Olumsuzluklarda payı olmayanların ülkesi!
On binlerce insan hukuk dışı yollarla işinden gücünden edilirken, onlarcası intihar ederken, hayatları kararırken susan ve sırıtanlar, bugün hangi motivasyonla 'hukuksuzluk' eleştirisi yapabiliyor? Nasıl oluyor da, göğüslerini kabartarak “hepimiz Geziciyiz” diyenler, neredeyse “Gezi”den yargılanan Osman Kavala'ya sahip çıkmayabiliyor? Seni Kavala mı örgütledi, cebine para mı koydu? O zaman neden itiraz etmiyorsun, insan nasıl bu denli iki yüzlü davranabilir!
Yapıp ettiğinin, neden olduğunun sorumluluğunu paylaşmayan, reddeden, inkâr ederek temize çıkmaya çabalayan insana tanık olmak kadar vahim, yorucu, yıpratıcı, umutsuzluğa sevk eden pek az şey var.
İnsan dediğin hatasız mı, saçmalamaz mı, üzmez mi, adaletsizliğe yol açmaz mı, kandırmaz mı, beceriksizlik yapmaz mı? Hepsi insan için değil mi? En dürüst insan dahi bir an gelir sahtekârca davranmaz mı? Sözüne güvenilir olup da hiç yalan söylememiş var mıdır? Hem, insan hiç pişman olmaz mı? Pişmanlığın dile getirilmesi onarıcı değil midir? Bir insan nasıl olup büyük hataların ve kötülüklerin ağırlığıyla iyi bir hayat yaşar? Hiç hesaplaşmamış bir insanın, bir toplumun, bir kurumun, daha çok hata ve kötülük yapmak dışında seçeneği kalır mı? Kendisiyle bir kez olsun yüzleşmemiş arsızdan uğursuzdan hayır gelir mi? Bu nasıl bir toprak, biz nasıl insanlarız; neden şu dünyadan göçüp gitmeden önce bir kez aynaya bakıp kendimize, 'ne halt ediyorum?' sorusunu soramıyoruz?
Yeryüzünün tüm madalyaları, tüm Nobel ödülleri, tüm üstün başarı plaketleri bizim eğitim tornasına verilmeli. Yalnızca 'milli eğitim' değil, aile, sokak, işyeri, siyaset, canımıza okuyan her yer... Böyle bir insan/yurttaş tipi yaratmak akıl sır almaz, büyük bir başarı. Gerçeğin kırıntısından dahi ölesiye korkan, başı kumda kıçı açıkta. Sorumluluk almayan, alamayan. Yurttaş olmanın, kişilik kırıntısı sergilemenin kıyısından geçilemiyor. Bu yüzden, örneğin bir makamdan istifa edemiyor ahali. İstifa tek taraflı işlem, yalnızca idari/hukuksal bakımdan değil, insani ve ahlaki olarak da. Birey olmakla ilgili. Bir yerden ayrılmak, çekip gitmek, vazgeçmek. Başaramadım, hata yaptım ya da yoruldum, istemiyorum artık demek. Mümkün olamıyor Türkiye'de. Yeni bir şey de değil üstelik. Herhangi bir demokratik ülkede sittin sene partisinin, hareketinin başında kalan kaç isim var zihninizde? İki önceki İngiliz İşçi Partisi liderini hatırlayan kaldı mı? ABD'liler, Roosevelt savaş koşullarında üç kez arka arkaya seçilince, bir daha olmasın diye anayasa değişikliği yapıp iki dönemle sınırladı başkanlık süresini. Türkiye'de son sistem değişikliğinde öyle bir düzenleme yaptılar ki, ikinci beş yılın sonunda meclis bir erken seçim kararı alırsa aynı ismin toplam on beş yıl devlet başkanlığı yapma şansı var. Neden yıllarca Demirel, Ecevit konuştuk biz? İnsan onca zaman genel başkan kalır mı, bir kişi olsun çıkmaz mı aynı hareketten!
Hiçbir yeri bırakamıyorlar. Vekil koltuğunu, siyasetçi partisini, bilmem ne müdürü makamını, rektör üniversitesini, erkek kendisini istemeyen kadının peşini... Bulundukları konum dışında bir varlıkları, benlikleri yok gibi sanki az gelişmiş ülke taze soğanlarının. Yaşamdan zevk almayı, bir anlam bulmayı sağlayabilecek meşgalenin bilgisinden, görgüsünden mahrumlar. Bin yılın başında, bir Erdal İnönü çıkıyor işte. Öylesine vahim ki irade sahibi kişi olamama durumu, zavallı istifa eyleminin adı değişti, 'af talebi' oluverdi. Bir insanın, insan olarak iradesi olamaz, ancak affını talep edebilir çünkü. Buradan, böyle bir yapıdan 'sorumluluk alan' insan çıkar mı, çıkmaz, çıkmıyor işte. Sorumluluk taşımak, ancak emekle inşa edilmiş bir 'iradeye' sahibi olmakla, 'sorumluluğun' bir zorunluluk oluşu ise katılımcı hesap sorma mekanizmalarının varlığıyla ilişkili.
Bakın İspanya'da Genelkurmay Başkanı sırası gelmeden aşı olduğu için eleştirildi ve istifa etti. İşte İspanya Franco sonrasında bu sayede demokratikleşebildi, böyle bir insan ve yurttaş tipi olduğu için, birileri hesap sorabildiği, diğeri hesap verebildiği için; yoksa, parlamenter sistemi boncuklu olduğundan değil. Bizde ne oldu peki? 'Devlet büyükleri' öncelikle aşı yaptırdı, kameralar karşısında. Bir iki istisnai mevzuat parçasını saymazsak, hukuk sistemimizin neresinde, başı sonu belli bir devlet büyüğü tanımı var? Siz biliyor musunuz? Hadi AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı, konumunun sembolik önemi nedeniyle oldu, peki. Diğerleri? Örneğin hâlâ ANAP adında bir parti olduğunu geçen hafta bu vesileyle öğrendim. Toplumu teşvik ediyorlarmış. Ben 'teşvik oldum', ne yapabilirim? Bir haftadır teşvik olmuş halde bekliyorum, ailem de teşvik oldu, hepimiz teşvikiz, ne yapsak, var mı bir öneriniz? Sizler neden, bir inşaat işçisinden daha önceliklisiniz? 'Eh burası Türkiye' dışında, söyleyecek sözünüz var mı? Eşitsizliği ve o eşitsizliğin nasıl da işinize geldiğini kabullenmeden, canınızın bir ameleden daha değerli kabul edildiğini açıklamanız mümkün mü? Nerede kaldı topluma karşı duyduğunuz sorumluluk nutukları! 'Eşitsizlik' kadar taş düşsün başınıza.
Türkiye'yi yönetenler ve çevrelerindeki hale faslını her zaman geçiştiriyorum artık. Çünkü bu insanlara bakıp da söyleyecek bir şey gelmiyor aklıma. Ancak konumuz 'sorumluluksa' eğer, on dokuz yıldır bu ülkede olumlu ne gerçekleştiyse onun müsebbibi olan muhteremler, tek bir olumsuzluğu üstlenmedi bugüne dek. Akıl alır gibi değil. Böylesine söz bulamıyor insan. Gerçekle zaten pek bir alışverişi olmamış toplumu o hale getirdiler ki, tek bir cümlelerinde dahi tutarlılık kaygısı taşımıyorlar artık. Yüzümüze bakıp “siz insan değil, serçesiniz, artık sekerek yürüyeceksiniz” deseler, yaprak kıpırdamayacak ülkenin müesses muhalifinde. Pardon, ana muhalefet 'serçe' konulu yazılı soru önergesi verir parlamentoda, haklarını yemeyelim.
Peki ezelden ya da yakın zamanda mecburen muhalif olanların haline ne demeli? Gelinen yerde hiçbirinin en ufak sorumluluğu yokmuşçasına konuşuyor, yazıp çizebiliyorlar. Hakikaten helal olsun!
Şu üniversite tartışması... Boğaziçililerin, gecikmeli de olsa kurumlarına, üniversiteye sahip çıkma yönündeki heyecan verici kararlılığı sürer ve kayyım rektör kendisine yardımcı olabilecek tek bir öğretim üyesi bulamazken, 'ilgili' kamuoyunda az gidildi uz gidildi ve 'rektörleri üniversite seçsin' sloganına varıldı bir kez daha! Birkaç yıl öncesine dek seçilmiyorlar mıydı, o zaman her şey yolundaydı da iki yılda mı bozuldu üniversiteler. Bunca insanı, göze girebilmek için sorgusuz sualsiz listeleyip işinden atan herifler seçimle gelmemiş miydi? Örneğin Ankara Üniversitesi'ni dümdüz eden şahıs, ikinci kez, üstelik oy oranını misliyle artırıp seçilmemiş miydi? O bu işi yaparken, üniversitenin bir kesim soytarısı işbirlikçiliği yapmadı mı? Diğer üniversitelerde benzer rezaletler yaşanmadı mı? Neden, “YÖK'le bu iş yürümez, YÖK gibi bir kurum dünyanın hiçbir ülkesinde yok,” denemiyor yüksek sesle ve hep birlikte. Bugüne dek neredeyse tüm partiler YÖK'ü kaldırmayı vadetti ve iktidar olunca tepe tepe kullandı. YÖK'e kendi 'ilerici' arkadaşları atandığında memnun olan tayfa, şimdi hangi yüzle feveran ediyor? Hadi ediyorlar da, bunu, tek satır sorumluluk duymaksızın nasıl başarıyorlar? Üniversiteler 12 Eylül sonrası herkesin gözünün önünde lime lime edilmedi mi? Rezaletin baş müsebbibi ve 12 Eylülcülerin has adamı olan Doğramacı soyadlı zat, hâlâ muteber biri olarak anılmıyor mu? 2002'den itibaren yaşananlar malum, peki ülke tarihi o yıl mı başladı! Öncesine ilişkin kim, hangi sorumluluğu üstlendi? Son birkaç yılda mı olup bitti her şey? Muhafazakâra, ama özellikle ve hep olduğu gibi sosyaliste eziyet eden Alemdaroğlugiller matahtı, bunlar mı çok fena, nasıl inandırabilir insan kendisini bu saçmalığa!
Gazetecilere saldırılar... Makul, sağlıklı düşünebilen biri, daha vahim sonuçları olabilecek böyle tehlikeli bir işi hoş görmez. Herhangi bir kuşku emaresi sergilemeden karşı çıkılmalı, tepki gösterilmeli. Peki diğerleri bir yana, adı sanı verilerek hedef yapılanlardan kadın köşe yazarı iktidar kanadındaki 'suskunluktan' şikâyet ederken, ülkenin şu hale gelişinde kendi payını nasıl görmezden gelir, akıl alır yanı var mı bunun? Üç kuruşluk izan, akıl ve vicdan sahibi hiç kimsenin ciddiye almayacağı ve neyse ki pek almadığı Kabataş zırvasını 'haber' diye yayarken, ne olacağını düşünüyordu? Neydi o, gazetecilik faaliyeti mi? Böyle işlere tenezzül etmiş insanlar, eski işbirlikçilerinin 'sessizliğinden' şikâyet edebiliyor; oysa Kabataş yalanını çok sevip üzerinde tepinenler, şimdi tehditlere susanlar değil mi? Kimden ne bekleniyor? Hani, bugün tehdit edilen gazetecilere destek olan insanların “dilleri kaba vicdanları taş” idi?
Ulusalcı kesimin sevdiği popüler bir gazeteciye yazıları nedeniyle dava açılıyor... O davalar ifade ve basın özgürlüğüne aykırı. Peki muhterem köşe yazarı kendisine yönelik bu hukuk dışı tutum ile, zamanında başkalarına ilişkin kaleme aldığı akla zarar yazıları arasında bir bağ olduğunu düşünüyor mudur? Ülkenin bu hale gelişinde, savaş uçaklarıyla öldürülen köylülerle ilgili, yumruklu saldırıya uğrayan Ahmet Türk ile ilgili, HDP'ye verilen oylarla ilgili o süfli yazıların da payı olabileceğini bir an olsun aklından geçirmiş midir? İfade özgürlüğü mücadelesinin ancak bütüncül özgürlük çabasının parçası olabileceğini? “Keşke o yazıyı hiç yazmasaydım” demiş midir bir kez? Yazdıklarının, bazen de yazmadıklarının sorumluluğunu hissediyor mudur? Çok mu enayice sorular bunlar!
Sabaha kadar yazılsa örnek bitmez. Nasıl bu denli rahat yaşanabiliyor hakikaten? On binlerce insan hukuk dışı yollarla işinden gücünden edilirken, onlarcası intihar ederken, hayatları kararırken susan ve sırıtanlar, bugün hangi motivasyonla 'hukuksuzluk' eleştirisi yapabiliyor? Nasıl oluyor da, göğüslerini kabartarak “hepimiz Geziciyiz” diyenler, “Gezi”den yargılanan Osman Kavala'ya sahip çıkmayabiliyor? Seni Kavala mı örgütledi, cebine para mı koydu? O zaman neden itiraz etmiyorsun, insan nasıl bu denli iki yüzlü davranabilir!
Bugünkü iktidarın en yüksek sesli savunucuları, bir gün muhalafet oldukları dakikada, ülkede demokrasi sorunu olduğunu, Türkiye'nin bu anayasa ile yönetilemeyeceğini, hükümet sisteminin kabul edilemezliğini, 12 Eylül yasalarının acilen değiştirilip seçim barajının düşürülmesi ve YÖK'ün kaldırılması gerektiğini, yargı bağımsızlığının bulunmadığını, düşünce özgürlüğü olmadığını, AYM ve AİHM kararlarının bağlayıcılığı konusunda kuşku duyulmaması gerektiğini, gelir uçurumunun tahammül edilmezliğini, doğa tahribatını, şehirleşmedeki çarpıklığı vb. dile getirecekler. Evet, muhalefetin ilk gününde, ilk dakikasında yapacaklar bunu. Akademisyenleri, yüzsüz yazarları sağda solda güçler ayrılığı, hukuk devleti, demokrasi filan fıstık anlatmaya kalkışacak. Ve hiçbir mahcubiyet emaresi sergilemeyecekler.
Umut, umutsuzluk sık gündeme gelen, kırılan, onarılan, kaybedilip yeniden bulunan sözcükler. Sevgili Gökçer Tahincioğlu iki gün önce Uğur Mumcu için kaleme aldığı yazısını, Cansever'den bir alıntıyla tamamlamış: “Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır...”
Yürekten katılıyorum Tahincioğlu'na. Ancak, herhalde Türkiye'de bir 'ilke' olarak benimsenmeli umut. İlkesel olarak umutluyum, her zaman. Diğerlerine bakıp, insanların yaşadığını görüp umutsuzluğa hakkım olmadığını düşündüğümden. Muhtemelen bu satırları okuyan sizler gibi. Umutsuzluk, çok ayıp geliyor. Bir de yeni neslin itiraz severliği ile kadın hareketinin göz kamaştırıcı pırıltısı heyecan veriyor insana. Yoksa, umudun nedeni bir ömür tanık olduğumuz ve belli ki olacağımız şu 'kumaş' değil kuşkusuz...
Murat Sevinç Kimdir?
İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.
Amaan geçecek geçecek, vallahi en güzel günleriniz! 12 Ekim 2021
O muhafazakâr aynaya bakıp biraz da kendi haline dertlensin... 05 Ekim 2021
Endişeli muhafazakâr, geçenlerde Validebağ'a moloz döktü! 28 Eylül 2021
Yurtsuz öğrencilik ve av olmaması gereken yurttaş... 23 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI