YAZARLAR

Ölüler ülkesi yazıları: 'Tahammül' mü 'zeka' mı?

Bizim insansı, hayal kırıklığı ile taşı fırlatınca, taş sert bir kayaya çarpıp ikiye ayrıldı. Öyle de güzel ayrıldı ki; bir yarısının ucu sipsivri, diğer yarısında ise derin bir çukurluk var. Aaa! O zaman ne duruyoruz? Yerdeki büyükçe taşları alıp alıp, başladı kayalara çarpmaya. O kadar çok denedi, o kadar çok başarısız oldu ki, sonunda -mükemmel olmasa da- istediği şekli yaratmayı başardı.

Efendim tekrar merhaba.

“İnsan aklının gelişimi için bir arkeoloğa danışmak gerekli midir” sorusunun peşinde, geldik üçüncü yazımıza…

İki ayak üzerine dikilince, primat ailesinden ayrılıp, adına Hominin (İnsansı) denen yeni bir canlıya dönüştüğümüzü hatırlarsınız. Bu dikilme, memelilerde alışılagelen düzeni bozmuş; bu yeni vücudumuz, daha formasyonunu tamamlamamış olan bebeği, dokuz ay civarında dışarı atmaya başlamıştı. Bu olağanüstü durumun, başka olağanüstü sonuçlar yaratacağını da tahmin etmek zor olmasa gerek. Olan bitene girmeden evvel, öncelikle şu kısmı, önceki yazımızdan aparıp, tekrar hatırlatmakta fayda var.

“Herkes bilir, memelilerde doğumdan hemen sonra, yavru ayaklandı ayaklandı, yoksa bir yırtıcı gelip onu yer. Oysa, iki ayak üzerine dikilen bu primatın doğurduğu yavru, bırakın yürüyüp koşmayı, doğduğunun bile farkında değil. Çünkü daha cenin. Ne elleri el, ne ayakları ayak, ne de beyni beyin.”

Bu durumun başımıza açacağı işlere dalıyoruz; herkes nefesini ayarlasın, zira uzun bir süre yüzeye çıkamayacağız.

Efendim, her canlıda olduğu gibi, bu insansılarda da, adına “Genel Zeka” denilen bir “şey”, doğuştan var. Oldukça ağır çalışan, zor öğrenen, sık hata yapan bu zeka aynı zamanda da gelişmeye müsait. Yani vaktin varsa, otur bekle. Nasılsa gelişecek.

Bir de, yine tüm canlılarda az çok bulunan, genel zekanın kıyısında köşesinde oluşup, ondan ayrı bir yön çizip büyüyen, günümüzde “Doğal Tarih Zekası” olarak isimlendirilen bir “şeyimiz” daha var. O da gelişmeye oldukça müsait. Ancak, bunun için de sürekli başımıza yeni ve değişik olaylar gelmesi gerekiyor. İşte, yağmur yağmadan önce bulutlar toplanacak; kuşlar farklı mevsimlerde farklı yönlere doğru uçacak; ay, her gece yavaş yavaş farklı şekillere bürünüp kendini farklı yönlerden gösterecek falan. Biz de bunları biriktirip, öğreneceğiz.

Yani her iki zekayı da, ileride değerlenecek birer arsaya yatırım yapmak gibi düşünebiliriz; ama bayağı bir ilerde…

Ancak bizim bekleyecek vaktimiz yok, yani var da, o kadar yok. Sabırsızlığımızı anlayan doğa, bizi yeni bir “şey” ile tanıştıracak; daha doğrusu tanışmaya zorlayacak. Eh, madem kaçarımız yok, tanışalım o vakit.

Şimdi, vücudumuz, daha formasyonunu tamamlamamış olan bebeği, dokuz ay civarında dışarı atıyor ya; biz –bir köroğlu bir ayvaz- bu bebeği hem yırtıcılardan koruyup hem de aynı zamanda karnını doyurmayı nasıl başaracağız? Türümüzün devamını sağlayabilmek için mecbur bizim gibi olan diğer çekirdek ailelerle bir araya gelip, daha kalabalık bir grup oluşturacağız. Hoş geldin akrabalık! Ve hoş geldin onlara tahammül edebilme “şeysi”; bilimsel adıyla “Sosyal Zeka”

Bu yeni zeka sayesinde –belki de zorunda olduğumuz için- alışageldiğimizden daha kalabalık bir yapı içerisinde, öncekine göre daha güvende ve daha başarılı bir tür olmayı hak ettik. Aferin bize!

Durun, hemen koyuvermeyin kendinizi; daha yolun çok başındayız.

Efendim sonracığıma, artık ne zamandır iki ayak üzerinde, yerde hareket ediyoruz. Dik olarak dengemizi tutturmayı öğrendik çok şükür. Eh, ağaç dallarını kavramak, daldan dala hoplamak-zıplamak da nicedir yok. Bu öndeki iki el-kol ne olacak?

Malum, doğanın affı yoktur. Bir şey, işe yaramıyorsa, ya dönüşür ya da yok olur. Biz de, bu kavramayı seven uzuvlarımızla, başladık önümüze gelen şeyleri tutmaya.

İşte bir bitki; tut, asıl yapraklarına. Topraktan çıkan şu kökün lezzetine de bakın. İşte bir taş; al eline, ister bitkinin kökünü parçala istersen de şu sert yemişin veya sudan topladığın midyenin kabuklarını kır. Oh, değmeyin keyfime. Eskiden, dişimin kesmediği ne varsa uzak duruyordum, şimdi ise hepsi cumburlop mideye. Ama geçen çok güzel bir taş bulmuştum; bir ucu sivri, ortası ise çukur. Sivri tarafı ile kökleri hızlıca kazıyordum. Çukur kısmı ise gördüğüm en mükemmel şeydi. Kabuklarını kırmak için vurduğumda, o çukur sayesinde, yemiş fırlayıp gitmiyor, kolayca kırılıyordu. Ama ne yazık ki, taş parçalanıp gitti. Bir daha da öylesini bulamadım…

Şurada ona benzeyen bir taş mı var? Yok değilmiş, fırlat gitsin.

Bizim insansı, hayal kırıklığı ile taşı fırlatınca, taş sert bir kayaya çarpıp ikiye ayrıldı. Öyle de güzel ayrıldı ki; bir yarısının ucu sipsivri, diğer yarısında ise derin bir çukurluk var. Aaa! O zaman ne duruyoruz? Yerdeki büyükçe taşları alıp alıp, başladı kayalara çarpmaya. O kadar çok denedi, o kadar çok başarısız oldu ki, sonunda -mükemmel olmasa da- istediği şekli yaratmayı başardı. Teşekkürler; yavaş da olsa, taşın kırılma dinamiğini anlamayı başaran “Genel Zeka”, teşekkürler.

Durun! Sanırım yeni bir “şey” yükleniyor… Veeee, hoş geldin “Teknik Zeka”. Zekalar dörde çıktı, artık bu insansı eskisi gibi değil, olamaz. Kulağına eğilip, yeni ismini üç kere tekrar edelim o vakit: Homo, Homo, Homo, yani İnsan, İnsan, İnsan.

Gördünüz mü sevgili okur? Bir, ayağımızın üzerine kalkalım dedik, neler neler oldu?

Neyse, güzel de oldu. Artık bizi durdurabilene aşk olsun.

Söylencemiz tüm hızıyla sürecek. VİYA BÖYLE!


Selim Martin Kimdir?

Selim Martin 1981 Uşak doğumlu. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Dokuz Eylül Üniversitesi'nde Arkeoloji üzerine yaptı. Aynı üniversitede Arkeoloji Bölümü'nde Öğretim Görevlisi olarak çalışmakta. Prehistorya, Bilişsel Arkeoloji, Mezopotamya Arkeolojisi, Tarihsel Coğrafya ve Mitoloji gibi temel Arkeoloji konularının yanında tekstil, mozaik, resim gibi sanat ve tasarım alanlarında da çeşitli dersler yürütmekte. Eğitim ve iş hayatı boyunca çeşitli bilimsel ve sanatsal projeler ile kültürel etkinlikler içerisinde yer aldı ve özellikle Batı Anadolu coğrafyasında eğitim ve kültürel amaçlı geziler düzenledi. Uzun yıllar, arkeolojik alanlarda ve çeşitli bilimsel çalışmalarda belgeleme amaçlı fotoğraf çekmekle beraber, sanatsal anlamda kişisel fotoğraf sergileri açtı ve çeşitli eserleri karma sergilerde de yer aldı. Arkeoloji ve Mitoloji alanlarında kitapları ve bilimsel yayınları olan ve çeşitli ulusal gazete ve dergilerde mitoloji konulu yazılar kaleme alan Selim Martin evli ve bir çocuğu var.