yer sayısı oldukça kısıtlıdır. Aman yanlış anlaşılma olmasın, Zagros-Toros geçidi farklı coğrafyalara giden yolun kendisi değil, burası o yollara ulaşmak için başlangıç; tabiri caizse “Sıfır Noktası”dır.

Bizim Homo Erektus’un, bu geçidi aştıktan sonra ne yapacağı, ona kalmış. İster kuzey-doğuya yönelir, Gürcistan’ı Dmanisi (Geçit) üzerinden aşıp, gittikçe yükselen dağlık bölgeler üzerinden, bin bir zahmetle; isterse de batıya dönüp, Anadolu’nun zengin kaynaklarından yiye içe, güneşin ve meltemin tadını çıkarta çıkarta Avrupa’ya ulaşır. Ben karışmam, kendisi bilir.

Neyse, biz bu yolculuğu şimdilik bir kenara bırakalım. Dik duran bu arkadaşımızın Yakındoğu’da neler yaptığına bir göz atalım. Sonuçta bu bir seyahat değil, yayılım. Biz de yayılıp duralım.

Elimizde, Homo Erektus hakkında, arkeolojik olarak çok fazla veri mevcut. Gruplar halinde hareket ettiklerini, hatta devasa memelileri avlayabilecek kadar organize avcılar olduklarını falan hep biliyoruz. Bunlarla birlikte, İsrail Ubeidiya, Türkiye Denizli ve Gürcistan Dmanisi yerleşimlerinde bulduğumuz fosiller sayesinde; boylarından kilolarına, gözlerinden saçlarına, hatta geçirdikleri hastalıklara kadar nice özelliklerine hakimiz.

Aynı zamanda, Erektus’un Afrika’dan ayrılırken, atalarının ürettikleri aletleri -yani alet üretme bilgisi ve teknolojisini- yanlarına aldıklarını söylemiştik. Mekanını değiştiren insanla birlikte, bu alet teknolojisi, yeni hammaddelere ve yeni besin kaynaklarına göre gelişip çeşitlendi. Eğer insan türleri Afrika’da kalsaydı; yani değişen coğrafya ve iklim  olmasaydı, biz de yerimizde sayar dururduk. Ne demişler? Coğrafya kaderdir. Ee, o zaman, ne kadar çok coğrafya, o kadar fazla kader...

Ancak bunların hepsi bir yana, bugün burada, Erektus’tan günümüzdeki bize, yani besin zincirinin en tepesine çıkmayı başarmış “insana” giden yoldaki, olmazsa olmaz bir başka icada dikkatinizi çekmek istiyorum: tanıştırayım canım, Ateş!

Efendim malumunuz, ateş doğadaki temel elementlerden birisidir. Klişe repliğimizi hatırlayalım: Ateş, Su, Toprak, Hava! İnsan bunları nasıl icat etsin, bunlar zaten var demeyin sakın. İnsanın asıl icadı, bunları yönetebilmek. Çağlar boyunca çıkan tüm savaşların, suyun ve toprağın yönetimi adına olduğunu, günümüzde ise insan neslini ancak bunların üzerine yapılacak çalışmaların kurtarabileceğini hatırlatırım. Başta hava olmak üzere, hepsinin kirliliğine bir çare bulamazsak yok olacağımızı biliyorsunuz, değil mi canım okur?

Neyse, “geleceği kurtarma” görevini başka bilimlere bırakalım, biz geçmişi doğru okuma işimize geri dönelim. Ne demiştik efendim? Ateşin icadı; daha doğrusu ateşi yönetmenin icadı.

Arkeolojik olarak bakılırsa, ilk “kontrollü yangın” kalıntıları, günümüzden yaklaşık olarak 790 bin yıl öncesine aittir. Bu tarihlerde, Ürdün Nehri’nin kıyısındaki geçici yerleşimlerde, insanlar uzun süreler boyunca, aynı noktada ateşi yönetmeyi başarmışlar. Farklı gruplar tarafından, dönüşümlü olarak kullanılan bu geçici alanlarda, ateşin tek bir noktada yanması, en basit anlatımıyla “ocak yerinin” belirli olması, ateşi kontrol edebildiklerinin ve hatta yönetebildiklerinin en net delilidir. Normalde ateş, doğada çeşitli şekillerde kendisini gösterir. Yani, sıklıkla, ortalık birdenbire yanıverir. Bizim zeki atalarımız da, yüzbinlerce sene, bu yangınların olumlu ve olumsuz, tüm sonuçlarını görüp öğrendiler. Ateşin her şeyi kül etmesini, ölen ve yaralanan insan ve diğer canlıları, kavrulan bitkileri, korkan-kaçışan hayvanları seyrettiler; kuru ot görünce coşan, ağaç görünce canlanan, kayalarla ve de özellikle suyla karşılaşınca sönen ateşi dikkatlice izlediler. Bu ne müthiş bir silah: keşke bizim olsa.

Ölüler ülkesi yazıları: Dik duran insan kazanır! - Resim : 1Haydi size bir senaryo yazayım. Bilim-kurgu hep geleceğe yönelik mi olacak, bizimkisi de bu sefer geçmişe doğru aksın.

Belki de bir gün bir atamız, tepelerde saklanmış hayvanları gözlerken şöyle bir sahneye denk geldi: Kopan bir kaya parçası, başka kayalara çarpıp kıvılcım çıkardı ve etraftaki kuru otlar birden tutuşuverdi. Eh, adı üstünde, Taş Devrinde yaşayan atalarımızın, taştan daha iyi bildiği bir şey mi var? Bizimkisi, bunun üzerine gidip bildiği bütün taş çeşitlerini deneyecek ve eninde sonunda doğru kombinasyonu bulacaktır: Perit ve çakmaktaşı; ne de güzel çakıyor.

Bu hikayem, en iyi senaryo ödülünü alamasa da, bizim Erektus öyle ya da böyle ateşi üretmeyi ve her tarafı yakmadan, sınırlı bir alanda onu kontrol etmeyi, yani ateşi yönetmeyi öğrendi sonuçta. Peki, bu icat insan aklını ve dolayısıyla sonraki nesil ve türleri nasıl etkiledi? O da bir sonraki yazıya…

Söylencemiz tüm hızıyla sürecek. VİYA BÖYLE!


Selim Martin Kimdir?

Selim Martin 1981 Uşak doğumlu. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Dokuz Eylül Üniversitesi'nde Arkeoloji üzerine yaptı. Aynı üniversitede Arkeoloji Bölümü'nde Öğretim Görevlisi olarak çalışmakta. Prehistorya, Bilişsel Arkeoloji, Mezopotamya Arkeolojisi, Tarihsel Coğrafya ve Mitoloji gibi temel Arkeoloji konularının yanında tekstil, mozaik, resim gibi sanat ve tasarım alanlarında da çeşitli dersler yürütmekte. Eğitim ve iş hayatı boyunca çeşitli bilimsel ve sanatsal projeler ile kültürel etkinlikler içerisinde yer aldı ve özellikle Batı Anadolu coğrafyasında eğitim ve kültürel amaçlı geziler düzenledi. Uzun yıllar, arkeolojik alanlarda ve çeşitli bilimsel çalışmalarda belgeleme amaçlı fotoğraf çekmekle beraber, sanatsal anlamda kişisel fotoğraf sergileri açtı ve çeşitli eserleri karma sergilerde de yer aldı. Arkeoloji ve Mitoloji alanlarında kitapları ve bilimsel yayınları olan ve çeşitli ulusal gazete ve dergilerde mitoloji konulu yazılar kaleme alan Selim Martin evli ve bir çocuğu var.