YAZARLAR

Ölüler ülkesi yazıları: Savaş ve üretim

MÖ 4. bin yılın sonunda, devasa Uruk kenti bir anda çökmüştü. Birkaç yüz yıllık, görece bir boşluktan sonra, fonetik yazısı, devasa anıtsal mimarisi; bir yerel kral ve etrafında politik olarak örgütlenmiş, başını ruhban sınıfının çektiği soylulardan oluşan yönetimi; bir yandan Mısır, İran ve Anadolu ile irtibat halinde, diğer yandan ise birbiri ile sürekli savaşan, 18’i büyük, 35 kadar ayrı şehir ve kasabadan oluşan kent-devletleri ortaya çıkar.

Sümerliler; tarih çağlarının başlangıcında, Mezopotamya’da kurdukları kent-devletleri, yaptıkları icatlar ve keşifleri ile uygarlık kavramının ortaya çıkmasına sebep olan büyük bir kültüre verilen isimdir. Bakın yine tekrar ediyorum, onlar kendilerine, bir halk olarak, “kiengi” ya da “kenger” diyorlardı, Sümer geldikleri yerin adıydı. O yüzden biz bu uygarlıktan bahsederken, Sümerliler demeliyiz. Sonra külahları değişmeyelim!

Mezopotamya’da, Kalkolitik (Dönüşüm) Çağ boyunca, baskın bir yerel kültürün yayılıp, döneme adını vermesi ile tanınan ara evreler görülür. Kuzey Mezopotamya’da çağın başında ortaya çıkan Halaf kültürü, güneyde, çağın ortasında görülen Ubeyid kültürü ve yine Güney Mezopotamya’da çağın son evresinde karşımıza çıkan Uruk kültürü, birbiri üzerine koyarak, yönetimden mimariye, üretimden ticarete, mitolojiden dine, tüm bildiklerimizi dönüştüre dursun; bu sürede bir halk uzaklardan yola çıkmış, küçük gruplar halinde ama çağ boyunca durmaksızın Mezopotamya’ya göç etmiş, yerel halkların arasına kaynamış, nüfus çoğunluğunu elde etmesine rağmen, bölgenin dilini, kültürünü, yaşam biçimini benimsemiş ve kendi geleneklerini de bunların arasına katmayı başarmıştı. Henüz yazı icat edilmediği için yazılı kaynaklardan yoksun olsak da, arkeolojik verilerden, bu uzun süreli yoğun göçün, bölgede olağanüstü bir probleme yol açmadığı bilinmektedir. Göçmenler, anlaşıldığı üzere, bölgeye sorun değil, yenilik getirecek veya burada gelişen yeniliklere hızla ayak uyduracaktır.

Günümüzde araştırmacıların, bu halkın kökeni, nereden yola çıktıkları konularında kafası oldukça karışıktır. Sümerliler, kendi yazıtlarında, geldikleri yere Dilmun ülkesi adını verirler ve bilim insanları arasında, ağırlıklı olarak, bu metinlerde geçen bilgilere dayanarak, bu ülkenin Arap Yarımadası'nda, özellikle de Bahreyn Adası'nda olduğu düşüncesi kabul görür. Bazı çalışmalar, Sümerlileri, İndus Vadisi kökenli sayar. Bir kısmı ise Kafkasya’yı ana vatanları olarak önermektedir. Bir başka görüş ise, Yeşil Sahra’dan göç eden, Kuzey Afrikalı bir halk oldukları yönündedir. Bu görüş önceleri çok değer görmese de, 2016 yılında yayınlanan, Neolitik öncesi yerleşimlerin genom çalışmaları hakkında bir makale, Orta Doğu’da bazı erken kültürlerin, Kuzey Afrika kökenli olabileceğini öne sürmektedir.

Ur Standardı olarak bilinen eserin savaş sahnesi, M.Ö. 2600, British Musem

Neyse canım, biz nereden geldiklerini araştırma işini başka meraklılara bırakalım da Mezopotamya’ya geldikten sonra ne yaptıklarına bakalım. Geçtiğimiz yazıda bahsetmiştik, milattan önce dördüncü bin yılın sonunda, devasa Uruk kenti bir anda çökmüştü. Birkaç yüz yıllık, görece bir boşluktan sonra, fonetik yazısı, devasa anıtsal mimarisi; bir yerel kral ve etrafında politik olarak örgütlenmiş, başını ruhban sınıfının çektiği soylulardan oluşan yönetimi; bir yandan Mısır, İran ve Anadolu ile irtibat halinde, diğer yandan ise birbiri ile sürekli savaşan, 18’i büyük, 35 kadar ayrı şehir ve kasabadan oluşan kent-devletleri ortaya çıkar. Bir çoğu 40 hektardan büyük olan bu yerleşmelerde, kentleşme o kadar yoğundur ki, coğrafyadaki toplam nüfusun yüzde 80’i bu kentlerde yaşamaktadır.

Çok tanrılı inanç dünyasında, aynı tanrı-tanrıça birliğine (pantheon) tapınsalar da, her kentin kendine özel bir koruyucu tanrısı/tanrıçası ve Lugal (kral), En (bey) ve Ensi (vali) gibi unvanlara sahip yöneticileri vardır. Özellikle tapınakların, güç elde etmek için yaptığı kışkırtmalar ve yerleşimlerin sınır anlaşmazlıkları yüzünden, kentler birbirleri ile sürekli savaşır, diğer zamanlarda da, daha iyi savaşmak için aralarında çeşitli koalisyonlar kurarlardı. Koalisyonlar için Unken (meclis) kurulur, burada diğerlerinden güçlü bir figür ortaya çıkarsa ona da, stratejik konumundan dolayı önemli olan “Kiş” kentine ithafen, Kiş Kralı unvanı verilirdi.

Savaşlar devam ede dursun; çeşitli uzak ve yakın komşulardan, altın, gümüş, lapis lazuli ve kehribar gibi değerli maden ve taşların, sedir gibi kıymetli ağaçlar ve kerestelerin bölgeye ihracatı, dışarıya da buğday, arpa gibi tahılların ve bu tahıllardan yapılan ürünlerin, bira gibi çeşitli alkollü içecekler ve yağların, başta hurma olmak üzere çeşitli meyvelerin, deniz ve tatlı su ürünlerinin, türlü alet-edevatın ve hatta yazı, teknoloji, bilim ve siyasetin ithalatı da aynı hızda devam ediyordu. İnsanlar bir araya gelip devamlı evler, dükkanlar, saraylar, tapınaklar, çok katlı ziguratlar inşa ediyorlardı. İnşaat deyince, durup bir düşünmekte fayda var. Mezopotamya, taş ve ağaç yoksunu bir coğrafyadır. Bir yapı için tuğla yapmak; yani kili çıkartmak, çeşitli maddeler ile karıştırmak, şekillendirmek, kurutmak ve çoğu zaman pişirmek gerekir. Eh koca koca şehirler için de, bu tuğlalardan binlerce, on binlerce, yüz binlerce üretmek gerekir. Demek ki bizim Mezopotamyalılar; “Allah bin piriket (biriket-bereket) versin de bir ev yapalım” dememiş.

Efendim savaşlar devam ediyor da biz niye duralım. Yaratılış, tufan gibi söylenceleri, dini metinleri, yazılı kanunları; matematikten fala, tıptan büyüye uzanan yüzbinlerce tablete döşenen yazıları yazanlar durmamış. Hızlı dönen çark ile endüstriyel üretim yapan çömlekçiler de durmamış. Kimi araba tekerini, diğeri yelkeni icat etmiş; ticarette, seyahatte ve savaşta yeni bir çağ başlatmış. E yapı kemeri-tonoza ne demeli? Bunca dev yapı, bu mimari eleman icat edilmeden nasıl ayakta duracaktı ki? Anlaşıldı, mimarı da mühendisi de, işçisi de durmamış. Deri, dokuma, metal gibi çeşitli zanaatların ustalarının diğerlerine yetişmek için durmaya vakti zaten olmamıştır. Kuyumcuları hadi bir kenara bırakalım desek, ya oymacılık ve kakmacılık gibi, onlarca farklı değerli hammaddeyi aynı anda kullanmada mazhar ustaları nasıl durduracağız? Ki onların ürettiği eserlere bugün bile paha biçebilen yoktur. Kısaca Sümerliler, ne savaşmayı ne de üretmeyi bırakmamışlardır.

Efendim işte göçün, böyle büyük kültürleri yaratmakta ne kadar önemli oluğunu hep birlikte gördük. Yalnız, bu şaşaa, bu parıltı, gözümüzü öyle kamaştırdı ki, bu sırada yine küçük gruplar halinde bölgeye gelip, çoğunluğu yavaş yavaş elde eden “Sami” kavimlerinin göçünü gözümüzden kaçırmışız. Eh, sevgili okurlar bize kızmasın. Onu da önümüzdeki yazıda konuşuruz. Medeniyet gözümüzü aldı ne yapalım? Ne demişti Bandista?

Düşkün bir düşe benzer
Heveskâr eğlenceler
Burjuvazi büyüler…

Söylencemiz sürecek. Viya Böyle!


Selim Martin Kimdir?

Selim Martin 1981 Uşak doğumlu. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Dokuz Eylül Üniversitesi'nde Arkeoloji üzerine yaptı. Aynı üniversitede Arkeoloji Bölümü'nde Öğretim Görevlisi olarak çalışmakta. Prehistorya, Bilişsel Arkeoloji, Mezopotamya Arkeolojisi, Tarihsel Coğrafya ve Mitoloji gibi temel Arkeoloji konularının yanında tekstil, mozaik, resim gibi sanat ve tasarım alanlarında da çeşitli dersler yürütmekte. Eğitim ve iş hayatı boyunca çeşitli bilimsel ve sanatsal projeler ile kültürel etkinlikler içerisinde yer aldı ve özellikle Batı Anadolu coğrafyasında eğitim ve kültürel amaçlı geziler düzenledi. Uzun yıllar, arkeolojik alanlarda ve çeşitli bilimsel çalışmalarda belgeleme amaçlı fotoğraf çekmekle beraber, sanatsal anlamda kişisel fotoğraf sergileri açtı ve çeşitli eserleri karma sergilerde de yer aldı. Arkeoloji ve Mitoloji alanlarında kitapları ve bilimsel yayınları olan ve çeşitli ulusal gazete ve dergilerde mitoloji konulu yazılar kaleme alan Selim Martin evli ve bir çocuğu var.