Ölüler ülkesi yazıları... Neolitik Çağ’da meclis kuruluyor
Kurucu atalarımız arasında hala yaşayanlardan birisi geçen o uzaktaki yüksek dağa, oradaki yapılara gitti. Döndüğünde, bize siyah taş getiren köyle ve boncuk yapan köyle artık bir savaşımızın kalmadığını, önümüzdeki dolunayda geleceklerini, değiş tokuş için badem kurutmaya devam etmemizi söyledi. Yüksek dağda oturup, konuşup anlaşmışlar.
Efendim önceki yazımızda insanı yani primatların en yakışıklısını iki ayak üzerine dikmiş, kalabalık gruplar halinde toplamış, alet üretmeyi öğretmiş; tam da ateşi yönetmeye doğru ilerlerken bırakmıştık. Cumhuriyeti kaybetmeye giden yolda daha çok işimiz var belli. Ancak yılmak yok sevgili okuyucu, yürümeye devam. Bakalım hangi engelleri aşacağız.
Bizim Homo arkadaşımız ateş yakan kayalara doğru giderken, şimdilik biz biraz kenarda duralım. Önceki yazımızda konuştuğumuz şu “statü” olayına azıcık daha yakından bakalım. Malum en son hayvan avlamayı başarmıştık. Besin zincirinde bir basamak yükseldik, üstelik avlanabilmenin verdiği özgüven de var, yanında bir de düzenli protein alıyoruz. Kafamızın içinde şimşekler çakmasın da ne yapsın? Beynimiz önceki günlere nazaran çok daha hızlı büyüyüp gelişiyor.
Toplumsal statü için bir yeni kapı araladık sayılır. Artık bir görev dağılımı konusunda daha cesuruz. Evet gruptaki herkes her işi başarıyla yapmalı, her görev bir kişiye ait olamayacak kadar hayati öneme sahip ancak, kimi işlerde diğerlerine göre daha pratik olanlar varken onları kullanmamak da olmaz. Erkekler topluca ava gidince daha başarılı oluyorlar, kadınlar ve çocuklar ise toplayıcılıkta daha iyiler. Besin bu organizasyon sayesinde daha bollaşıyor, e o zaman doğru yoldayız demektir. Bu arada, erkeklerin ava gittiğini okuyan sevgili eril kardeşlerim boşuna havalara girmeyin, avcılık toplam besinin ancak yüzde yirmisini sağlar. Kadınlar bir yandan haneye bizim dört katımız yiyecek getirirken, diğer yandan yeni nesli yetiştirmeye devam ediyor. Her şekilde en az 5-0 mağlubuz hala.
Ateşin peşindeki arkadaşa yetişelim bakalım. Kayalar yuvarlanırken çıkan kıvılcımın otları tutuşturması bir mucize değil de nedir? O kıvılcımı bizim de çıkartmamız artık işten bile değil. Demir içeren bir taş (mesela pirit) ile Asya coğrafyasında en sık bulunan çakmaktaşı bir araya geldi mi, ikisinin tutkusundan çıkan kıvılcımlar nasıl da değiştirecek hayatımı. Artık ne zaman istersem ateş yakabiliyorum. Canım okuyucum, haydi hemen gözlerimizi kapayalım ve olanları-olacakları kafamızda canlandıralım.
-Ateş ile hayvanları korkutup tuzağa çekmek ne kolay.
-Mağaranın önünde yanan ateş yabani hayvanları uzak tutar. Gelsin düzenli ve güvenli uykular.
-Pişirilen etteki bakteri ve mikroplara güle güle. Gelsin daha az hastalık, ölüm ve acılar.
-Garip gözlerim güneş batınca hiçbir işe yaramıyordu, şimdi günüm ikiye katlandı.
-Artık daha fazla zamanım var ancak bu zamanı sadece ateş başında geçirebilirim. Ateşten 5 metre uzakta her şey eskiye dönüyor.
- Aletleri geliştirmek için daha çok zamanım ve yeni bir yardımcım var. Eğri dallar ısıyla düzeliyor. Mızrakların yüzeyi sağlamlaşıyor. Uçları sivrileşiyor.
Tüm bunlara rağmen hala çok boş vaktim var. Eğer kimse “Akdeniz Akşamları” diye şarkı söylemeye başlamayacaksa, ben başlıyorum göğe veya ateşe uzun uzun bakmaya, güvenli bir ortamda rahatlıkla düşüncelere dalmaya. Hayal etmeden ne başarılabilmiş ki bugüne kadar? Ben başlıyorum bugün avda olanları mağarada kalanlara anlatmaya. İşte taktım bir geyik boynuzunu kafama, sırtıma giydim kürkünü; çocuklar bayıldılar bu halime, kahkahaları vadiyi doldurdu. Bir başkası başladı anlatmaya; kırmızı yumruları olan bir bitkiyi ağzına attığını söylerken yüzünün aldığı şekli ben bile çok komik buldum. Ateş başında öğrendim geçen avda kardeşimin başına gelenleri ve ateş başında düşündüm sevdiklerimi yitirmeyi ancak hala onları sevmeye devam etmeyi.
Aç gözlerini sevgili okuyucu, seni tanıştırmam gereken yeni bir zekam var artık. Adına bugün “Dilsel Zeka” diyorlar. Kadınların geliştirdiği kelime haznesi ile erkeklerin icadı cümle yapısı, ateş başında geçen uzun vakitlerde sosyal zekamı coşturdu. E ben de ne yapayım, anlattım, dinledim, anlattım ve tekrar dinledim.
Öyle böyle derken geçen birkaç milyon yılda, bugünden bakınca sanki bir arpa boyu yol gitmiş gibi görünsek de, artık atlattığımız badireleri sen biliyorsun canım okuyucu. Artık sen biliyorsun. Şimdi böbürlenmeden ilk başa geri dönelim ve her şeyin – bizi biz yapan hemen her şeyin- bir iklim değişikliği ile başladığını hatırlayalım. Vakti geldi gene, bir kez daha doğa ana alacak sazı eline ve biz adına insan denen hayvanı başlayacak yeniden şekillendirmeye.
Efendim zaman hızla ilerliyor, günümüzden yaklaşık 26.000 yıl öncesi. Havalar ısınmaya, yağışlar artmaya başladı. Besin çoğalmaya devam ediyor, her gün biraz daha her gün biraz daha; derken yeniden gelen buz kıtlık yarattı, eyvah derken, hoppala yine ısınan hava ve yine artan besin. Arkadaş ben bu düzensizlikte ne yapacağım? Doğa sanki 21. yüzyılda yaşayan bir politikacı gibi davranıyor. Bir yandan sırtımı sıvazlarken, diğer yandan lokmamı alıyor. Bir taraftan gururumu okşarken, diğer taraftan sağlığımla oynuyor. Olmaz yemezler. Önce bu tutarsızlıkta yaşamayı öğreneceğim. Sonra bir daha başıma aynı şeyler gelmesin diye; soğuk ve sıcaktan beni koruyan kendi mağaramı yapmayı ve kendi besinimi üretmeyi öğreneceğim. Benim yıllar boyu geliştirdiğim genel zekam, doğayı öğrendiğim doğal tarih zekam, türlü aletleri üreten teknik zekam, yalnız olmamamı sağlayan sosyal zekam ve tüm bunları öğretip öğrenebileceğim dilsel zekam var. Yaklaşık 10-15 binyıl süren ve gün geçtikçe normalleşen tutarsız doğadan kim benden daha iyi ders çıkarabilir.
Tutarsızlık son bulduğunda, yeni iklim düzeni başladığında ben oldukça hazırdım. Taştan, ağaçtan ve nihayetinde topraktan evler yaptım kendime. Artık bir yerden bir yere hareket etmiyorum. Besini hala doğadan avlayıp toplasam da, bitkiler dikilmek, hayvanlar beslenmek üzere. Çocuklarım, bilemedin torunlarım evcil bitki ve hayvanlara sahip olacaklar. Yalnız hiyerarşide biraz değişiklik oldu. O karmaşada her türlü zorluğa rağmen bizi artık göçebelik yapmamaya ikna eden, farklı gruplarla bir araya gelip köyler kurmamızı sağlayan kadın ve erkekler ön plana çıktı. Hala yaşayanları çok saygı görse de asıl ölenlerin yeri başka. Onlar için zeminleri parlak büyük yapılar yapıldı, içlerine insan biçimli devasa taşlar dikildi ve ne zaman aramızda bir problem olsa bu yapılarda toplanıp problemi o yüce ölüler önünde çözüyoruz. Hatta güzel haberlere orada toplanıp seviniyor, kaybettiklerimizi orada anıyoruz. Dur hemen şaşırma daha da fazlası var. Kurucu atalarımız arasında hala yaşayanlardan birisi geçen o uzaktaki yüksek dağa, oradaki yapılara gitti. Döndüğünde, bize siyah taş getiren köyle ve boncuk yapan köyle artık bir savaşımızın kalmadığını, önümüzdeki dolunayda geleceklerini, değiş tokuş için badem kurutmaya devam etmemizi söyledi. Yüksek dağda oturup, konuşup anlaşmışlar. O kadar uzağa gitmenin bir manası varmış demek ki…
Ya sevgili okuyucu, cumhuriyete daha çok var gibi görünse de küçük çaplı bir “birleşmiş milletler meclisi” ile tanıştırdım sizi. Sürprizlerle doluyum…
Söylencemiz sürecek. VİYA BÖYLE !