YAZARLAR

Ölüler Ülkesi Yazıları... Eski söylenceler/güncel gerçekler

Söylence bilinmeze anlam bulma çabasıdır, bulduğu zaman da diğerlerine anlatmaktan çekinmez, hızla anonimleşerek herkesi bu bilgiye çağırır. Önce korkuyu ve öfkeyi birbirinden ayırır, sonra “Korkmak normaldir" diye seslenir insana, öfke de normalidir diye ekler. Ama korkunun ve öfkenin sürdürülmesine, kalıcı hale gelmesine müsaade etmez.

Efendim, sıcak bir merhaba ile başlayayım sözlerime...

Merhaba ve hoş buldum.

Bizim nesil çok değişik bir zaman diliminde geldi dünyaya, bir taraftan akıl almaz teknolojik gelişmeler - uzay çağı, diğer taraftan her türlü baskı, savaş, vahşet ve vicdansızlık. İlkel insan dürtülerinden daha da geride bir benlik. Geçenlerde sosyal medyada şöyle bir ifadeye denk gelmiştim; “Bu nesil, uzaylı istilası hariç her şeyi gördü”. Hay böyle şansa…

Madem her şeyi gördük, duyduk. Haydi diyelim öldük öldük dirildik. Ne yapacağız bundan sonrası için? Önce yaşadığımız dünyayı iyice bir bellemek lazım, ucunu bucağını, dibini köşesini, altını üstünü, aklımızın içine iyice bir kazıyalım. Sonra gerçeklerden korkmadan, adını tastamam koyalım; burası artık bir ölüler ülkesidir. Neden diye mi sordunuz? Buyurun anlatayım.

Birçok kültürde “ruhun ebedi mekânı” fiziki bir yer olarak tasvir edilir. Ancak “ölü” kelimesi aslında kişideki bilinç kaybını açık bir keskinlikle anlatmaya yarar. Ölü; yemez, içmez, hiçbir şeyden tat almaz, olan biteni fark etmez, sevemez, üzülemez, korkamaz, elbette gülemez ve ağlayamaz. O zaman soralım ölü kime denir? Hiç sevmediği biriyle evlenmek zorunda kalan ya da istemediği bir işte çalışmak zorunda olan; en yakınlarını yitirmiş, ülkesinden, sevdiklerinden kaçıp gitmek zorunda kalmış kişiler de ölüdür.

Bir de tersinden bakalım; taze bir meyveyi dalından yememiş, masmavi denizlere bir kez olsun dalmamış, birine sımsıkı sarılıp uzun uzun öpmemiş birileri de ölüdür. Ya elinde kılıç ile televizyon başında bekleyip de, izlediği dizide fethedilen yerlere bayrak dikmek isteyen ancak bunu hiçbir zaman yapamayacağının farkında bile olmayan, yokluk, dışlanmışlık ve yalnızlık içinde olduğu halde kendisini dünyanın merkezinde sanan, gerçekle bağını koparmış kişiler de ölü değil midir?  

Hepsini alt alta-üst üste topladığınızda yaşadığımız coğrafyanın bir ölüler ülkesi olduğunu siz de göreceksiniz. E bu kişilerin maceralarını sayfalarına konu ettiğimiz köşemizin adı da bu yüzden “Ölüler Ülkesi Yazıları” olmalıdır.

Madem gerçeği kendi yüzümüze çarptık, madem artık bilgimiz, bilincimiz bu kötülüğün farkında, ne duruyoruz. Şimdi hepsiyle yüzleşme zamanıdır. Yılgınlık yok. İlk kez ölmedi ki bu coğrafya. Her şeyi tekrardan canlandırmak için haydi hep birlikte başlayalım maceramıza.

Anlam veremediğimiz bu karmaşanın, bunca olayın, bunca kötülüğün-hadi adını cilalayıp da koyalım- bu keşmekeşin, ilk defa bizim başımıza geldiğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Tarih boyunca birçok uygarlık nasibini aldı barbarlıktan, varlık içinde yokluktan, tüm değerlerin dibe vurmasından. Hatta onlar da adını koydular “kaos”; hani uzaktan bakınca hareketsiz, sonsuz bir boşluk. Ancak yakınlaştıkça fark ettiğiniz inanılmaz bir devinim ve çarpışma. Merak etmeyin, yılgınlığa düşmeyin sakın. İşte bu devinim ve çarpışma başlatacaktır yeniden yaşamı. Nerden mi biliyorum? Hemşerimiz ozan Hesiodos’un sözleri çınlıyor kulaklarımda. “Her şeyden önce Khaos vardı, sonra buradan Gaia (Toprak Ana), ölüler ülkesinin en derin yeri Tartaros, sonra Eros (Aşk) sonra yeraltı ve yeryüzü karanlıkları Erebos ve Nyks doğdu”...

Şimdi elimizdekileri sayalım; Kaosumuz mevcut evvel Allah; “ölüler ülkesinin en derin yeri” diye Google’a yazsak koordinatları bile çıkar. E yeryüzümüz de zaten yeraltı dünyamız gibi karanlık. Aşktan da hiç vazgeçmediğimizi düşününce geriye bir tek Toprak Ana kalıyor. Demek ki yaşamı yeniden kurmak için toprağımıza sahip çıkmakla başlayacağız her şeye.

Sonra en az toprak kadar eski ve en az toprak kadar gerçek bir silahımız daha var, biraz ondan bahsedeyim size. Kimileri ilk söz der ona, kimileri ilk gerçek. İnsanın varlığından beri yanında olan, onunla avlanan, onunla toplayan, onunla göçen ve onunla yerleşen. İlk devletler kurulurken, biçim değiştirip kendi suretini kil tabletlere döktüren ve o günden beri de durmadan birinden duyduğunu diğerine öğreten bir gizem. Nedir?  Evet, doğru bildiniz. Batılıların deyimiyle mitoloji, dilimizdeki enfes karşılığı ile “söylence” acaba bizi bu garabetten kurtarabilecek alamet-i farikalardan birisi olabilir mi?

Mitoloji; karşılaştırarak anlatıldığında, içerdiği öyküler bakımından, bu dünyada yalnız olmadığımızı, başımıza gelen şeylerin ilk kez bizim başımıza gelmediğini, insanoğlunun doğadaki yerini ve bu yerden yola çıkarak bir arada yaşamın nasıl da kolayca mümkün olacağını gösteren müthiş bir silahtır. 

İnsan bilmediği şeyden korkar ve akabinde saklanır ya da saldırganlaşır. Ama söylence yapısı gereği buna karşı durur. Söylence bilinmeze anlam bulma çabasıdır, bulduğu zaman da diğerlerine anlatmaktan çekinmez, hızla anonimleşerek herkesi bu bilgiye çağırır. Önce korkuyu ve öfkeyi birbirinden ayırır, sonra “Korkmak normaldir" diye seslenir insana, öfke de normalidir diye ekler. Ama korkunun ve öfkenin sürdürülmesine, kalıcı hale gelmesine müsaade etmez.

Kimi zaman toplumu şekillendirmek amacıyla yöneticiler tarafından da öyküler oluşturulur. Biçimlendirilmiş kahramanlar piyasaya sürülür, ibret olsun diye parmakların uzun uzun sallandığı, sakın ha! denildiği, tanrısal cezalar doldurur dünyayı. Ancak söylence buna da müsaade etmez, hemen bir açığını bulur bu sipariş öykülerin; kahramanın şeklini bozar, suçluyu suçundan ayırır hemen, insanlığını çıkarır ön plana ve öyküyü yeni baştan kurgulayıp gerisin geriye yollar muktedire, çünkü halkın söyleyecek sözü vardır ve bu onlarınkinden oldukça farklıdır.

Nerden bulsak bunları acaba? Prehistorik dönem mağara resimleri ve idoller mi, Mezopotamya ve Anadolu Kültürlerindeki tabletler ile Mısır papirüsleri mi kaynak olsa bize? Yoksa Yunan ve Roma destanları, şiirler, komedya ve tragedyalar mı okusak? Seramik veya duvar yüzeylerinde betimlenmiş resimlerden, mozaiklerden, tüm heybetiyle karşımızda duran heykel ve kabartmalardan mı beslensek?  Meryem Ana ile oturup Aziz Paulos’un mektuplarına cevap mı yazsak? Şahmeran’dan kaçarken Keloğlanı da alıp Demirci Kawa’nın işliğine mi gitsek? Ne yapsak da, tanrılara, kahramanlara ve suçlulara ihtiyaç olmadan yaşayabileceğimizi herkese gösterebilsek?

Şimdi kendi hikâyemizi kendi sözümüzle anlatma sırası bizde. Söylencemiz başlasın. Viya Böyle!


Selim Martin Kimdir?

Selim Martin 1981 Uşak doğumlu. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Dokuz Eylül Üniversitesi'nde Arkeoloji üzerine yaptı. Aynı üniversitede Arkeoloji Bölümü'nde Öğretim Görevlisi olarak çalışmakta. Prehistorya, Bilişsel Arkeoloji, Mezopotamya Arkeolojisi, Tarihsel Coğrafya ve Mitoloji gibi temel Arkeoloji konularının yanında tekstil, mozaik, resim gibi sanat ve tasarım alanlarında da çeşitli dersler yürütmekte. Eğitim ve iş hayatı boyunca çeşitli bilimsel ve sanatsal projeler ile kültürel etkinlikler içerisinde yer aldı ve özellikle Batı Anadolu coğrafyasında eğitim ve kültürel amaçlı geziler düzenledi. Uzun yıllar, arkeolojik alanlarda ve çeşitli bilimsel çalışmalarda belgeleme amaçlı fotoğraf çekmekle beraber, sanatsal anlamda kişisel fotoğraf sergileri açtı ve çeşitli eserleri karma sergilerde de yer aldı. Arkeoloji ve Mitoloji alanlarında kitapları ve bilimsel yayınları olan ve çeşitli ulusal gazete ve dergilerde mitoloji konulu yazılar kaleme alan Selim Martin evli ve bir çocuğu var.