Ölümünün 50. yılında Kıvılcımlı’nın mirası-2

50 yıl önce kaybettiğimiz, sağlam bir karakter, örnek bir kişilik [...] gibi erdemlerinin dışında on binlerce sayfalık teorik eserle hâlâ yolumuzu aydınlatan bu büyük devrimciye saygıyla.

Google Haberlere Abone ol

Ahmet Kale

1965-71 DÖNEMİ KIVILCIMLI’NIN SON YILLARI, SON ATAKLARI

1965’te yeniden kitap yayımlamaya başlar. Tarihsel Maddecilik Yayınları’nı kurmuştur. Bu dönemde ilk olarak daha önce YOL serisinde yazdığı Yakın Tarihten Birkaç Madde kitabının geliştirilmişi gibi olan Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi yayımlanır. Sonra, 30 yıla yakındır üzerinde çalıştığı, Antika Tarihin gidiş kanunları üzerine orijinal görüşlerini tezleştirdiği Tarih-Devrim-Sosyalizm, ardından da tezini somutladığı bir örnek olarak, İlkel Sosyalizm’den Kapitalizme İlk Geçiş: İngiltere kitaplarını yayımlar. Yine bu dönemde Karl Marx’ın Özel Dünyası yayımlanır. Ayrıca, bir gazetenin yarışmasına Sadık Göksu ismiyle yolladığı Türkçe’nin Üreme Yolları, kitap olarak 1966 yılında basılırlar.

1967 yılı başlarında haftalık olarak yayımlayacağı Sosyalist gazetesini çıkarmaya başlar. İmkânsızlıklar yüzünden ancak 7 sayı yayımlanabilir gazete. Gazetesi kapanınca, o zamanlar çıkan başka sol dergilerde yoğun olarak yazmaya başlar. Ant, Türk Solu ve Aydınlık dergilerinde sayısız makaleleri çıkar. Bu yazıların tamamını burada sıralamayacağız ama sadece belli başlı birkaç tanesini anmak bile, onun Türkiye ve dünya meselelerindeki duyarlılığını ve ustalığını göstermemize yeter. “Deccal Kapımızı Nasıl Çalıyor?”, “Çek Meselesi mi, Dünya Meselesi mi?”, “Sayın İ.İ. Paşa’ya Açık Mektup”, “Üretim Nedir?”, “Türkiye Halkının Teşkilatlandırılması”, “Türkiye’de Sınıflar ve Politika”, “Lenin ve Türkiye”, “Çin Halk Cumhuriyeti-Kızıl Bekçiler”, “Kendimize Gelelim”, “Ya Birleşmek Ya Ölüm (Kanlı Pazar Üzerine)”, “Ho Amca’nın Düşündürdüklerinden”, “Genel Olarak Sosyal Sınıflar ve Partiler”, “Gençliği Azıcık Anlayalım”, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” ve bunlar gibi daha onlarca yazı.

1970 yılında yeniden kitap ve yazı çalışmalarına hız verir Kıvılcımlı. Yükselen 68 hareketinin Finans Kapitalce tuzaklara çekilmeye, özellikle üniversite gençliği üzerinde sürek avlarının düzenlenmeye çalışıldığı günlere gelinmiştir. Bir yandan işçi sınıfını ve gençliği İşçi Sınıfı Partisinde örgütlemek, öte yandan da her gün yükselen provokasyonlara karşı herkesi uyarmak için sağlığının bozuk, yaşının ileri olmasına bakmadan kan ter içinde çalışmaktadır. Son 2 yılda, 8’i narkozlu 13 operasyon geçirmesine karşın (prostat kanserlidir), kitaplar ve gazete yayımlamakta, ulaşabildiği ve çağrıldığı her yere giderek konferanslar vermektedir. 1970-71’de yeniden yayımlanan Sosyalist gazetesi, 1971 Nisan ayının sonunda (26. sayısında) sıkıyönetimce kapatılır.

Bu yıllarda yayımlanan kitaplar da: Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu, Oportünizm Nedir?, Halk Savaşının Planları, Devrim Zorlaması, Demokratik Zortlama, Anarşi Yok! Büyük Derleniş!, İşçi Sınıfı Partisi Nedir: Vatan Partisi Tüzüğü ve Programı, 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi, Toplum Biçimlerinin Gelişimi, Metafizik Sosyolojiler ve bazı kitapların o dönem yapılan 2. baskıları...

12 Mart darbesi sonrası ilan edilen sıkıyönetim tarafından aranmaya başlayınca ilerleyen prostat kanserinin tedavisini de amaçlayarak yurtdışına çıkar. 1971 Nisan ayı sonundan itibaren tuttuğu Günlük Anılar başlıklı notlarında yurtdışı “trajedisi”ni bütün ayrıntılarıyla anlatır.

Ölümünden bir hafta kadar önce, dönemin Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Brejnev’e yazıp yolladığı mektubunda kendi yolunu ve durumunu şöyle özetler:

“Bir Marksist-Leninist militan, Türkiye’de, teorice ve pratikçe tam 50 yıl dövüşüyor. 22 yıllık hapisanelerini, her defasında, Lenin’in dediği gibi: “Alfabe”den başlayıp yüce Cebir’i bitirecek’ bir okula çeviriyor. Sabırlıcasına ve sistemlicesine: Marks-Engels-Lenin-Stalin’i, Tarihi, Ekonomi Politiği, Diyalektiği, Tarihcil Maddeciliği klasik olarak etüd ediyor. Ve Lenin’in öğütlediği gibi: Kendi ülkesinin tarihini, ekonomi politikasını ve sınıf ilişkilerini, özge orijinallikleri içinde araştırıyor. Böylece o militan yüzlerce kitap yazıyor. Kendi dilinde, çoğu temelli orijinal olan 40’tan aşırı kitap yayımlıyor.” (Günlük Anılar, s. 369).

Evet tam da bu paragrafta dediği gibi bütün ömrünü mücadeleye ve çalışmaya adamış, hapishaneleri okula dönüştürmüş, her cezaevinden çıkışta ciltler dolusu eser katmış dağarcığına, sabırlı ve sistemlice çalışarak Marksizmin bütün klasiklerini etüt ederek kendi orijinal sentezini oluşturmuş. Bu çalışmaları sırasında da hiç şöyle bir komplekse kapılmıyor:

Yahu ben kuş uçmaz kervan geçmez bir ülkenin, pek az kullanılan bir dilinde yazan, adsız, sansız basit bir militanıyım. Ne haddime benim Marx-Engels’in tamamlamaya ömürlerinin yetmediği konulara el atmak. Ne haddime Lenin’in öğüdüne uyarak, orijinal araştırmalar yapıp Marksizme katkıda bulunmak…

Bunların hiçbirini demediği gibi, aksine ustaların tamamlamaya fırsat bulamadığı konularda araştırma yapmayı, o konularda özgün sentezlere ulaşmayı görev sayıyor.

Kendisinin ömrünü harcayarak geliştirdiği Tarih Tezi’ni, Marx’ın Grundrisse eseriyle karşılaştırdığı Toplum Biçimlerinin Gelişimi kitabına yazdığı önemli önsözde şunları yazıyor:

“Türkiye’mizde özellikle solcu veya sosyalist, hatta koyu Marksist olan kişilerimizin bir güzel huyları vardır. Dünyanın yedi iklim dört bucağında, okyanusun derin diplerinde bir ufacık Batılı düşünce işittiler mi yeryüzünün en coşkun heyecanı ile onu kamuoyuna sunarlar. Batıdaki yazıları Türkçeye çevirmek için can atarlar. Türkiye’de kendi içlerinden biri aynı konuları işlemişse, yüzüne karşı “vallaha bilmem” derler, ardından katıla katıla değilse bıyık altından gülerler.” (Toplum Biçimlerinin Gelişimi, s. 13, Sosyal İnsan Yayınları).

Türkiye’deki “sol” çevreleri böylece eleştirir. Böyle bir ortamda yapılan en özgün araştırmalar bile zindan duvarına vurulan yumruk kadar bile ses getirmiyordu. Nitekim Kıvılcımlı’nın her türlü çabası gibi özgün tarih araştırması da susuşla karşılandı.

Türkiye’nin solcuları böyleydi de diğer ülkelerdeki “sosyalist teorisyenler farklı mıydılar sanki?

“Acı da olsa görmezlikten gelinemez. Sosyalist teorisyenler ekonomik, politik ve edebi otorite dışına çıkamaz hale geldiler. Dogmatizmin kaçınılmaz beyin kireçleşmesi başlamıştı. Marks’ın bir konu üzerine söyledikleri varsa, ne âlâ. O sözler, metinlere oldukça sadık kalınmaya çalışılarak, aktarılıyordu. Eğitim görmüş işlek medrese bilgini çabaları tatlı tatlı döktürülüyordu.

Marks o konuda söylenilmemiş bir nokta görüp ileride araştırmayı mı not etmişti? O notun anlamını bile tartışmak kutsallığa aykırı tutuluyordu. Sırf sözde Marksizmin yanılmazlığını ispatlamak erdemi ağır basıyordu. Bu erdem bir patrik latası gibi sırtlara giyilerek, sarsılmaz büyüklüklerle susuluyordu.

Marks’ın Antik Tarih konusundaki araştırmaları, bütün teorik derinliğine rağmen, tamamlanmamış bir eserdir. O zamanki verilerle tamamlanabilmesine de imkân yoktu. Bu yüzden, Marks gibi, Engels de yayımlamak istemedi. Kautskylerden ise böyle bir şey zaten beklenemezdi. Üstünden yüz yıla yakın zaman geçtikten sonra, tam da evrenin yüzünü değiştiren Stalingrad savaşının kızılca kıyametleri ortasında bu araştırmalarla kim uğraşacaktı?” (Aynı eser, s. 11)

Yerli ve yabancı sosyalistlerin tavrı bu. Bu durumda pes edip havlu atmaz Kıvılcımlı. Çünkü onun anlayışında “İnsan varsa, görev vardır” Görev ise;

“Zaten amacımız bir tez herhangi bir “Tez” ve “Madde” gösterisi değildi. Sınıflar savaşı pratiğimizde, som gerçekliğimizce aydınlanmaktı. Vardığımız genel tarihcil sonuçlar, Türkiye’nin Ekonomi ve Toplum karakteristik özelliğine yeterince ışık tutmuştu. Bizim için, “Bilginlerin kulaklarına üfürülecek” soyut bilimden çok, savaşın anlamına ve biçimine yön verecek sonuçlardı.

Sonuçlara göre sosyal ve politik olaylarımızı 30 yıldır işledik durduk.” (Tarih Yazıları, s. 239, Sosyal İnsan Yayınları).

Kıvılcımlı’nın bütün bu çabaları Türkiye’de sağlı sollu büyük bir susuşla geçiştirildi çok uzun yıllar. Çünkü Türkiye aydınının, sağda ise Batılı “büyük” düşünürleri, solda ise kimi Sovyet metinlerini çevirip aktarmak yetiyordu. Ne haddineydi geri ülke Marksistinin araştırma yapmak, sentezlere varmak. Bakın Kıvılcımlı’nın tespitlerine:

“Susuş kumkuması” mutlaktı. Üniversite “Baba Zeus”ları, önüne gelen Tarih Tezi’ne metelik vermeye tenezzül edemezlerdi. Ya neyderlerdi? Çok sıkıştırıcı genç sorular karşısında: “Saçma” derlerdi. “Deli Saçması”…

Kim varmış, yani, “bu memleket”te baştan bilim yapacak? “Batılı”ya sözümüz yok. İlla bir Türkiye’nin Türk’ü çıkıp, “Batı”dan intihal etmediği yorum yapmaya kalkışırsa, o, haddini bilmemek ki, Had: Batı biliminden intihal sınırında dolaşmalıydı. O sınırın tekeli ise ancak Akademik kariyerin elinde tanınırdı. Onlar hadlerini bilirlerdi.” (aynı eser, s. 241-242).

Kıvılcımlı çok genç yaşlarında bu özgüvene sahipti. 1935 kitapları arasında çıkan kitaplardan birinin adı Emperyalizm, Geberen Kapitalizm’dir. Bildiğimiz gibi 20 yıl kadar önce Lenin usta da Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması isimli bir eser yazmıştı. Daha 30’lu yaşların başlarındaki Kıvılcımlı, “taklit ediyor” denir diye düşünmeden Emperyalizmi Türkiye şartları açısından inceleyen bir kitap yazdı. Nitekim 1965 yılında da Lenin’in “Rusya’da Kapitalizmin Gelişimi” kitabını çağrıştıran Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi kitabını yazar. 1936 yılında o zamanın “parlak” filozoflarından Henry Bergson’u bir kitapla eleştirmekten geri durmaz. Bergsonizm adlı eserini yazar.

Kıvılcımlı’nın devrimci özgüveninin önemli göstergelerinden biri de Hegel üzerine yazdıklarıdır. Yeni harflere aktarılıp bu yıl 50. yıl anması kapsamında kitap olarak yayınlayacağımız “Hegel” araştırmasının girişinde kendi araştırmasını şöyle tanımlıyor:

“Engels’in hiç değilse Feuerbach üzerine Klasik Alman Felsefesinin Sonu eseri gibi ölmez dirilikte bir etüdü kaldı. Hegel üzerine Marks’ın veya Engels’in öyle ayrı bir incelemeleri olamadı. O boşluğu Diyalektik Maddecilik’e azıcık eğilen her baş duymazlıktan gelemiyor. Herkesin Marks’tan alarak bildiği bir şey vardır. Hegel diyalektiği tepesi üstünde yürür, ayakları üstüne getirilmelidir. İyi ama o baş aşağı duran Hegel diyalektiğinin kendisi neydi ve nasıl tepesi taklak yürüyordu?

Bunu Marksizm açısından yeterince İŞLEMİŞ ve yeterince YORUMLAMIŞ bir eser var mıdır? Şimdiye dek elimize geçmedi. Hegel üzerine yazılan bütün denemeler, Hegel felsefesini yine hep sırf Hegel’in anlattığı gibi anlatmaya çalıştı. O yüzden Hegelci diyalektik, Hegel’in kendisinde olduğu kadar karışık, ağdalı ve anlaşılmaz kaldı.

Çünkü aslına bakılırsa Hegel kendisi, kendisini gereği gibi anlamış değildi ve anlayamazdı da. Hegel’i anlamak ve anlatmak için Tarihcil Maddeciliğin imbiğinden geçirmek gerekiyordu. Hegel zamanında ise Tarihcil Maddecilik henüz doğmamıştı.

Diyalektiğin maddeci açıdan kavranılışı ve kullanılışı sırf Marksizm demekti. Oysa Marksizmi Hegel’e uygulanmak gerekliydi.

AŞAĞIKİ ARAŞTIRMA ÖYLE BİR DENEME OLACAKTIR (biz majiskülledik. “Hegel metni, giriş bölümünden).

Buraya bir de Cemil Meriç üstadın, günlüklerini içeren Jurnal adlı eserinde yer alan (8 Mart 1981 tarihli notundaki) Kıvılcımlı değerlendirmesini alalım:

“Kıvılcımlı’nın Edebiyat-ı Cedide’yi feth-i meyyit (otopsi) masasına yatırdığı, küçük fakat dopdolu karalamayı kırk yıl önce okumuştum. Nazım’ın şiirleriyle ilk karşılaştığım zaman duyduğum tedirgin ve düşmanca bir ruh haletiyle ayrıldım o sayfalardan. Kıçıkırık bir edebiyat amatörü idim. Lise yıllarının kazandırdığı tek alışkanlık: oldukça ahenkli cümleler kurabilmek, bir yabancı dilde yazılan kitapları az çok sökebilmekten ibaretti. Kıvılcımlı’yı anlayamazdım. Şarkıdan çok çığlığa benzeyen bu ses, demir parmaklıklar arkasından geliyordu. Edebiyat-ı Cedidecileri toptan seviyordum. Kıvılcımlı, porselen mağazasına giren fil gibi, vitrinden hayran hayran seyrettiğim o muhteşem heykelleri deviriyor, çiğniyor, parçalıyordu. Böyle bir katliamdan zevk alamazdım. Yazar, belagat kanunlarını hiçe sayıyor, elindeki balyozu bir dönemin sevgi ve takdirleriyle taçlanmış o kibar heykelciklere savurup duruyordu. Her tahrip içimizde uyuyan canavarı şevke getirir. Otopsi, mahiyetini açıkça bilmediğim günahkâr bir sevinç de telkin ediyordu bana… “Otopsi”de yerini bulamamış haşin ve haşarı bir tecessüsün (merakın) arayış ve buluşları vardı. Atak, terbiyesiz, deli dolu bir yazardı Kıvılcımlı. Zincirlerini şakırdatan bir arslan edasıyla kükrüyordu… Kıvılcımlı, Kemalizmin zaferinden sonra, bir çağ edebiyatını, bütün pislikleri, bütün anakronizmleri ve başarıya benzeyen başarısızlıklarıyla tasfiyeye koşan bir neslin en uyanık, en şuurlu temsilcilerinden biriydi. Marksizm sert bir içki gibi başına vurmuştu. Nazım’ın Resimli Ay’daki “Putları Deviriyoruz” tefrikasını karalamak için şairane kabiliyet, Batı estetiği ile bir miktar yatıp kalkmış olmak yeter de artardı. Ama Edebiyat-ı Cedide’nin gerçek bir otopsisini yapmak, bu edebiyatın hastalıklarını, tercümanı olduğu medeniyetin hastalıkları olarak teşhis etmek, bir kelime ile Batı ile Doğu’nun muhasebesini yapmaya kalkmak, kıyaslanamayacak kadar çetin bir işti. Kıvılcımlı, peygamberane diyebileceğimiz çizgilerle, yapılması gereken araştırmanın oldukça başarılı bir taslağını sundu.

Daha sonraki Marksçılardan hiçbiri onun vardığı irtifaa (yükseklik) çıkamadılar. Düşünen bir adamdı Kıvılcımlı. Hızlı düşünen bir adamdı. Otopsi, yeni bilgilerle zenginleştirilebilir. O zaman için pek tabii olan aşırılıklar düzeltilebilir. Çığlıkta ahenk aranmaz. Bu bir polemiktir. Kıvılcımlı ülkemizin yetiştirdiği en büyük polemikçilerden biri olmak vasfını uzun zaman sürdürecektir” (Jurnal, 2. cilt, s. 284-286, İletişim Yayınları).

1971 Nisan ayında Sıkıyönetimce aranmaya başlar. Evinden ayrılır ve ölümüne kadar geçen süre trajik bir kaçış öyküsüdür. İdamla aranmaktadır, prostat kanserinden dolayı ölüme yaklaşmaktadır. Bir de… Kendi satırlarından aktaralım:

“Şimdi üç ölüm cezası ile mahkûm bulunuyorum:

1 – Prostat Adeno Karsinom başlangıcı. Yetmişinde insan için tabii idam hükmüdür. Ona bir diyeceğim yok. Ondan kaçamam.

2 – Türkiye’de Sıkıyönetim Mahkemesi: “Yılanın başı”, “Azılı komünist” olarak, idam cezasıyla tevkifime karar verdi. Bunu da sosyal ve politik bakımdan ‘tabii’ sayıyorum. Bundan kaçtım.

3 – Nerede ve hangisi olduğunu bilmediğim bir “Türkiye Komünist Partisi”, beni bu sıra Parti’den atmış. Bu moral “idam” kararını artık “tabii” bulamıyorum. Ve kaçamıyorum.

1. ve 2. ölüm cezaları olacağına varır. 3. ölüm cezasına karşı hiç değilse burjuva mahkemelerindeki kadar savunma hakkımı kullanmazsam, bu savaş dünyasından giderayak, son görevimi yapmamış olurum.

1971 Haziranı Sofya’da –bana değil, yanımdakilere- benim “Türkiye Komünist Partisi”nden atıldığım söylendi.

O güne dek, “Parti” adına hiç kimse bana özel yaşantım veya ideolojim açısından en ufak bir eleştiri yahut bildiri yapmadı. Düşünce ve davranışlarıma karşı yalnız ‘saygı’ gösterileri duydum. (...) 50 yıllık pratikte, hiçbir polis işkencesi ağzımdan ne bir örgütü, ne bir kişiyi suçlayacak tek söz almadı. (...) 50 yıldır sık sık çağrıldığım Türkiye dışına, 50 dakika dinlenmek için olsun gidemeyecek kertede “içerideki” yükümlerimi bir an bırakamadığımı, sosyalist ahlakını sıfıra düşürmemiş hiç kimse inkâr edemez. Tartışılamaz gerçek bu iken, 50 yıl sonra kanser illetimin Türkiye’de tedavi olanağı bulunmadığı için, kavga arkadaşlarımın ısrarı ile ve kendi kanunlarını çiğneyen militarist-faşist mahkeme, en haksız yere idam cezasını peşime düşürdüğü gün, dışarıya kaçar kaçmaz önüme sosyalist ülkelerde çıkarılan bu politik ‘idam’ cezası, hangi vicdanın ve iz’anın ürünü olabilir? (Günlük Anılar, s. 251-253).

İşte bu üç ölüm cezası el ele vererek, biri diğerinden zerrece farklı ve insaflı olmadan, bu büyük devrimcinin, ülkesinden, kavgasından ve sevdiklerinden uzakta, Belgrat’ta bir hastanede ölmesini sağlarlar.

11 Ekim 1971 günü aramızdan ayrıldı Kıvılcımlı.

Ölümünden sonra izleyicilerince çeşitli yol ve biçimlerle Kıvılcımlı’nın düşünce ve eylemleri yaşatılmaya, sürdürülmeye çalışıldı. Biz burada o çalışmaları değerlendirmek durumunda değiliz. Ancak ölümünden sonra yayımlanmış olan eserlerini de sıralayarak sürdürelim bu 50. Yıl anma yazısını:

Ölümünün üzerinden geçen 50 yılda çeşitli çevreler ve yayınevleri tarafından çok sayıda eseri basıldı ve yayılmaya çalışıldı. Bu eserlerin sayısı (bazı derlemeler ve dergi yazılarından bazılarının kitaplaştırılması ile beraber) sağlığında yayımladıklarından daha az değildir.

'68 gençliğinin bilimsel gerçeklerle yönlendirilmesi amacıyla çeşitli dergilere yazmış olduğu, bir kısmını yukarda andığımız yazıları broşürler halinde tekrar tekrar basılarak eğitimlerde kullanılmıştır. Ölümünden Sonra Basılan Kitap ve Broşürleri de Analım:

Broşürler:

Bunları sıralarsak: Üretim Nedir? Genel Olarak Sosyal Sınıflar ve Partiler, Türkiye’de Sınıflar ve Politika, Kısaca Marksizm Düşünüşü, Leninizm Nedir?, Diyalektik Materyalizm, Marx-Engels…

Dergilerde yayımlanmış yazılardan oluşturulan kitaplar:

Deccal Nasıl Kapımızı Çalıyor, Türkiye Köyü ve Sosyalizm, Kadın Sosyal Sınıfımız, Sayın İ.İ. Paşa’ya Açık Mektup

Çeşitli konuşma, konferans ve seminer metinleri:

Eyüp Konuşması, Dev-Genç Seminerleri, TİP İlçelerinde Seminerler, Durum Yargılaması Konferansı

Yarışma için gazetelere yollamak üzere yazılan:

Dinin Türk Toplumuna Etkileri, Türkçe’nin Üreme Yolları

Çeşitli yazılarından yapılan özel derlemeler:

Gençliğe Yazılar (68’in 40. yılı dolayısıyla değişik dergi ve kitapta yayımlanmış olan 17 yazıdan oluşturulmuş bir seçki.)

Tarih Yazıları (Kıvılcımlı’nın bazı yayımlanmış tarih etütleriyle birlikte, o zamana kadar yayımlanmamış ve çok az tanınan bazı yazıları da alınarak 2011 yılında yapılan derleme.)

Osmanlı Tarihi’nin Maddesi (3 Cilt tam metin), Devrim Nedir?, Günlük Anılar, (yukarda tanıtmıştık. Elâzığ cezaevi günlerinde yazıldığı halde ancak ölümünden sonra 9 kitap halinde basılmıştır), Komün Toplumu Üzerine Notlar (Komün Gücü ismiyle basıldı), Allah-Peygamber-Kitap, Diyalektik Materyalizm Nedir, Ne değildir?, İlkel Sosyalizmden Kapitalizme Son Geçiş: Japonya, Bergsonizm. Ayrıca kendi imkân ve gayretlerimizle çevirtip yayınladığımız üç kitap 1962 yazımı Hapishane Etüdü (Cezaevinin İçyüzü), 1930’lu yıllardan Tarihsel Materyalizm ve yurt dışına kaçışının perde arkası yazı ve belgelerden derlediğimiz OA Dosyası da son yayınlanan eserleri olarak sayılabilir.

Ayrıca bu yıl sonuna kadar yayınlamayı planladığımız Kurşunlu Cami Mahallesi isimli romanının dışında yayınlanmamış, eski yazıdan çevrilip yayınlanmayı bekleyen edebi ürünlerini de sıralayalım: “Baba” (1939), “Şeytana Kandil” (1940), Kördöğüşü” (1943), “Topal” (1945), “Ketim: Hava” (1945), “Kopil” (1945), “Kadir’in Kaderi” (1957-59), “Kızkardeşim de Olmayıversin”, “Ayıp”, “Evceğiz”, “İt”, “Nisan”

50 yıl önce kaybettiğimiz, sağlam bir karakter, örnek bir kişilik, sarsılmaz bir devrimci mücadele azmi, sosyalizme ve örgütlü mücadeleye sıkı bağlılık ve kaya gibi sımsıkı bir devrimci özgüven gibi erdemlerinin dışında on binlerce sayfalık teorik eserle hâlâ yolumuzu aydınlatan bu büyük devrimciye saygıyla.