YAZARLAR

Ölüler ülkesi yazıları: Yakındoğu’daki organize toplumlar

Bu topraklarda yaşayan herkesin, ayrışmadan, amasız ve fakatsız, tarihine ve coğrafyasına sahip çıkıp, üreten, keşfeden, öğreten, düzelten, yenileyen ve kurtaran bir geleceği mi olacak; yoksa kötülerin adına Ortadoğu dedikleri gayya kuyusunda ezilip, sömürülüp, ölmeye devam mı edeceğiz? Herkes tarafını seçsin.

Efendim, geldik zurnanın zırt dediği yere.

Bir önceki yazımızda kenti, devleti, bürokrasiyi, aristokrasiyi ve yazıyı icat ettik.

Hem de nerede? Batı’nın bugün barbar, cahil gördüğü, canı sıkıldıkça demokrasi(?) getirmeye çalıştığı, kendince yeni isimler taktığı Yakındoğu coğrafyasında.

Hem de ne zaman? Günümüzden 8.000 ila 3.500 yıl önce.  

Bakalım bu icatlar, dünyaya başka neler armağan edecek diyerek, bu yazıda sözümüzü nihayete erdirelim.

Yazının icadı -ayıptır söylemesi- bir çağı kapatıp, başka bir çağı başlatacak. Bilim insanları, bu yeni çağı Tunç Çağı olarak adlandırır. Ama tunç alaşımı bir önceki çağda zaten biliniyordu, yeni bir icat değil anlayacağınız, üstelik tunçtan daha önemli o kadar çok şey var ki bu çağda, adı -af edersiniz- güdük kalıyor. Gelin biz buna “Organize Toplumların Çağı” diyelim. Coşkuyu kabartmak adına da ilk organize toplumumuzun adını yüksek sesle ünleyelim. Sümerliler!

Bakın Sümerler demiyorum, Sümerliler diyorum. Çünkü Sümer bir yer adıdır. O yüzden o insanlara Sümerliler dememiz gerekir (aynı Amerikalar değil Amerikalılar dediğimiz gibi). Zaten bu arkadaşlar kendilerine “kiengi” diyordu.

Neyse efendim, adı bir yana, bu kadar ilgili okurlara, kalkıp da Sümerlileri uzun uzun anlatacak değilim tabii ki. Ancak bu çağda, Mezopotamya’da, altını çizmemiz gereken çok önemli şeyler var. Bunlardan biri, bir coğrafyada yaşayanların, organizasyonunu doğru yaptığında, kendisine ve dünyaya ne kadar faydalı olduğuyla alakalı; ancak bir de yaşadığı coğrafyaya, amasız-fakatsız sahip çıkma durumu var ki, hepimize ders niteliğinde. Sümerlilerden bu güne kadar, bunu yapanlar büyüyüp güçlenecek, dünyada iz bırakacak, yapmayanlar ise hızlıca yok olup gidecekler. Seçim sizin!

Sağ baştan sayıyorum. Resimsel yazı artık yetmiyor. Duygular, düşünceler, özel isimler, doğa olayları; bu irsaliye hazırlamak ve kayıt tutmak için icat edilen eski yazıyla anlatılamıyor. Sümerliler, ne yapacağız dememişler; bir nesnenin resmini kile çizmek yerine, o nesneyi söylerken, ağızlarından çıkan seslere, herkesin görünce tanıyabileceği şekiller bulmuşlar. Yani “küp” kelimesini yazmak için oraya bir küp çizmek out! “K”, “ü” ve “p” seslerine karşılık gelen bir şekil çizmek in! Oldu mu size dilin fonetizasyonu? Hoş geldin “ALFABE”. Eh, alfabeyi bulduktan sonra canım ne isterse yazarım tabii ki. Matematikten tıbba, faldan büyüye, mitolojiden dini metinlere, kral soylarından bayındırlık hizmetlerine, ha babam yazıp yazıp durmuşlar.

Sonra tekerlek, yelken, metal saban, tonoz-kemer, mozaik ve kakma sanatı gibi saymakla bitmeyen ancak dünyada hala kullanılmaya devam eden onlarca yeni şey icat edecekler. Eh, toplum organize tabi. Bilgiler bir yandan üst üste birikip, diğer yandan da geniş kesimlere yayılınca, meyvelerini toplamak işten bile değil anlayacağınız.

Fakat tüm bu keşif ve icatlar bir yana, asıl vurgulamak istediğim şey diğeri. Coğrafyaya sahip çıkmak…

Sümerliler, hazırladıkları kral listelerinde zamanın kralını överken, bir şey daha yaparlar. Kralın ve krallığın atalarını sayarlar. Yahu ne atası, daha dur devlet yeni kuruldu. Krallık yeni icat oldu. Olsun, Sümerliler sanki hepsi kendi atasıymış gibi, bu topraklarda kendilerinden önce yaşayıp da hatırası onlara kadar ulaşan kim varsa, gerçek ya da efsanevi olmasına bakmadan, hepsine sahip çıkar, köklerini onlara dayandırır. Onların mirasına sahip çıkarlar. İlk Sümer devletlerini, bölgeye göçle gelip zamanla çoğunluğu oluşturan, Sami kökenli Akkad krallığı (kimi tarihçilere göre tarihteki ilk imparatorluk) yıkar. Başa geçen meşhur Sargon (Şarrukin), sanki kendi dili, ırkı, dini, kültürü bambaşka değilmiş gibi, Sümerlilerin taktiğini aynen uygulayıp, kendisinden öncekilerin tamamını atası sayar. Ayrıca, bizzat devlet tarafından Akkadça’nın yanında Sümerce resmi dil olarak kullanılmaya, Sümer tanrılarına tapınılmaya devam edilir. Sonra Akkad yıkılır, 2. Sümer devleti kurulur. Değişen hiçbir şey olmaz, ataların sırasına Akkadlar da eklenir, Akkad dili ve dini resmi olarak kullanılmaya devam eder.

Canım okur; İsin, Larsa, Babil, Assur derken, milattan önce 3200 civarında başlayan bu yaklaşım, neredeyse 3 bin yıl aralıksız sürer. Herkes kendisinden öncekine sahip çıkar, o mirastan beslenmeye devam eder. Hatta Assur kralları, bırakın dili, dini kullanmayı, öncekilerin yazılı metinlerinin (sayısız kil tablet) kopyalarını çıkartıp saklar, eskilerden kalma yapılara, eserlere bile sahip çıkar, kollarlar. Bir nevi müzeciliğin icadı, anlayacağınız.

İşte Yakındoğu’nun insanlığa armağan ettiği en büyük, en faydalı şey: Geçmişe sahip çıkmak. Böylece -tabiri caizse- her seferinde Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Bilgi güçtür; eskinin kadim bilgisi büyük güçtür.

Pekiştirmek adına, kendi tarihimizdeki bir iki önemli isme bir selam versek iyi olur. Mesela Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’u aldıktan sonra ilk bastırdığı parada, “Kayzeri Rum” yani Roma İmparatoru yazar. Geçmişe daha nasıl sahip çıkarsın ki. Yine mesela Atatürk’ün, geçmişe verdiği önem bir yana, bu ülkeye savaşmaya gelmiş düşman ölülerine bile gösterdiği saygı, coğrafyaya sahip çıkmanın zekice bir örneğidir. Eh, başka da örneğe gerek yok sanırım.

Şimdi sevgili okur, bu coğrafyanın aslında ne kadar önemli olduğunu ve Paleolitik Çağ’dan neredeyse Avrupa Rönesans’ına kadar, dünya üzerinde bildiğiniz her türlü gelişmenin, her türlü yeniliğin, yani insana dair en önemli anların ana vatanı olduğunu söyleyerek, haftalardır çağdan çağa koşturduğumuz yazı dizimize son verelim. Çok söyledik, yeter bence. Tarihi bile başlattık, üstüne konuşmak istemez değil mi? Haa, yoksa ben bilirim, daha bin tanrılı Hititleri; tek tanrılı dinlerin, modern tıbbın, felsefenin, gökbiliminin, biyolojinin, tarih biliminin, paranın, eczacılığın, kağıdın, modern mimarinin, hatta uçma fikrinin bile ana vatanı olduğumuzu anlatmayı.

Ayrıca, tekrar diyeyim, burasının adı Yakındoğu’dur. Ortadoğu terimi, Batılıların bir çıkar ilişkisi adına, sonradan uydurduğu bir lafügüzaftır. Bu da böyle biline!

Şimdi etrafınıza iyice bir sorun; bu topraklarda yaşayan herkesin, kıldı-tüydü, saptı-çöptü diye ayrışmadan, amasız ve fakatsız, tarihine ve coğrafyasına sahip çıkıp, aynı eskiden olduğu gibi, üreten, keşfeden, öğreten, düzelten, yenileyen ve kurtaran bir geleceği mi olacak; yoksa kötülerin adına Ortadoğu dedikleri gayya kuyusunda ezilip, sömürülüp, ölmeye devam mı edeceğiz? Herkes tarafını seçsin.

Son kez keşişin sözlerini haykırarak, konuyu kapatalım.

“Ex Oriente Lux” yani “Işık Doğudan Yükselir”.

Söylencemiz tüm hızıyla sürecek. VİYA BÖYLE!


Selim Martin Kimdir?

Selim Martin 1981 Uşak doğumlu. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Dokuz Eylül Üniversitesi'nde Arkeoloji üzerine yaptı. Aynı üniversitede Arkeoloji Bölümü'nde Öğretim Görevlisi olarak çalışmakta. Prehistorya, Bilişsel Arkeoloji, Mezopotamya Arkeolojisi, Tarihsel Coğrafya ve Mitoloji gibi temel Arkeoloji konularının yanında tekstil, mozaik, resim gibi sanat ve tasarım alanlarında da çeşitli dersler yürütmekte. Eğitim ve iş hayatı boyunca çeşitli bilimsel ve sanatsal projeler ile kültürel etkinlikler içerisinde yer aldı ve özellikle Batı Anadolu coğrafyasında eğitim ve kültürel amaçlı geziler düzenledi. Uzun yıllar, arkeolojik alanlarda ve çeşitli bilimsel çalışmalarda belgeleme amaçlı fotoğraf çekmekle beraber, sanatsal anlamda kişisel fotoğraf sergileri açtı ve çeşitli eserleri karma sergilerde de yer aldı. Arkeoloji ve Mitoloji alanlarında kitapları ve bilimsel yayınları olan ve çeşitli ulusal gazete ve dergilerde mitoloji konulu yazılar kaleme alan Selim Martin evli ve bir çocuğu var.