YAZARLAR

Ölüler ülkesi yazıları: Yürü ya kulum!

Homo Erektus'un kafatası, vücuduna oranla daha küçük olduğu için, toplam enerjisinin çoğunu, beyni yerine vücudu kullanıyor; bu durum da onu, diğer tüm türlerden daha rahat yürüyebilen bir canlıya dönüştürüyor. Türkçesi ile söyleyeyim: Allah, bunlara “Yürü Ya Kulum” demiş.

Bilişsel Arkeoloji adlı dizimizde, geldik 5. yazıya. Adettendir, önce, başlangıç sorumuzu bir kere daha tekrar edelim.

İnsan aklının gelişimi için bir arkeoloğa danışmak gerekli midir?

Bu sorunun cevabının peşinde haftalardır dolanıyoruz. Şimdiye kadar öğrendiklerimizi, yani bilimin bulgularını alt alta sıralayalım.

Önce –zeki canlıyız ya- zekalarımızla başlayalım:

“İki ayak üzerine dikilmenin” ciddi sonuçlarını hepiniz hatırlarsınız. Prematüre yavruya bakmak için bir araya gelme zorunluluğunun yarattığı “Sosyal Zeka”; doğuştan gelen “Genel Zeka”; yaşadıkça artan “Doğal Tarih Zekası” ve nihayet boştaki ellerimizi kullanarak alet üretmemize yarayan ve her üretimde daha da gelişen “Teknik Zeka”.

Sonra bu zekaların durmadan gelişmesi ve günlük yaşamımıza yansımaları ile oluşan kaotik durumla devam edelim:

Gittikçe küçülen çene yapısı ve buna paralel büyüyen beynimiz sayesinde, nihayetinde ilk defa avlanmaya yarayan bir alet üretmeyi başardık. Düzenli protein alımı ve avlayabilmenin getirdiği gelişen özgüven ile birlikte, biriken tüm bilgiler sıkıştı ve patladı. Bu ilk patlamanın sonucunda da, sentezlenmiş yepyeni bilgilerle donanmış, başarılı bir insan sürümü piyasaya çıktı. Eh, doğanın işine bak, bu yeni sürüm, ancak 1-1.5 milyon yılda çıktı diye beğenmeyenler varsa, buyursun daha güzelini, daha çabuk yapsın. Biz kendi işimize bakalım. Artık öyle eskisi gibi ürkek, vitaminsiz, gariban insan yok karşınızda. Bugüne bugün, avcı-toplayıcı ve göçebe derler adıma. Herkes ayağını denk alsın!

Avcılığın ve toplayıcılığın hakkını veriyoruz madem. Sıra geldi göçebeliğe. Biraz da bu durumu tanıtalım.

Basit bir memeli primat olarak, uzun yıllardır, küçük gruplar halinde, Afrika’da, sen kepçe ben kazan, dolanıyorduk. Bir bitkinin veya bir sürünün peşinde gezip, karnımızı doyurmak için çabalıyor; bulduğumuz mağara veya kaya sığınaklarında, olmadı dallardan-yapraklardan yaptığımız geçici barınaklarda konaklıyorduk. Kalabalık gezemeyiz. Öyle olsa ne karnımızı doyurabilir, ne de sağlıklı bir şekilde barınabiliriz. Üstelik, çok sayıda insan bir araya toplansak, bütün yırtıcıların da dikkatini çekeriz. Neme lazım, 8-10, hadi bilemedin 20 kişi, kafi.

Ama sakın, bizim gibi dolaşan diğer gruplara düşman olduğumuzu falan düşünmeyin. Yok yemek ve kaynakların paylaşımı, yok mağara kapma yarışı gibi şeyler, gözünüzde canlanmasın. Ben de tüm canlılar gibi beslenmek ve barınmak zorundayım, evet. Ancak, bunları paylaşarak da hayatta kalabilirim. Fakat, paylaşmak yerine düşmanlık yaratırsam; canlı olmanın üçüncü ve en önemli zorunluluğuyla yüzleşmek mecburiyetinde kalır ve büyük ihtimalle yok olurum. O ne mi? Üremek efendim üremek. Her canlı, sadece soyunu devam ettirmek üzere şartlanmıştır. İstediğin kadar iyi beslen, üreyemezsen türün yok olur.

Şimdi, şu bilgiyi de verirsem, sanırım taşlar yerine oturur. Memelilerin neredeyse tamamında olduğu gibi, insan türlerinde de aile içi üreme yani ensest yoktur. Bakmayın siz, günümüzün, gördüğü herkese salya akıtan, insan görünümlü mahlukatlarına. Şimdikiler, ilk insandan bile daha geride olan zavallı canlılar ve yok olmaya mahkumlar. Akraba evliliklerinden doğan çocukların, fiziksel ve mental sağlıkları hakkında, burada uzun uzun konuşmaya gerek yok herhalde. İnsanda aile içi üreme olmaz-olamaz.

Peki bizim atalarımız, bu durumda ne yapacak?

Birlikte gezen gruplarda, hemen ilk nesil sonrası akrabalık oluşuyor. Eh, gördüğünüz üzere akraba ile üremek de olmuyor. İşte o sebeple, sizinle aynı bölgede yaşayan, diğer göçebe gruplarla aranızı iyi tutmak gerekir. Buradaki yarış: bir meyve ağacını veya mağarayı kapmak değil; aksine her karşılaştığınızda kim diğerine daha güzel bir hediye verecek, kim diğer grubu tehlikelere karşı uyaracak, yarışıdır. Yarışı kazanan göze girer, hoşa gider. Beğenilmek lazım, beğenilelim ki üreyebilelim. Komşu komşunun külüne muhtaçtır efendim; tabii burada komşu komşunun “genine/spermine/yumurtasına muhtaçtır” da diyebiliriz.

Türümüz hala hayattaysa, işte bu şekilde, üremeyi devamlı ve başarılı hale getirmedeki çabası sayesindedir. Aferin len! atalarımız. Bize bir ders daha verdiniz. Umarım anlamışızdır: Komşusu ile iyi geçinmeyen, eninde sonunda yok olur.

Şimdi göçebeliğin mantığını kavradıysak. Olayı başka bir boyuta taşıyalım.

Ne dedik, biriken bilgiden beyninde patlama yaşayan atalarımız, her seferinde daha başarılı bir canlıya eviriliyordu. Bu süreçte ortaya çıkan her yeni tür, öncekinin birikimleriyle donanmış halde hayata başlıyordu. İşte ilk patlamanın ardından ortaya çıkan, yeni bir insan türü ile tanışma zamanımız geldi: Homo Erektus, yani dik insan.

Ölüler ülkesi yazıları: Yürü ya kulum! - Resim : 1En son söyleyeceğimizi başta söyleyelim: Homo Erektus, şimdiye kadar gelmiş geçmiş en başarılı türdür. Ama, bizler yani Homo Sapiens en başarılı tür değil mi hocam diye seslendiğinizi duyar gibiyim. Değil. Bu dik insan, 2 milyon yıldan fazla süre hayatta kalmayı başarmış. Biz Sapiensler ise daha 380.000 yıldır buradayız. Son zamanlarda iyice belirginleşen, doğayı tahrip etme hızımız da dikkate alınırsa; hem kendimizi hem de dünyayı komple yok etmemiz çok uzun sürmeyecek gibi duruyor. Ne diyelim, inşallah ben yanılıyorumdur.

Bu abi-ablaların başarısını peşinen kabul ettikten sonra, sıra geldi onları tanımaya.

İlk olarak, “adı” hepimize bir şeyler çağrıştırıyor olmalı. Erektus, yani dik. Bu unvan öyle kolay alınmaz. Geçmiş insan türleri ile ilgili yanlış bilinenler arasında bir yarışma yapılsa, bu diklik mevzusu ilk sıraya oturur. Google amcaya bile sorsan, çıkan sonuçlardan çoğunda aynı yanlış yer alıyor. Homo Erektus'u “ilk iki ayak üzerine dikilen insan türü” olarak tarif etmeyeni dövüyorlar sanki. Halbuki alakası yok, zaten bir canlıya Homo yani İnsan diyebilmemiz için bu durumun standart olması lazım. İki ayak üzerine ilk dikilen arkadaşların adı Hominid yani İnsansı, anlayacağınız henüz insan bile değiller. O insansılardan, boşta kalan elleri ile alet üretebilenlere Homo/İnsan diyoruz. Yani tüm Homolar/İnsanlar, iki ayak üzerinde dik olarak hareket ederler.

Peki, herkesin zaten “dik” olduğu bir ortamda, bu arkadaşın ne özelliği var da adını “Dik İnsan” koymuşuz? Kendisi, günümüz tabiri ile “Gold Premium Dik”. Yani, bu arkadaşın kafatası, vücuduna oranla daha küçük olduğu için, toplam enerjisinin çoğunu, beyni yerine vücudu kullanıyor; bu durum da onu, diğer tüm türlerden daha rahat yürüyebilen bir canlıya dönüştürüyor. Türkçesi ile söyleyeyim: Allah, bunlara “Yürü Ya Kulum” demiş.

Aman yanlış anlaşılma olmasın, zekaları düşük falan değil, oldukça zeki canlılar. Sadece vücut-kafatası oranı, diğer insan türlerinden farklı. Mesela biz Sapiensler’in beyni, toplam enerjinin neredeyse yüzde yirmisini kullanır ve hiç durmaz/dinlenmez. Geri kalanla koca vücudu, onlarca organı, metrelerce kası falan idare etmesi oldukça zor olmalı değil mi? 3+1 evinizde, mutfağın tamamını kaplayan bir buzdolabı olduğunu ve hiç kapanmadığını düşünün. Evin toplam elektriğinin çoğu buraya gitse, diğer yerleri aydınlatmak bile mesele olurdu. Halbuki Erektus bundan muaf, o yüzden vücudu istediği gibi, bol bol enerji tüketip, oradan oraya sekiyor.

Buna Allah, yürü ya kulum, dedi ya. Bu da durur mu? O güne dek, hiçbir türün başaramadığı bir şeyi yapacak ve Afrika’dan dışarı, yürüyüp gidecek. Öyle eli boş da gitmeyecek ha! Önceki türlerin aletlerini cebine koyacak; ver elini önce Asya-Yakındoğu, oradan da Avrupa.

Bakalım bu yeni coğrafyalarda, atalarımızın başına neler gelecek. Az sonra…

Söylencemiz tüm hızıyla sürecek. VİYA BÖYLE!


Selim Martin Kimdir?

Selim Martin 1981 Uşak doğumlu. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Dokuz Eylül Üniversitesi'nde Arkeoloji üzerine yaptı. Aynı üniversitede Arkeoloji Bölümü'nde Öğretim Görevlisi olarak çalışmakta. Prehistorya, Bilişsel Arkeoloji, Mezopotamya Arkeolojisi, Tarihsel Coğrafya ve Mitoloji gibi temel Arkeoloji konularının yanında tekstil, mozaik, resim gibi sanat ve tasarım alanlarında da çeşitli dersler yürütmekte. Eğitim ve iş hayatı boyunca çeşitli bilimsel ve sanatsal projeler ile kültürel etkinlikler içerisinde yer aldı ve özellikle Batı Anadolu coğrafyasında eğitim ve kültürel amaçlı geziler düzenledi. Uzun yıllar, arkeolojik alanlarda ve çeşitli bilimsel çalışmalarda belgeleme amaçlı fotoğraf çekmekle beraber, sanatsal anlamda kişisel fotoğraf sergileri açtı ve çeşitli eserleri karma sergilerde de yer aldı. Arkeoloji ve Mitoloji alanlarında kitapları ve bilimsel yayınları olan ve çeşitli ulusal gazete ve dergilerde mitoloji konulu yazılar kaleme alan Selim Martin evli ve bir çocuğu var.